Post enfeksiyon sorunları: Günde 15 saatten fazla uyuma, eklem ağrıları, solunum güçlükleri

-
Aa
+
a
a
a

Korona Günleri’nde Selim Badur, Covid-19 hastalığını atlatan bireylerin karşılaştıkları sorunlardan bahsetti. 

Selim Badur'la Korona Günleri: 1 Haziran 2020
 

Selim Badur'la Korona Günleri: 1 Haziran 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

(1 Haziran 2020 tarihinde Açık Radyo’da Korona Günleri programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Selim Badur, merhabalar.

Selim Badur: Günaydın, merhabalar, iyi haftalar.

ÖM: Günaydın.

SB: Günaydın Özdeş.

ÖM: Size de iyi haftalar. Çok sayıda haber var, ben bir tek şeyi sorarak başlamak istiyorum. Biraz önce sözünü ettiğimiz bir geniş çaplı senaryo değerlendirmesi vardı. Ona göre haziran başında normalleşme denilen şeye dönülürse ki dönüldü, onun hakkında bayağı ciddi ikinci dalganın önlenmesi zor olabileceği söylenen bir rapor sarkac.org’da çıkan Özgür Ertunç, Pınar Mengüç ve Reyhan Diz Küçükkaya tarafından. Nasıl yorumlamalıyız? Baştan konuşmak çok zor tabii ama 

SB: Sarkaç’ta çıkan o yazıyı ben dikkatle ve önemseyerek izledim, okudum, ancak şunu belirteyim ki bunların hepsi birer matematik modellemeler üzerinden hazırlanmış çok kuramsal yaklaşımlar. Türkiye’deki olgu sayıları ve nerelere erişeceği, sayının ne kadar yükseleceğine dair birçok çalışma yayınlandı. Bunların hepsi doğru matematik modellemeler üzerine yapılmıştır, ancak biyoloji her zaman bu kuramsal modellemelere uymuyor. Bana kalırsa bekleyeceğiz, yaşayacağız ve göreceğiz. Bir şey söylemek mümkün değil, örneğin şu ilk sokağa çıkma yasağının uygulandığı o geceyi hatırladığınız zaman onun yansımaları nasıl olacak diye çok konuşuldu. Çok fazla sayıda insan kalabalık ortamda yakın temas söz konusu olacak biçimde, maskesiz sokağa fırladılar. Bu durumun çok geniş çapta bulaşmalara ve olgu sayısına yol açacağı söylendi, ama olmadı. Tabii o zaman bu konu gündeme geldiğinde farklı bir soru geliyor aklımıza, acaba gerçekten yoğun bir bulaşma olmadı mı yoksa saklanıyor mu? Bunun sonu yok tabii, yani elimizde bilimsel veriyle konuşmanın dışında yapacağımız bir şey yok. Bu matematik modellere çok saygı duyuyorum ve bunlar bilimsel modellemeler ancak gerçek hayata yansımalarını yaşayıp göreceğiz; nasıl seyredeceğini biraz da biyoloji belirleyecek.

ÖM: İkinci kaygı da hapishanelerin durumu tabii, orada çok yakın temas var.

SB: Evet, bu konu benim daha çok önemsediğim ve virüsün yayılmasında önemli olduğunu düşündüğüm bir durum; bu sokağa çıkma kısıtlamalarının ve diğer önlemlerin alınmasının nerede ve ne şekilde uygulanmasının gerekliliği. Şimdi hapishaneler dediniz; gerçekten kapalı ve uzun süreli yakın temasın bulunduğu ortamlar hastalığın asıl yayılmasına yol açan mekanlar ve buradan yayılıyor. Örnek hapishaneler, örnek okullar, yakın temasta bulunulan kafeler, restoranlar, çeşitli kapalı alanlardaki spor ya da müzik faaliyetler veya dini törenlerin yapıldığı mekanlar. Bütün bunlar yayılımda esas odağı oluşturan noktalar. Bu gittikçe daha iyi anlaşılıyor. 

Ben geçen hafta son programımızda Cemal Kafadar ve Ruşen Çakır’ın Medyascope’taki bir röportajına değinmiştim. Onun son bölümü vardı; bir yere bağlamak için oradan hareket edeceğim. Sayın Kafadar o söyleşide Harvard’da neler olup bittiğini, nasıl yeniden yapılanma ve yeni öğretim yılı için neler yapacaklarını, nelerin öngördüklerini anlatıp, bilimsel söylevlerdeki bir özelliğe vurgu yapıyordu.  Bazen “ama işte DSÖ ya da şu kişi geçen ay böyle dememişti, şimdi böyle diyor. Bu çelişkili değil mi?” Ya da Ahmet böyle dedi Mehmet tam karşıtını, aksini söyledi gibi yaklaşımların birer çelişki gibi yansıtıldığını söylüyordu; aslında Sayın Kafadar’ın yaklaşımına, söylediklerine katılmamak mümkün değil. Sanki bilim insanları hep aynı şeyi söylemek zorundalar, sanki tek bir doğru varmış gibi tüm bilim dünyasından tek bir ses bekleniyor; olmayınca da “bunlara güvenilmez, çelişiyorlar” deniyor. Bunlar böyle değil tabii, farklı fikirler doğal olarak çakışacak. Söyleşisini, Türkiye’de bilimin esas sorunu olarak gördüğü kurumsal devamlılığın olmaması ve bilim insanı kıyımına değinerek tamamlıyor.  Aynı gün, 19 Mayıs günü, TTB’nin, “basında Türkiye’nin ilk covid makalesi diye pazarlanan bir yayın çıktı. Bu yayın aslında Türkiye’deki bilim açısından utanç verici bir durumdur” şeklinde oldukça sert, ağır ama çok gerçek bir açıklaması oldu. “Çünkü araştırmalarda izin değil bilimsel yöntem ve etik ilkeler esas olmalıdır” diyor TTB. Anımsayacaksınız bu makale New England Journal of Medicine’de bir ön duyuru olarak çıkmıştı ve çok merkezli, 125 merkez vardı içinde, 170 kadar araştırıcı tarafından kaleme alınmıştı ve ben de Türkiye’den ilk defa böyle çok merkezli bir çalışma yayınlanıyor diye dile getirmiştim. Ancak yayının tamamına bakıldığında bazı aykırılıklar göze çarpıyordu; örneğin giriş bölümü sadece bakanlık faaliyetlerine ayrılmıştı; yöntem bölümü oldukça yetersiz, çalışmaya katılan merkezler acaba hangi kriterlere göre seçilmiş idi, Türkiye’yi temsil ediyor mu bu seçilenler merkezler, hastalar nasıl gruplandırıldı? PCR yöntemiyle tanı oranı dünyanın hiçbir yerinde görülmediği şekilde %98,9 olarak bildirilmiş, %60’larda oluyor aslında. Radyoloji sonuçlarında birtakım gariplikler var, örneğin deniyor ki %45,2’sinde akciğerin sağ alt lobu tutulmuş, sol alt lob tutulumu sadece %0,2, yani %45’ten %0,2’ye düşüyor, bunlar çok garip şeyler. Metin ve tablolarda farklılıklar var ve sonuçta yazının sabah siteye konup akşamüzeri çekildiğini duymuştuk. Bunu TTB “bir utanç” diye yazmış. Bu önemli bir nokta tabii buradan biraz önce sizin de değindiniz ve okudunuz, Sayın Oruç Aruoba’nın yazısından bahsediyorum; kendisi, 81 yılında görmüş Türkiye’deki üniversitelerin ölümünü. Buna bağlamak istedim. Türkiye’deki öğrenci sayısını biliyor musunuz? Özdeş’e sorayım, biliyor musun Özdeş ne kadar olduğunu?

ÖÖ: Yüzbinlere

SB: 7,4 milyon, şu anda açık öğretim dahil bütün okullarla beraber 7,4 milyon üniversite öğrencisi ki yaklaşık toplumun %9,8’ine tekabül ediyor. ABD’de bu oran %5,5; üniversite kavramını aslında Türk eğitimi değiştirmiş vaziyette. Evrensel üniversite kavramıyla pek uyuşmuyor herhalde ve çelişen bir durum. 

Son günlerde virüsün davranışları, epidemiyolojisi, kliniği, tedavisi bunlardan çok işin sosyal yönü çok konuşulmaya başlandı. Gelecekte post pandemik dönemde bizi ne bekliyor? Kapitalizm sorgulanmalı mı? Kriz yönetimleri sarstı mı? Neo liberal kriz yönetimi sınıfta mı kaldı? Ekonomi ne oranda etkilendi? Ekonomi çok etkilendi diyoruz ama Amazon 170 bin kişiyi yeni işe almış, Facebook’ta ve Microsoft’ta da birinde 5, ötekinde 11 milyar dolarlık kârlarından bahsediliyor. Demek ki iş sektöründeki kâr/zarar oranları da değişmekte. Devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetimini yaygınlaştırıyor birçok yerde ‘salgın var, ulusal tehlike söz konusu, aman düşmana karşı birleşelim!’ söylevleri yaygınlaşıyor. Hep bir düşman yaratıp onun üzerinden gitme. Belirsizlik bir iktidar stratejisi mi? Acaba bu nereye götürecek bizi? Tüketime dayalı kapitalist sistem biter mi? Bütün bu sorular tartışılmakta, bunlar benim konum değil ancak nereye geleceğim? Kısa bir süre önce Slovash Zizec ‘Panic covid-19 shakes the world’ diye böyle 116 sayfalık bir kitapçık yayınladı. “Bu pandeminin sonuçları aslında biyolojiden, mikrobiyolojiden, enfeksiyon hastalıklarından öte insanın kendi iktisadi ve sosyal tercihleriyle ilintilidir. Buradan dayanışma çıkabilir, dayanışma derken bir komünizm canlanmasından bahsetmiyorum -gerçekten niye bu kadar korkuyor komünizmden anlamadım ama- ancak kitlelerin dayanışması çıkabilir. Yöneticiler bu durumun farkında ve bundan ürküyorlar” diyor. Aslında bu durum tabii sosyal yaşamla ve sosyal kuramlarla çok ilintili. ABD’de son iki gündür olup bitenlere bakıyorsunuz, en fazla olgunun görüldüğü ülke ama insanlar koronavirüsü filan bıraktı, isyan halinde, kalabalıklar maskesiz filan protestolarını sürdürüyorlar. Buradan nereye geliriz bilemiyorum ama çok köklü değişimler, dönüşümler olur mu? Şurası muhakkak ki eşitsizlik hem artıyor, haksızlıklar yayılıyor ve bunlar da çok farklı platformlarda kendilerini gösteriyorlar diye düşünüyorum. Eğer bir iki habere de değinmem gerekirse, örneğin “değişim” dediniz, Paris’te 20 sokağa arabaların girişi yasaklanmış, trafiğe kapatılmış, çünkü Paris belediyesi açılan restoran ve kafelere “içeride oturma olmasın, dışarıya masa kurun” diye uyarmış; artık kafeler ve restoranlar yola da masa koyacaklarmış. Böyle bir karar alınmış. 

 

ÖÖ: Daha önce de zaten özellikle Paris’te ve Fransa’nın geri kalan illerinde de bisiklet yollarını yani bazı karayollarını kapatılıp tamamen bisiklet yoluna çevrilmesi söz konusuydu.

SB: Evet, Brüksel de yaptı bunu. Bu arada başka nedir ilginç çalışma diye bakıyorum da: Covid’den iyileşen hastaların durumu ile ilgili ilginç bir saptama var: yani bunlar iyileştiler, PCR testleri negatifleşti, tablo düzeldi ve taburcu ediyorlar. Ancak taburcu olduktan sonra aşırı halsizlik şikayetleri devam ediyormuş. Bunun üzerinde durulmaya başlandı son günlerde, post enfeksiyon sendromları bilinir aslında enfeksiyon sonrasında ama bu kez farklı ve uzun, yani günde 15 saatten fazla uyuma, eklem ağrıları, solunum güçlükleri ve kendilerinden şüphe başlıyor. Bu kötü bir durum. 

Bir de bu sabah Gaziantep-Kilis Tabip Odası Başkanı Dr. Ramazan Sürücü’nün açıklaması oldu. 11 Mayıs’tan günümüze kadar geçen sürede Gaziantep Kilis bölgesinde olgu sayısının 6-7 misli arttığını söyledi. Tabii bizim neler yaşayacağımızı zaman gösterecek, hep benim inandığım ve dillendirdiğim bir şey yaz aylarında daha mesafeli bir açık hava ortamında yaşanacağı için olgu sayısı göreceli olarak düşecektir; ama bizi Eylül ayında ne bekliyor? Bu düşük sayılı olgu tablosu sürecek mi ya da hastalığın yavaş yavaş ortadan kalktığı mı görülecek? yoksa alevlenmeler mi olacak? Bu alevlenmeler ve sayılarının artışı ikinci dalganın göstergesi mi sayılacak? Bunları yaşayıp göreceğiz deyip bugün için durayım.

ÖM: Peki çok teşekkür ederiz.

SB: Ben teşekkür ederim. Görüşmek üzere.

ÖÖ: Görüşmek üzere.

SB: Sağ olun, iyi yayınlar.