Delilik, Hezeyan ve Sakatlık: Yeni Şafak Solarken

-
Aa
+
a
a
a

Sakat Muhabbet'te Alper Tolga Akkuş, 31. Altın Koza Film Festivali'nde izleyiciyle buluşan "Yeni Şafak Solarken" filminin senaristi ve yönetmeni Gürcan Keltek ile başrol oyuncusu Cem Yiğit Üzümoğlu ile bir araya geliyor ve delilik ile sakatlık arasındaki bağlantıya değiniyor. 

""
Delilik, Hezeyan ve Sakatlık: Yeni Şafak Solarken
 

Delilik, Hezeyan ve Sakatlık: Yeni Şafak Solarken

podcast servisi: iTunes / RSS

Alper Tolga Akkuş: Merhaba. Açık Radyo’ya, Sakat Muhabbet’e; sağlamcı zihniyetin kör topal muhalifine hoş geldiniz, ben Alper Tolga Akkuş. Bugün 9 Ekim 2024 Çarşamba. Bu haftaki programımızı destekleyen Elvan Zengin Eski’ye teşekkür ederek başlamak istiyorum. Şu anda siz dinlerken, Altın Koza biteli 10 gün kadar olmuş olacak ama biz şu anda ödül törenine iki, üç saat kala oteldeyiz ve konuklarımla beraberim. Bir hafta önce Hêvî, Türkçe adıyla Umut filminin yönetmeni ve oyuncusunu dinlemiştiniz. Bu hafta da yine Altın Koza'daki bir yarışma filminden, Yeni Şafak Solarken filminin yönetmeni Gürcan Keltek ve başroldeki oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu ile beraberiz. Hoş geldin, nasılsınız, iyi misiniz?

Gürcan Keltek: Merhaba, hoş bulduk. Açık Radyo’yu çok seviyorum. 

Cem Yiğit Üzümoğlu: Merhaba, hoş bulduk. Ben de çok seviyorum.

A.T.A.: Ben daha çok seviyorum. İlk sorumuz bizim sabit; Gülcan Keltek kimdir? Cem Yiğit Üzümoğlu kimdir? Neler yapmıştır bugüne kadar ve bir sakatlığınız varsa belirtir misiniz diye başlıyorum programlara. Önce söz büyüğün Cem, Gürcan Bey’den sonra seni alalım.

G.K.: Adım Gürcan Keltek, yönetmenim. Belgeseller çekiyordum şimdiye kadar. Bu ilk uzun kurmaca filmim. Sektörde uzun zaman çalıştım yani reklam çektim, sonra sinemaya geçtim, şimdi işte kurmaca alanında çektiğim ilk filmimle buradayım. 

C.Y.Ü.: Ben de Cem Yiğit Üzümoğlu, Ben de oyuncuyum, tiyatro yapıyorum, sinemalarda oynuyorum ve dizi yapıyorum. Sakatlığım var mı diye düşünüyorum yani şimdi fiziksel bir sakatlığım yok herhalde ama akli sakatlığım vardır herhalde.

G.K.: Evet, evet. Bu arada ben de o ikinci sorunuza cevap vermeyi unuttum; fiziksel olarak yok ama zihinsel olarak var bence. Olmaz olur mu, olmaz olur mu? Dürüst olmamız lazım. 

A.T.A.: Burada zaten normal kelimesinin kendisi sakatlık bence. Normal ne demek? Onu açmak lazım.

G.K.: Normalin kendisinde bir sakatlık var zaten, normal demesi insanın kendisine. Yani ben gerçekten de hem çok mutlu oldum, hem de çok önemsedim şurada yaptığımız konuşmayı çünkü sakatlık denince - demin de aslında kayda girmeden önce onu konuşuyorduk sizinle - hep böyle bir fiziksel, bedensel ya da bir vücudumuzun bir uzvuyla ilgili bir şey var zannediyor insanlar ama biz aslında bütün filmin konseptini ve duygusunu, o sakatlık ve o sakatlığın yol açtığı, domino taşı gibi birbirine çarpa çarpa bir insanın hayatını sosyal anlamda olanaksız hale getirmesi üzerine kurduk. O yüzden aslında çok çok ilgili olduğunu düşünüyorum programın konseptiyle.

A.T.A.: Şimdi programın tam ortasında müzik arası oluyor, ona kadar filmi konuşalım. Sonrasında ikinci bölümde delilik sakatlık mı? Deli demek iyi mi, doğru mu onlara girelim. Yeni Şafak Solarken, sizin ilk kurmaca filminiz; nasıl bu fikir uyandı ve nasıl gelişti, bugüne geldi?

Yeni Şafak Solarken

G.K.: Aslında bir belgesel film planlıyordum mesleği oyunculuk olan, sanatçı, genç bir arkadaşımla. Sonra zaman içerisinde ben projeyi geliştirdikçe kurmaca bir şeye dönüştü ve aslında orada şöyle oldu; yani sakatlık demişken - bir zihinsel sakatlığın 72 saatini bir psikotik atağın birkaç gününü anlatıyordu proje. Fakat oradaki o zihinsel sakatlık, benim o insanla o filmi yapmama engel oldu aslında - çünkü başka öncelikleri vardı ve o sırada hayatında bu mevzuya eğilmesi gerekiyordu biraz. Onun farklı kaygı bozuklukları oldu ve ben de aslında bu zor dönemde hayatını daha fazla zorlaştırmak istemedim. Ama artı olarak da bir oyuncunun üst bakışına ihtiyacım vardı ve o yüzden de bir kurmacaya döndü - zaten ben de bir aktörle çalışacağım dedim ve sonra buna evrildi film. 

Aslında iyi bir sanatçı olma ya da güçlü bir sanatçı olmaya çalışırken, sakatlanan biri üzerine bu film çünkü sanat üretimi ya da bir sanat dalıyla uğraştığınızda da o konuda bir kabiliyetiniz olup olmadığına, tırnak içinde ‘güzel ve kalıcı’ bir şey üretip üretmeyeceğiniz kaygısı aslında sizin belli zihinsel sakatlıklarınızı göz ardı etmenize yol açıyor. Yaptığınız işler, var olma çabası o durumu geriye doğru itiyor ve onunla yüzleşmiyorsunuz. Bu süreçte bu, benim çok ilgimi çekti çünkü çok akut bir değişim yaşıyordu karakter kendi içinde ve kendimi de yakın hissettiğim bir temaydı. Çünkü film üretiyorsanız, oyunculuk yapıyorsanız, yazıyorsanız, çiziyorsanız aslında zihniniz sizi önemli bir yerinizi teşkil ediyor vücudunuzda ve pek çok insanın, özellikle benim gibi akademik geçmişi olan insanların da bunu yaşadıklarını çok fazla gördüm ve bakir bir alan olduğunu düşündüm. Yeni Şafak Solarken'in bütün yapısı, omurgası bu şekilde çıktı.

A.T.A.: Cem Bey, siz nasıl bu proje ile tanıştınız? Oyuncusunuz, daha önce böyle delilik, hezeyan gibi roller gelmiştir muhtemelen. Benim aklıma Hamlet geldi. En belirgini de o muhtemelen. Hamlet ile başlıyor hikâye belki de...

C.Y.Ü.: Doğru. Bu her insanın içerisinde olabilen bir şey ama sanki sanatçı olmak isteyen insanlarda daha çok böyle oluyor – ya daha fazla tetiklenebiliyor, ya da daha büyük bir yaraya sebep olabiliyor

G.K.: …ve hayatın diğer alanlarını ele geçiriyor.

C.Y.Ü.: Her şeye sirayet ediyor yani insanın kendine olan güvenini paramparça ediyor. Anton Çehov’un Martı’sında çok güzel bir söz vardı: Nina en son Rusya'ya gider, Moskova'da tiyatro yapmak iste, çok iyi olamaz ama tek istediği odur. Onun için onu seven adamdan vazgeçer gider ve Moskova'da aktörlük yapmak ister ama beceremez, dener dener olmaz. Hamile kalır, çocuk düşürür. Hiçbir zaman iyi bir aktrist olamayacağını anladığı ve geri döndüğü bir vakit vardır kasabaya ve orada onu eskiden seven kişiye şunu söyler, ‘Bir insanın kötü oynadığını bilmesi ne kadar kötü bir şeydir bilemezsin’.

G.K.: Evet, onu kabul etmektense başka bir gerçekliği kucaklamayı göze almak, onu kabul edip edememe noktasıdır.

C.Y.Ü.: Bu öyle bir şey ki, sanki bir askersin ve bir savaşın içerisine giriyorsun. Yarın öleceğini biliyorsun ama yine de devam etmek zorundasın çünkü seni tutan şey, o savaşın kendisi aynı zamanda. Sanatçılık da öyle bir şey bence. Herkes öyle olmak zorunda değil ama eğer sakatsan öyle bir şey. Tabii burada da film bunu gösteriyor aslında yani çok küçük donelerle bize bunu veriyor ama bir oyuncu olarak ben beceriksiz ve kötü oynuyorsam ve bunu biliyorsam ve sevilmiyorsam ve beğenilmiyorsam ve kendimi de beğenmiyorsam bu varoluşumu etkiliyor.

G.K.: Evet, organik bir şey insanın kendini geliştirmesi. Bir organizma o, canlı bir şey.

C.Y.Ü.: Her defasında da değişiyor, senin üstüne bir şey daha ekleniyor. Bavulun doluyor, bavulun ağırlaşıyor, yaraların büyüyor, bakışın değişiyor. O yüzden aslında bir sonraki gün daha iyi yapabildiğin gün olduğu için hiçbir zaman yaptığın şey sana yeterli gelmiyor yani aslında çok sağlıksız da bir şey de değil ama işte bu da işin gerçeği.

A.T.A.: Şimdi ortalara geldik, müzik çalıyoruz ve konuklara soruyorum. İkinizden biri, hanginiz isterse bir müzik çalacağız, ne olsun?

G.K.: Hadi Cem, sen söyle.

C.Y.Ü.: O zaman Joy Division’dan “New Dawn Fades” olsun.

G.K.: Filmin ismi de o şarkıdan geliyor çünkü. Joy Division benim çok sevdiğim bir post punk grubudur - aslında bunun da ötesidir çünkü Ian Curtis’in şarkı sözleri son derece varoluşçu ve vaktinde de bir post punk grubunun solistinin böyle sözler yazması çok da anlaşılamamıştır aslında. Sonradan, vefatından sonra aslında onun o varoluşçu tondaki şarkı sözleri daha başka bir anlama kavuştu ama tabii ki çok ikonik ve çok kült bir grup.



A.T.A.:Sakat Muhabbet devam ediyor. Bu hafta Altın Koza'da ben bayağı bir içerik yapmıştım ve onun en sonuncusuyla karşınızdayız şu anda. Yeni Şafak Solarken filminin senaristi ve yönetmeni Gürcan Keltek ve başrol oyuncusu Cem Yiğit Üzümoğlu ile birlikteyiz. Ben Sakat Muhabbet’e konuk olun diyene kadar bu film sakatlıkla ilgili diye aklınıza geçiyor muydu, sakatlık bu diyor muydunuz? Onu bir açalım.

Delilik de Sakatlık mıdır?

G.K.: Diyordum çünkü birincisi aslında çok soyut bir şeyden bahsediyoruz ama bir düşünce dizgisini lineer bir hale getirememek, gündelik yaşam ya da birileriyle yaşamayı gerektirecek o lineer yapıya sahip olamamak, bunu sağlayamamak kendi zihninde ve bu anlamda benim için baştan beri adlandırdığım şey oydu. Biz o yüzden de aslında delilik kelimesini kendi aramızda çok kullanıyorduk. Her ne kadar tartışmalı bir kelime de olsa onu da konuşuruz belki.

A.T.A.: Ben sakat dediğim için pek çok kişi bana kızıyor mesela, aynı mantık.

G.K.: Aslında sakat da bana delilik gibi ters bir yerden tınlamıyor.

C.Y.Ü.: Bana da öyle tınlamıyor.

G.K.: Belki bu kelimelerin argo ile olan ilişkileri sebebiyle bir grup insan böyle düşünüyor olabilir ama bence sakatlık ve delilik o anlamda ton olarak aynı yerdeler, benim için de ofansif bir yerde değiller. Ben tek bir spektrumun içinde kalsın istemedim; zihinsel sakatlığı genel bir yerden tanımlamak istedim çünkü o karakterin duyusal dünyası benim için önemliydi - sesleri nasıl duyduğu, sesleri nasıl zihninde filtrelediği, neleri gördüğü ya da neleri gördüğünü sandığı olayın kendisinden daha önemliydi. 

Sakat, aslında çok katmanlı bir kelime ve zaten bütün filmin omurgası. Sosyal ilişkilerin nasıl sakatlandığını, kendisindeki zihinsel sakatlığın nasıl bütün sosyal ilişkilerine bulaştığını - aileye ve kız arkadaşına, diğer bütün katmanlarına nasıl sıçradığı üzerine olduğu için olanaksızlık var orada yani bir şeyin sürememesi ya da sana yakın olan insanların sana hemşirelik yapmaya başlaması... Aslında dıştan bakıldığında, bedensel bir sakatlık olmamasına rağmen gündelik yaşam pratiğini sürdürememek üzerinden giden sakatlık olduğu için ben bunun diğer sakatlık biçimleriyle ya da sakat varoluşla aynı yerde gördüm hep. O yüzden biz delilik kelimesini de kullanırken kendi aramızda kodladığımız yerin başka olduğunu düşünüyorum - özellikle bu film özelinde ya da Cem ile ben aramızda konuşurken böyle oldu.

A.T.A.: Bayağı da aranızda uzun uzun, derin derin konuşmuşsunuz gibi hissediyorum.

G.K.: Araştırma yapıp, doktorlara gidip şunları, bunları yapmadık; bizim için önemli olan uzun uzun bir araya gelip konuşmak ve bu karakteri anlamaya çalışmaktı. Bence sinemada bu çok önemli. Eminim Cem de bir karaktere hazırlanırken öncelikle bunu yapmaya çalışıyordur yani o karakteri anlamaya çalışmak benim için bu filmin serüveninde filmi bitimi, montaj aşamasında da bu karakterle ilgili öğrendiğim yeni şeyler oldu.

A.T.A.: Cem sana da şunu sorayım; sen bu kişiyle tanıştın mı, gerçek kişiyle tanıştın mı, konuştun mu onunla? Nasıl ürettin, nasıl yarattın bu karakteri?

C.Y.Ü.: Maalesef tanışmadım ama sakatlık meselesi için ben bir şey söylemek istiyorum; aslında sosyal sakatlık daha önemli sanki - özellikle bu film için, kafa sakatlığı da bedensel sakatlığın içerisine dahil ederek söylüyorum, ben siz söylemeden önce düşünmemiştim sakatlık mevzusunu ama sanki bu karakter için aslında şöyle bir şey var; o kadar anlaşılamaz bir dünyanın içinde buluyor ki kendini, o kadar yalnız kalıyor ki hem kendine hem etrafına karşı tekinsizleşmeye başlıyor. Bu adam sakattır - daha argo, daha amiyane tabiriyle kullandığımız sakatlık.

A.T.A.: ‘Sakat mısın lan!’ gibi şeyler de oluyor ya...

C.Y.Ü.: Bu adam sakat çünkü biz onu anlamıyoruz. O yüzden biz o sakat olan deliğe gidiyoruz, lityumu veriyoruz ki o bizim anlayamayacağımız şeyler yapmasın.

G.K.: Cem'in söylediği yerden devam etmek istiyorum çünkü zihin kendi kendine saldırıya geçiyor yani belki o zihin o sosyal sakatlığın eksenine etrafındaki insanlarla birlikte oturuyor ama bir süre sonra o sakatlık size bedensel anlamda saldırmaya başlıyor. Bunu, gündelik yaşam pratiklerini gerçekleştirmekten tutun da sevdiğiniz kızın sizi terk etmesine kadar giden bir spektrumda düşünüyorum O hücum, o saldırı zaten hep bir mücadele ve hiç bitmeksizin...

C.Y.Ü.: Zaten oradaki en büyük problem de bu; senin ne yaptığını görüyor, senin ona karşı ne hissettiğini görüyor ama sen ona karşı ne hissettiğini bilemediğin için o tekinsiz kişi olmuş oluyor, deli olan o olmuş oluyor. Aslında alımlama konusunda bir sıkıntı yaşamıyor, bir geriliği yok o konuda, hiçbir sorunu yok, bir şeyi anlama konusunda hiçbir problemi yok ama bir şeyi anladığında o duyguları yaşamak, işte o bir problem haline geliyor.

A.T.A.: Anlayıp yorumlamada sıkıntı çekiyor.

C.Y.Ü.: Kontrol etmede problem yaşıyor.

G.K.: Ya da bütün bunların sonucunda yaşadığı yalnızlıkla yüzleşmek ve onunla baş etmek konusunda sıkıntı yaşıyor yani yalnızlık aynı yere çıkıyor.

A.T.A.: Zaten literatürde artık 'Bilişsel farklılık' deniyor, bu karşılıyor sanıyorum.

G.K.: Bilişsel Farklılık, evet. İngilizcede de giden yer o yani tam onun Türkçe çevirisini söylediniz, o da literatüre girdi. 

Filmin İsim Hikayesi

A.T.A.: Peki, filmin ismi o şarkıdan ama hezeyanla ilgili bir şey var mı?

G.K.: Var çünkü ‘Yeni Şafak’ dediğiniz şey doğan, başlayan, sıfırlanan, temizlenen bir şey ama filmde tanımlanan o şafak, eğer soyut bir yerden konuşuyor isek zaten bir gün batımı gibi doğuyor çünkü yarın ne olacağını biliyor, yarının da onu neyin beklediğini biliyor ve bu bilgiyle hayatına devam ediyor. Aslında o anlamda karakter geleceğe ilişkin de bir nostalji yaşıyor çünkü bu zihinsel durum sebebiyle hayatının gittiği yeri artık görüyor.

A.T.A.: Cem Bey’e sorayım; siz ne söylemek istersiniz, ne uyandı oynarken ya da sonra izlerken?

C.Y.Ü.: Bana oldukça karanlık bir his veriyor, karanlık bir film.

A.T.A.: Film de öyle.

G.K.: Film karanlığı kucaklıyor, kendi karanlığını kucaklayan bir film.

C.Y.Ü.: Yeni Şafak diyorsun, onun doğması gerekirken solarkene dönüyor.

A.T.A.: Aslında şafak güzel bir şey; yeni bir gün, yeni bir umut ama  soluyor deyince tersine dönüyor durum. Bir şeyler söyleniyor, bir dilden bahsediyor - mitolojik göndermeler gerçek mi, filme uyarlanmış şeyler mi? 

G.K.: Uydurduğum yerler de oldu ama tamamıyla gerçeği koyarak oradan uydurdum. Niye? Çünkü mesela Mithra denen bir varlık gerçekten de var yani halk söylemlerinde ya da o pagan kültürü içerisinde inanılan biri ama oradaki inanç sistemini biraz ben de uydurdum. Onun dışındaki bütün tarihi elementler doğru. Gerçek bir tarihi ya da bir ezoterik yapının içerisine ben kendi uydurma tarikat sistemimi yerleştirdim.

A.T.A.: Film ‘Durugörü’ sekansı ile başlıyor.

G.K.: Aslında ölmüşler ya da ermişlerle konuştuğunu düşünüyor, onları duyduğunu düşünüyor. Gerçekten konuşuyor mu? Yani gerçekten konuşuyor, gerçekten seçilmiş olduğunu düşünüyor  ya da  gerçekten seçilmiş mi? Film buna cevap vermiyor çünkü hiçbir önemi yok. Evrenin tam ortasında hissetmeye başlıyor kendini, merkezinde. Zaten sakatlık diye de konuşuyoruz yavaştan ve asıl sakatlığın en büyüğü burada. Grandios hissettiğinizde kendinizi en büyük güce ve sanki bütün evrenin merkez noktasındaymışcasına hissediyorsunuz ve bunun kendisi bir illüzyon. Eğer zihinsel sakatlığınız yok ise ya da bu belli bir derecede ise, bununla baş etmenin belli yollarını biliyorsunuz. Yani orada sizin gerçek filtreniz var ve diyoruz ki ‘yok’! En fazla gündelik hayatta, spektrumda egosu yüksek halde kalıyorsun ama grandios isen gerçekten oradasın, hissediyorsun. Senin kaybettiğin ve sakatlandığın yer orası. Sen evrenin merkezi falan değilsin, sen evrendeki diğer varlıklardan sadece bir tanesisin.

A.T.A.: Bir de Locarno’dan ödülle geldi buraya film. Bu filmi oradakiler nasıl algıladı çünkü çok farklı bir bakış açısı, başka bir zihin yapısı?

Locarno ve Adana Altın Koza’dan Gelen Tepkiler

G.K.: Aslında benim için burada, Türkiye’de insanların nasıl gördüğü daha önemliydi, ben daha merakla geldim buraya çünkü filmde demin izah etmeye çalıştığım sebeplerden dolayı ezoterik bir ton var ve o ezoterik ton bir meta yani meta bir yerden, bir konsept olarak bir Avrupalının izlemesi ile bizim gibi dinin çok hayatın ekseninde olduğu, hatta siyasal İslam'dan gelen, oradan beslenen, hükümetler tarafından yönetilen bir atmosferde onun nasıl algılanacağını çok iyi biliyordum. Bununla ilgili de sorular da geldi Locarno’da bana. Çok ilginç bir şey söyleyeyim; bir Avrupalının tırnak içerisinde ‘deliliğe bakışı’ ve o konudaki bütün çıkmazlarıyla, buradaki insanların bakışı ve çıkmazları aslında birbirine aşırı yakın çünkü o modernizm, o Avrupa kültürünün bütünü ya da o sistem aynı şekilde işliyor.

Biz bütün film festival filmleri arasında en iyi filmi aldık eleştirmenler tarafından. Şöyle hissettim; hepsinin ailesinde, sülalesinde vardır ve bildikleri bir şey. Biz bu filmi daha yapılmadan önce Cannes’ın atölyesine sunduğumuzda da hissetmiştik - hepimiz insanız ve bütün farklı sosyolojilerden kültürlere gelmemize rağmen aslında bir ailede bunun yaşanması benzer bir yerden can yaktığı için Avrupalı ile Türk'ün gelip böyle bir filmi sevmesiyle ya da sevmeme sebepleri birbirine benzer oluyor.

A.T.A.: Burada da bir çok kişi filmi zorlayıcı bulduğu için muhtemelen ayrıldı, çıktı.

G.K.: Olabilir. Ben zaten herkesin beğenisine göre bir film yaptığımı düşünmüyorum. Seyirciyi zorlayan, seyirciden emek isteyen, kendi yorumunu ve kendi hikayesini, yalanını bulmasını talep eden, seyirciden belli talepleri olan bir film olduğu için ben bunu doğal karşılıyorum. Ama mesela buraya gelmeden önce sinemacı bir arkadaşımla konuşuyordum ve dedi ki, ‘Benim çok kötü bir deneyimim oldu hayatta ve filmin birinci saatinden itibaren ben inanılmaz bir kafaya girdim, çok özür diliyorum çıktım filmden’. Yani aslında bu festivaldeki konuklar arasında bile gelip kendi hayatından ya da aile çevresinden ya da arkadaşlarının arasında bu tarz deneyimlerin içinden geçmiş insanlar görüyoruz. O yüzden bir sinemayı bir konsept ya da bir dil olarak görmeleri ve bunu bir film dili içerisinde değerlendirmeleri bir tarafa, hem Locarno’da, hem de burada daha kişisel yerlerden alan insanlar oldu. Bu da benim bir yönetmen olarak çok ilgimi çekiyor. Beğensin ya da beğenmesin, duygusal olarak neyi tetikliyor, neyi uyandırıyor sende, neyi çağrıştırıyor, bunları gözlemek sinemacı olarak benim çok ilgimi çekiyor çünkü ben bunu anlamak için bu filmi yaptım. Buraları deşmek için yaptığım için o konuşmalar normal bir filmde gelip seninle konuşmalarından daha değerli ve samimi. Mahrem bir hal aldı yani bu tarz şeyleri söylemek için seni kenara çekip söylüyorlar çünkü hala o stigma var ve bu yüzden de ilginçti yani tepkileri negatif ya da pozitif bir yerden görmek ilginçti.

A.T.A.: Sanat awoke etmek için var aslında bir yandan da.

Yaratma, Uydurma, Yazma, Oynama ve Bir Boris Vian Sözü

G.K.: Sanat awoke etmek için var ve aslında sen eğer böyle bir film yapıyorsan aslında bütün emeğin de bu awoke üzerine. Zihnini bu filme döktüysen, o zaman her türden neyi yok ettiğiyle de onu kucaklaman gerekiyor.

A.T.A.: Dediniz ya uydurma ile gerçek arası yazdığım yerler oldu filmde diye, Boris Vian şöyle diyor, ‘Yazdığım her şey gerçek çünkü hepsini ben uydurdum’. Böyle bir lafı var, doğru bir laf mı? Bunun üzerinden sana sorayım Cem. Yani oyunculuk da aslında böyle bir şey; oyunculukta da yarattığın ve uydurduğun her karakterin gerçek olması meselesi.

C.Y.Ü.: Yani bir çocuğun yağmurlu havada, çok zorlu koşullarda bir peçeteyi bulup kendi kendine bir kuş yaratması, işte bu kendi kendine yaptığın bir inanç. Yani inanıyorsan o zaman gerçektir ve nitekim burada da böyle bir durum var, filmi yapan yönetmen olarak da böyle bir şey var, filmin kendisinde de bu var. Beni oyuncu olarak, bunu yapan kişi olarak bu bende de var. İnanıyorsan o gerçektir, ne kadar inanıyorsan o kadar gerçektir.

A.T.A.: Aynı şekilde aynı şeye inanıyorsan inandırırsın da zaten. 

C.Y.Ü.: Filmdeki karakterim Akın, bir şeyin olduğuna inandığı için biz o dünyayı görebiliyoruz. Eğer orada o sesi duymuyor olsaydı o ses o zaman olmazdı zaten. O sesi duyduğu için o dünya bize görünüyor, beliriyor ya da diyoruz ki bu sütunun arkasında bir şey var şu anda, bütün film oraya yaslanıyor zaten çünkü ona inanıyor. Zaten temel mesele de bu; asıl sakatlığı bu aslında, kimsenin inanmadığı bir şeye inanıyor olması.

A.T.A.: Çok sağ olun konuk olduğunuz için Sakat Muhabbet’e, son sözlerinizi alayım.

C.Y.Ü.: Çok teşekkür ederim, ben çok memnun oldum. Hakikaten böyle filmi nasıl çektiniz, şöyle miydi, böyle miydi gibi sorulardan ziyade sizin de sormuş olduğunuz şeylerle anlamam ve yorumlamam açısından yeni şeyler doğdu benim adıma da.  Sonuçta bir film eğer iyi bir film ise o insanın içinde yaşıyor ya, filmi yapan bir insan olduğum için değil ama filmi seyredip de etkilenen bir insan olduğum için bu bende büyüyor yani büyürken de siz böyle bir yerden yaklaştığınız için teşekkür ederim, daha farklı bir yerden düşünmeme sebep oldunuz.

G.K.: Ben de ayrıca teşekkür ederim. Filmi birlikte yaptık Cem, sadece ben yapmadım. Açık Radyo’yu böyle arada açıyorum, ben konuşan kafaları dinlemeyi çok seviyorum, hem zihnimi boşaltıyor, hem de bir şeyler öğreniyorum. O yüzden de ben de çok sevdim bu söyleşiyi - programı da dinleyeceğim bu arada. Radyo benim hayatımdan hiçbir zaman çıkmadı yani hiçbir zaman benim için olay Youtube'a, Spotify'a vs. dönmedi. Çünkü radyo hala benim yeni bir müzik ya da bir sürü mevzuyu keşfettiğim bir yer.

A.T.A.: Çok çok sağ olun. Gürcan Keltek ve Cem Yiğit Üzümoğlu idi konuklarımız, çok sağ olun. Bu hafta destekçimiz de Elvan Zengin Eski idi, ona da teşekkür ediyorum ve ‘Dünyanın bütün sakatları eğleşin’ diyorum. Haftaya görüşmek üzere, hoşça kalın.