Covid-19 ve influenza virüsleri bir araya gelirse...

-
Aa
+
a
a
a

Avusturalya'da Covid-19'un yanı sıra influenza salgını beklenenden iki ay önce, nisanda başladı. Uzmanlarımız, Avusturalya'nın yaşadığı bu durumu Kuzey yarımkürenin eylülden itibaren, sonbaharda yaşayabileceği riskine karşı uyarıyor.

Virüs illüstrasyonu
Covid-19 ve influenza virüsleri bir araya gelirse...
 

Covid-19 ve influenza virüsleri bir araya gelirse...

podcast servisi: iTunes / RSS

(4 Ağustos 2022 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Ömer Madra: Günaydınlar, merhabalar. Pandemide Sağlık başladı. Osman bey, Kayıhan bey merhabalar.

Osman Elbek: Günaydın.

Özdeş Özbay: Günaydın.

Kayıhan Pala: Günaydın.

ÖM: Gündemimiz o kadar dolu ki nereden başlayacağız, buyurun...

OE: Ömer bey, isterseniz yeni bir savaşın eşiğinde olduğumuz vurgunuzu, eski savaşın insan faturasını, insan bilançosunu hatırlayarak başlayalım. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali nedeniyle başlayan savaşta bugün itibarıyla altı milyondan fazla insan ülke içinde yerinden edildi, sekiz milyondan fazla insan ülke dışına mülteci olarak çıkmak zorunda kaldı, on binden fazla sivil kayıp gelişti, beş bin sivil insan öldü ve iki yüz yirmi üç sağlık kurumuna saldırı düzenlendi. Adına ister “savaş” deyin, ister “çatışma” deyin, ister “operasyon” deyin, ister “işgal” deyin, silahların konuştuğu yerde insani bedel bu oluyor. Bu yüzden, her yeni silahın konuşma sürecinde bunları hatırlamak lazım. Tabii bir taraftan bunları söylerken, bir taraftan da bu ülkede bir futbol karşılaşmasında bu insani kayıpları görmezden gelecek biçimde “Putin” tezahüratlarının atılıyor olması, hani bu toplumun akıl, ruh sağlığıyla ilgili ciddi bir problemi olduğuna işaret ediyor. Yine, hani toplum sağlığımız bozuluyor diye kaygımız var. Örneğin aşıyı savunan bilim insanlarına -en son Sayın Şenol'un özelinde olmak kaydıyla ama sadece ona indirgenemeyecek şekilde- ulaşan tehditler, hedef göstermeler… Bursa acilde hekimin, “maske takın” uyarısının arkasından yönelen şiddet, bu toplumsal sağlık sorunumuzun bayağı köklü olduğuna işaret ediyor. Bundan daha da elim ve vahim olanı; aşıyı savunan, pandemi ortamında bilimi savunmaya gayret eden, toplumu uyarmaya gayret eden bu tür insanlara, hekimlere yönelen tehditlere karşı sağlık bakanının sessiz kalması, bir tweet dahi paylaşmaması. Üçüncüsü maymun çiçeği… Tüm tıp tarihinde ve insanlık tarihinde bulaşıcı hastalıklar egemen iktidarlar tarafından damgalamanın bir parçası olarak kullanılmıştır. Son yıllarda Dünya Sağlık Örgütü -Covid’in adının tariflenmesinden başlayacak bir şekilde- bu damgalamalara çok dikkat ediyor. Ama görüyoruz ki son günlerde sosyal medyada özellikle maymun çiçeği hastalığı eşcinsel damgalamasına dönmeye başladı. Tıpkı HIV'in, AIDS hastalığının ilk başlangıcında eşcinsellik hedef gösterildiği gibi maymun çiçeğinde de eşcinsellik hedef gösterilen bir tür damgalamaya dönüşmeye başladı. Bu ciddi bir problem. Bir de son olarak aklıma gelen, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu ortamda şiddeti konuşmak, sağlık ortamında yaşanan şiddeti konuşmak için bir araya gelememesi… Bunlar toplum sağlığımızın ciddi düzeyde problemli olduğuna işaret ediyor ama toplumların sağlığı bozulduğu zaman, düzeltecek olan tıp doktorları değildir. Toplumların sağlığını siyaset bozar. O yüzden siyaset düzeltmeli. Ama gidişatın iyi olmadığını düşünüyorum. Bilmiyorum Kayıhan sen ne dersin, aklıma peş peşe bunlar geldi.

KP: Çok haklısın Osman. Senin söylediklerini tekrar etmek istemem ama özellikle burada sevgili Esin hocaya geçmiş olsun demek isterim, çünkü Esin Davutoğlu Şenol, bu salgının başlangıcından bu yana bir bilim insanı olarak bilimin öngörülerini, kendi bilimsel bilgilerini toplumla paylaşmak için çok özel çaba sarf eden meslektaşlarımızdan bir tanesi. Gelinen noktada onu ölümle tehdit eden bir zanlının yalnızca ifadesi alınarak salıverilmesi, sonrasında da “durmak yok, yola devam” biçiminde açıklamalarıyla tekrar, aşı karşıtı diye bilinen çevreyi yeni bir eylemlilik sürecine davet eden açıklamalarına seyirci kalınması gerçekten anlaşılır gibi değil. Her şeyi bir kenara bıraktım, bu vurguyu bir kez de ben yapayım: Sağlık Bakanlığı'nın bu konuda sessiz kalıyor olması, kendi üniversitesinin, tıp fakültesi dekanlığının sessiz kalıyor olması da kabul edilebilir değil. Senin de dikkatini çekmiştir, örneğin Ankara Tıp Fakültesi'nde öğretim üyeleri “Esin Şenol yalnız değildir” diye açıklama yapıyor, ama kendisinin mensup olduğu fakülteden böyle bir desteği yalnızca öğrenci düzeyinde görebiliyoruz, en azından şu ana kadar. Kendisine geçmiş olsun diyorum ve bunun yalnızca aşı karşıtlığı meselesiyle açıklanamayacak, başka bir arka planı olduğunu, sağlıkta şiddetin de bir parçası olduğunu, ama onunla da sınırlı olmadığını düşündüğümü vurgulamak isterim. Bu bölümle ilgili de şunu söyleyerek bitireyim Osman; biz halk sağlıkçıları zaten uzun yıllardır bunu söylüyoruz, savaş bir halk sağlığı sorunudur. Dolayısıyla şu anda yalnızca Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş ve çatışmanın değil, şimdi Çin'den gelen bir küresel tehdidin de bizi çok can sıkıcı bir ortama sürüklediğini de vurgulamak isterim. Ama bunun arka planında silah endüstrisinin dünyanın en fazla kâr elde edilen endüstrilerinden birisi olması ve siyasi karar vericilerin de bu endüstriyi desteklemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyor olması var. Maalesef, insanlığı çok kötü, yeni bir savaşın eşiğine doğru sürüklüyor gibi görünüyor. Umarım olmaz, ama duruma biraz da böyle bakmak lazım sanırım.

Japonya %42'lik artışla en fazla vaka saptanan ülke oldu

OE: Covid pandemisine dönersek, Covid pandemisinde ne noktadayız? Dünya Sağlık Örgütü haftalık durum raporunu, beklendiği üzere, dün akşam itibarıyla yayınladı. Vaka sayıları bir önceki haftayla benzer bir şekilde yaklaşık altı buçuk milyon sınırında. Ölüm sayılarında ise bir önceki haftaya göre artış var; on iki binlerden on dört binlere doğru yükseldi. Dünya Sağlık Örgütü'nün işaret ettiği iki bölgede; Batı Pasifik ve Afrika'da hem vaka hem de ölümler artıyor. Güneydoğu Asya ve Doğu Akdeniz'de ise ölümler artıyor. En fazla vaka saptanan ülkeler arasında bir değişiklik oldu. Japonya %42 vaka artışıyla birinci sıraya oturdu. Ölümlerde de klasik olarak Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve İtalya'nın arkasından enteresan bir şekilde iki beklenmedik ülke girdi: Japonya %41 bir oranında bir ölüm artışıyla dördüncü sırada ve peşi sıra Avustralya %24’lük artış ile… Bu iki ülkeye de bakarsak, Japonya vaka sayısında günlük iki yüz bin sınırına vardı. Avustralya'da ise günlük kırk binin üstünde vaka saptanıyor. Her iki ülkede de günlük doksanın üstünde Covid-19’a bağlı ölüm var. Tabii Avustralya'nın nüfusu çok daha az olduğu için vaka sayısı yüz binde bin iki yüz üçe ulaştı. Avustralya enteresan, çünkü Güney yarımkürede olduğu için önümüzü görmek açısından bir tür kılavuz. Avustralya'da nisandan itibaren Covid-19 salgınının yanı sıra influenza salgını da yaşanıyor. Yani klasik grip salgını yaşanıyor. Biz aslında bu salgını bir yıl önce bekliyorduk ama geçen yıl olmamıştı. Bu yıl Avustralya'da normalde haziranda beklenen influenza salgını nisanda başladı. Yani iki ay kadar daha önce başladı. İnsanların iki yıldan daha fazla süredir influenzayla temas göstermemesi, vücutta influenzaya karşı koruyan antikorların bulunmamasından dolayı bir influenza salgını bekleniyordu zaten. Şu an Avusturalya influenza ve Covid salgınını birlikte yaşıyor ki, haziran ortasından itibaren Covid de BA5 salgınıyla arttı ve temmuzda pik yaptı. Bu bizim açımızdan şöyle önemli; Avustralya'nın yaşadığını Kuzey yarımküre sonbaharda yaşayacak. Bu yüzden klasik olarak Türkiye'de kasım ayında başlayan influenza mevsimi, eğer Avusturalya gibi olursa eylülden itibaren beklenmesi gereken bir salgın kompozisyonunu çiziyor. Bu yüzden eylülle birlikte Türkiye'de ve Kuzey yarımkürede influenza artı Covid'i görme ihtimalimiz son derece yüksek. Biliyorsunuz, okullar açılıyor ve on iki yaş altındaki çocuklarımızın tümü okula aşısız gidecek. Okulların, özellikle devlet okullarının kalabalık olması ve üç yıldır havalandırmadan öğrenci sayısını azaltmaya kadar hiçbir politikanın yapılmaması gösteriyor ki Covid açısından sonbahara günlük çok yüksek bir sayıyla gireceğiz. İnfluenzayla da buluştuğu zaman ciddi bir probleme neden olacağını düşünüyorum. Çok kısa, Türkiye verisini verip Kayıhan’ın görüşüne bırakmak istiyorum. Çok kısa vereceğim, çünkü geçtiğimiz hafta, beklendiği üzere, Türkiye -Dünya Sağlık Örgütü’nden farklı olarak verisini hep geç açıklayan bir ülke- 25-31 Temmuz verisini açıklamadı. Normalde haftalık açıklıyordu. Ne kadar vaka ve ölüm olduğunu bugün, 4 Ağustos tarihi itibarıyla bilmiyoruz. Ölümlere dair birtakım vurgular yapmak istiyorum. Örneğin Sarkaç’ta yayımlanan veriyi dikkatinize sunmak isterim: 23-29 Temmuz'da İstanbul'da, günde fazladan 230 ölüm oluyor. Bu, bir yıl önceki bulaşıcı hastalık ölümlerine benzer bir artış trendinde. Bizim daha iyi veri kaynaklarımızdan derlediğimize göre, İstanbul'da sadece temmuz ayında bulaşıcı hastalık olan Covid-19 ölümü 446 kişi. İstanbul'da günlük 15 kişinin Covid’den resmen öldüğünü kabul edebiliriz ki bu durum bir ay öncesine göre dört kat artış anlamına gelir. PCR az yapıldığı için Covid-19 ölümlerinin tanısını da az koyuyoruz. Ama buna rağmen Cumhuriyet Halk Partisi'nin 30 Haziran 2022 tarihi itibarıyla yirmi bir belediyeden derlediği verilere göre 96 bin 985 kişi, bu yirmi bir ilde Covid-19'dan öldü. Sağlık Bakanlığı aynı tarihte, tüm Türkiye'deki ölümleri 99 bin veriyordu ki bu rakamın gerçek olmadığına işaret ediyorum. Özetle, ölümlerin arttığı, vakaların çok fazla arttığı bir yerde hızla sonbahara doğru yaklaşıyoruz. İnfluenza da Covid-19 pandemisiyle kapımızda gibi duruyor. Bir halk sağlığı uzmanı olarak ne dersin Kayıhan?

KP: Osman, dünyada iki salgın diye nitelendirilen, yani Covid-19 salgını sırasında aynı zamanda grip salgını, bir influenza salgınıyla da birlikte karşılaşmak gerçekten çok riskli. Avustralya bunun ilk örneklerini veriyor. Öyle sanıyorum ki önümüzdeki birkaç aydan sonra -yani eylülün sonundan itibaren başlayabilir ama ekim-kasımda daha fazla bekleriz- bu Kuzey yarımkürede de etkisini gösterebilir. Muhtemelen Türkiye'de etkisini göstermeyecektir, çünkü Türkiye'de neyin etkili olup olmadığını anlayabilecek verilere ben sahip olabileceğimizi düşünmüyorum. Çünkü doğru düzgün bir genetik analizin yapılmadığı ve verilerin gecikmeli bile olsa, hem açıklandığında güvenilir olmadığı hem de başka kaynaklardan doğrulamaya çalıştığımızda gerçekten elimizde hiçbir şeyin olmadığı bir durum var. Yani bunu üzülerek söylemek lazım, böyle bir salgın yönetimi herhalde bundan sonraki yıllarda “nasıl salgın yönetilmemeli” diye örnek gösterilecek. Fakat başka kaynaklara baktığımızda dinleyicilere şunu söylemek lazım, örneğin son hafta içerisinde dünyada en fazla ölümün gerçekleştiği ülkeler arasında ilk 10-11’de bizim iki komşu ülkemiz var. Yani, örneğin Yunanistan'da bir hafta içerisinde 670 kişi hayatını kaybetmiş. İran'da da 414 kişi hayatını kaybetmiş. Dolayısıyla çevremizdeki iki ülkede bu kadar yüksek ölümler olurken Türkiye'de Sağlık Bakanlığı’nın çok az sayıda ölüm açıklaması gerçekten de çok gerçekçi değil. Üstelik aşılama oranlarına baktığımızda -şu anda önümde Sağlık Bakanlığı’nın en son aşı verileri var- bu saat itibarıyla üç doz uygulanan yalnızca 28 milyon kişiden söz ediliyor. Bu, Türkiye'de yaşayanların üçte birinden daha az bir orana denk geliyor. Elimizdeki veriler bu kadar düşük aşılamayla risk gruplarının korunmasının da mümkün olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla şu anda Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı sınırlı verilere göre, günde 52 binden fazla vakanın olduğu bir ülkede, öyle anlaşılıyor ki Osman, maalesef bu yılın son çeyreği pandemi açısından daha zor geçme potansiyeline sahip. Senin de söylediğin; İstanbul örneğinde olduğu gibi fazladan ölümleri de düşünecek olursak, önümüzdeki aylarda, özellikle son çeyrekte, ekim, kasım ve aralıkta belki daha çok üzüleceğimiz, daha çok canımızın sıkılacağı günler kapımızı maalesef çalabilir.

"Pandeminin sisi" altındayız

ÖM: Ben de şunu ekleyebilir miyim izninizle; yani sanki von Clausewitz’in ünlü sözünde olduğu gibi -“savaşın sisi”- burada da “pandeminin sisi” altındayız. Yani hiçbir şeyi öğrenmek, gerçeklere ulaşmak kolay olmuyor, hatta mümkün olmuyor.

KP: Çok haklısınız Ömer bey.

OE: Türkiye'de enflasyon rakamları da benzer bir süreci izliyor. Yani Türkiye'de rakamsal güvenilirlik, herhangi bir kuruma güvenilirlik artık kalmadı. Ancak, bu arada Kayıhan seninle bir veriyi tartışmak isterim; IPSOS’un Temmuz 2022’de on sekiz yaş üstünde sekiz yüz kişiye yaptığı anketin sonuçları benim açımdan çok çarpıcı. Böyle bir ülkede aslında toplumsal olarak da nasıl kutuplaştığımıza işaret ediyor. Bu araştırmada aşıya olumlu bakanlar, “aşı yaptırdım” veya “hatırlatma dozunu yaptıracağım” diyenler %43. “Kesinlikle yaptırmayacağım” diyenler %40. Tam ortadan ikiye bölünmüş gibi. Benzer bir şekilde, “kapalı ortamda maske kullanıyorum” veya “kullanmam lazım” diyenler %40, “asla maske takmayacağım” diyenler %33. Toplum öyle bir halde ki, öyle ikiye bölünmüş ki, aşı yaptıranlar dördüncüyü, beşinciyi hatta bazen altıncıyı falan yaptırıyor; aşı yaptırmayanlar ise hiç yaptırmıyor. Maskede de benzer bir şekilde, ama toplumun bütününün belli bir refleksi gösteremediği ortamda sadece bir grubun maske kullanması, aşıyı dördüncü, beşinci doz yaptırması bir şeyi değiştirir mi bulaşıcı hastalık bağlamında, halk sağlığı açısından?

KP: Osman, bu soruya önce şöyle yanıt vermek istiyorum: IPSOS'un araştırması bence çok sınırlı. Şu nedenle, Sağlık Bakanlığı'nın birinci doz aşı yapılma oranına bakacak olursak, Türkiye'de on sekiz yaşın üstünde %93,26. Yani on sekiz yaşın üstünde aşı yapılmayanların oranı -hiç aşı yaptırmamışlardan söz ediyorum- %7’den bile az ki bunların tamamının ben aşı karşıtı olduğunu düşünmüyorum. Bizim yaptığımız geniş kapsamlı saha çalışmalarında gerçekten “ben aşıya karşıyım”, “aşı olmayacağım” diyenlerin oranı çok düşük. Türkiye'de çok ciddi bir aşı tedirginliği var. Bunun da bir ölçüde, Sağlık Bakanlığı'nın doğru düzgün bir iletişim strateji uygulanmaması nedeniyle haklı yanları da var. Ancak buradan soruna girecek olursak, dünyadaki örneklere bakalım: Bugün Küba, dünyada en yüksek aşılama oranına sahip ülke. Tam dozlarını almış olanların oranı %90’lar civarında. Onu izleyen ülkelere baktığımızda Portekiz, Şili, Singapur, Çin, Vietnam, İspanya, Brezilya diye gidiyor. Türkiye'yle kıyaslanmayacak kadar yüksek aşılama oranları var. Ama örneğin Brezilya'ya baktığımızda, tam doz aşısını olmuş nüfus %80 civarında olmasına rağmen ölümlerde de önemli bir artış eğilimini görüyoruz. Çünkü maalesef bizim bu pandeminin ilk zamanlarında söylediğimiz toplumsal bağışıklık eşiği artık %70’lerden yeni varyantların ortaya çıkmasıyla birlikte belki %95’leri aşmış durumda. Eğer biz pandemi ilk çıktığında küresel olarak dünyayı %70 bağışık hale getirebilseydik, o zaman elimizde bir olanak vardır. Ama bunu yapamadık. Bunun yapılamaması üzerine, özellikle hem bağışıklamada hem halk sağlığı önlemlerinde yeterli çabayı gösteremeyen ülke ve bölgelerde -Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi- yeni varyantların ortaya çıkmasına yol açtık. O varyantlar ise, özellikle temel üreme sayıları çok yüksek bir biçimde karşımıza çıktıklarından artık tek başına aşıyla toplumu korumak diye bir yaklaşım -bu hastalık ve pandemi için söylüyorum- neredeyse tamamıyla ortadan kalkmış görünüyor. Dolayısıyla, kişisel olarak tam aşılarımızı yaptırmış olmamız çok önemli. Ama toplumu korumak açısından, artık tam aşılı olmak %95’ler düzeyine gelmeden bu pandemiye karşı güçlü bir yanıt verebilmenin aşıyla mümkün olmadığı bir dönemi yaşadığımızı en azından dünyadaki veriler gösteriyor. Ama buradan şunu da söyleyelim: Özellikle ülkemizde de kullanılmakta olan iki aşının -hem BioNTech aşısının hem de Koronavac aşısının- halen hastalıktan koruma düzeyinde etkili olduğunu, ama özellikle ağır hastalıktan, yoğun bakıma yatıştan ve ölümlerden çok büyük ölçüde koruduğunu da vurgulamamız gerekir. İstersen buradan geçen hafta yayınlanan önemli bir araştırmaya atıfta bulunayım…

OE: Evet, evet.

Hacettepe Üniversitesi'nden üçüncü doz araştırması

KP: Belki dinleyicilerimizin haberi vardır ama ben yine de söyleyeyim: Geçen hafta Hacettepe Üniversitesi'nden meslektaşlarımızın önemli bir araştırması yayınlandı. Bu araştırma, Türkiye'de özellikle üçüncü doz aşı yapılanların karşılaştırmasıyla ilişkiliydi. İki tane Koronavac üzerine bir tane BioNTech yaptırmış olanlarla, üç Koronavac yaptırmış olanları karşılaştırmış meslektaşlarımız ve önemli bulguları var. Hemen ben bu bulguları sizinle paylaşayım: İki Koronavac üzerine bir BioNTech yaptırmış olanlarda hastalıktan korunma %87 civarında bulunmuş. Oldukça yüksek bir oran. Üç Koronavac yaptıranlarda ise hastalıktan korunma %58 civarında bulunmuş. Burada güven aralığının alt sınırı biraz düşük, %43’lerde ama halen önemli bir koruma düzeyi olduğunu söylememiz gerekir. Gerek üç Koronavac, gerekse iki Koronavac ve bir BioNTech yaptıranların tamamı ise ağır hastalıktan, yoğun bakıma yatmaktan ve ölümden korunmuşlar. Dolayısıyla bunlar çok önemli veriler. Türkiye'de bugün itibarıyla üç aşılı olanların oranının %30’lar civarında olduğunu bir kez daha hatırlatarak aşılamanın bize bu hastalığa karşı yanıt vermede çok önemli bir olanak sağladığını da vurgulamış olayım.

OE: Çok haklısın. Hacettepe Üniversitesi'ndeki bilim insanlarının yaptığı bu araştırma, aslında kendi üniversitelerinde beş bin küsur kişinin araştırma sonuçları. Fakat Türkiye'nin daha büyük bir havuzu var. Bu havuzdan daha fazla bilimsel yayın ve projeksiyon yapabileceğimiz veriler çıkarılabilir. Ama hâlâ bu ülke bunu başaramıyor. Ben başka bir yerden örnek vereyim, Lancet’te 1 Ağustos'ta yayımlandı: Kolombiya'da sekiz yüz bine yakın insan BioNTech ve Koronavac -inaktif virüs aşısı ve mRNA- kıyaslamasına tabi tutuldu. Bu verilerden çok daha iyi verinin Türkiye'de olduğunu ve dünyaya sunabileceğimizi bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bu araştırmanın sonucu bence bir noktaya önemli bir vurgu yapıyor: Özellikle Türkiye'de evde, huzurevlerinde 80 yaş üstündeki insanlara şu an ölü inaktif virüs aşısı yapılabiliyor, mRNA aşısı olan BioNTech aşısı yapılamıyor. Ama Lancet’teki bu yayın, 80 yaş üstünde Koronavac’ın etkisiz olduğuna işaret ediyor. Türkiye'nin gücü, lojistik gücü bu insanlara da mRNA aşısını uyarlayabilecek, ulaştırabilecek noktada. Artık bu kişilere bilimsel olarak etkisiz olduğu gösterilmiş bir aşı yapmaktansa, mRNA'yı bu grup için dönüştürmeyi becerebilmesi lazım diye düşünüyorum. Sen ne dersin Kayıhan?

KP: Haklısın. Konuyu uzatmamak için bir şeye daha vurgu yapayım: Şimdi biliyorsun, dünyada gerek mRNA aşıları gerekse inaktif aşılar açısından Omicron varyantına karşı geliştirilmiş aşı çalışmaları var. Henüz bunlar çok gündeme getirilmedi. Bir yandan da Sağlık Bakanlığı'nın bu aşıları elde etmek için nasıl bir çaba gösterdiğini topluma yansıtmasında büyük yarar var. Şu ana kadar ben hiçbir şey duymadım. Dolayısıyla hem özellikle risk grubundakileri daha güçlü koruyacak aşılarla buluşturmak hem de ortaya çıkan yeni varyantlara karşı etkili aşıları Türkiye'ye getirmek konusunda bir açıklama yapmak oldukça önem taşıyor. Yeri gelmişken vurgulayalım; Turkovac aşısıyla ilgili halen ortama herhangi bir bilimsel rapor sunulabilmiş değil. Bunu da söylemek isterim Osman.

Omicron için "izolasyon süresi en az 10 gün olmalı"

OE: Yavaş yavaş sona gelirken ben iki araştırmaya atıfta bulunarak yorumunu da isteyeceğim. Biri, geçtiğimiz programda da söylemiştik, Omicron ile birlikte bulaştırma gün sayısında bir artış var. NEJM’de 21 Temmuz'da yayımlanan araştırmada, semptom başlangıcı veya PCR pozitifliğinden -hangisi daha önceyse- o günden itibaren virüsün kültür negatif hâle, yani bulaştırmayacak pozisyona gelmesi sırasında geçen süre ortalama sekiz gün. Bu yüzden aşılı ve aşısız olduğu fark etmeksizin Omicron geçiren herhangi bir kişinin en az on gün süreyle, en azından sekiz gün süreyle izolasyona tabii olması gerektiğini vurguluyor bu araştırma ki, geçtiğimiz programda da söylemiştik, Türkiye'den Koç Üniversitesi'nin araştırması da benzer yöndeydi. Bir de Jama'da 7 Temmuz'da yayınlanan, Kaliforniya'da yaşam beklentisi üzerine bir makale var. Bu veriler Covid-19’un ne kadar yıkıcı olduğuna bir kere daha vurgu yapıyor. Kaliforniya'da yaşam beklentisi 2019’da 81 yıl iken, 2021’de 78'e düştü. Yani Kaliforniya'da Covid-19 hayatımızdan üç yıl aldı götürdü. Herkesten eşit bir şekilde götürmedi elbette; en yüksek gelirle en düşük gelir grubu arasında yaşam beklentisi arasındaki farklılık 2019’da 11 yılken, 2021’de 15 yıla çıktı. Yani en yoksullar yaşam beklentisini daha fazla kaybettiler. Zaten eşitsizdiler, daha da eşitsizliği derinleştirdi. Tabii Türkiye'de hâlâ 2020’ye ait ölüm verilerini bilmiyoruz, gelir eşitsizliğini bilmiyoruz. Bu iki araştırma özelinde -bulaşacılık ve yaşam beklentisi kapsamında- ne diyorsun Kayıhan?

KP: Birincisi, artık araştırmalar bize şunu gösteriyor ki Omicron varyantında eğer biz bulaşı engellemek için çaba göstereceksek bu izolasyon süresinin gerçekten de en az on gün olması lazım, çünkü araştırmalar on dört güne kadar uzayabildiğini gösteriyor. Bu konuda Sağlık Bakanlığı'nın ivedi olarak bir düzenleme yapması gerektiğini bir kez daha vurgulayalım. İkincisi, maalesef yoksullar hem kısa süre yaşıyorlar hem o kısa yaşadıkları süre içerisinde hayatlarını daha sağlıksız geçiriyorlar. Pandemi de yoksulların bu süreçten olumsuz etkilendiğini maalesef bir kez daha gösterdi Osman. Bu eşitsiz dünyadaki küresel kapitalist üretim biçimi ortadan kaldırılmadıkça da biz buna yalnızca seyirci kalacağız gibi görünüyor.

OE: Yavaş yavaş sona geldik. Herkese iyi, sağlıklı, akıl ve vicdan sahibi günler diliyorum. Savaşsız, işgalsiz, operasyonsuz ve hastalıksız…

KP: Evet, ben de ayrılırken bir vurgu yapıp ayrılmak isterim: Türk Tabipleri Birliği her ay, Türkiye'den ayrılan hekimlere ilişkin rakamları yayınlıyor. En son bu yılın temmuz ayında bir rekor kırıldı ve 231 hekim Türkiye'den ayrılarak yurtdışına göç etmiş oldu. Şu anda, ilk altı ayda, geçtiğimiz bir yıldan -ki rekor geçtiğimiz yıldı- daha fazla sayıda hekim Türkiye'den ayrılıp gitti. Biz de bugün programımızı bitirirken Sema Moritz'le size hoşça kalın diyoruz. “Hasret” diyor Sema Moritz ve “kalbimdeki yaralar daha çok, daha derin” diyerek veda ediyoruz. Hoşça kalın.

ÖM: Çok teşekkür ederiz, hoşça kalın, güle güle.

ÖÖ: Görüşmek üzere.