Türkiye’yi yönetenlerin bazı Batı ülkelerinde propaganda/miting talepleri o ülkelerin merkez ve eyalet yönetimleri tarafından kabul edilmiyor.
Kaynak: Diken (4 Mart 2017)
Kişisel olarak bu yasakların doğru olmadığı, herkesin, dünyanın her yerinde, o ülke hukukunun ve evrensel ilkelerin sınırları içinde kalmak kaydıyla konuşabilmesi gerektiği kanısındayım. İfade özgürlüğü de, diğer hak ve özgürlükler gibi ya vardır ya yoktur. Herkes için aynı ‘tutarlılıkla’ savunulmalı.
Bu somut gerçeğin kabul edilmesi, konuşmak isteyenin niteliğinin görmezden gelinmesini gerektirmez tabii. Ne oldu da üç beş yıl öncesine dek tüm Müslüman ülkelere örnek olacağı varsayılan bir hareketin mensuplarına, artık düğün salonu dahi tahsis edilmiyor?
Hâlihazırda Türkiye’yi yöneten ‘kadro,’ dışarıdan hiç de burada pazarlanmaya çalışıldığı gibi görünmüyor. Aklı başında bir Batılı demokrat Türkiye’yi demokratik sistemlerin terminolojisiyle anmıyor nicedir. Kuşkusuz AKP’liler de durumun farkında. Ancak iktidarının ilk yıllarında batılı rejimlerin görüş ve desteğine büyük önem veren ve onların omuzlarında yükselen AKP, ufkunu artık vatan sathındaki herhangi bir kahvehanenin genel kanısıyla sınırlandırmış durumda. Takdir edersiniz ki ‘Almanlar kıskançlıktan çatlıyor’ düzeyindeki bir propaganda başka türlü açıklanamaz. Sorun şu ki, o kahvelerde okeye dönenlerin de böylesi bir düzeyi ciddiye alma olasılıkları pek yok. Herkes, Almanların bizi kıskanmayacağını bilir, düşünür!
Ne kadar sakin yazıyorum değil mi? Sanki Türkiye’nin uygulanan, ciddiye alınan bir anayasası varmış, idare hukuk içinde hareket ediyormuş gibi. Sanki Türkiye, ‘Tek TV, tek gazete, tek parti’ rejimine geçmemiş gibi. Sanki 23 yıldır Başkent’i yöneten belediye başkanı daha üç beş gün önce çoluk çocuğun darbe olasılığına karşı ‘silahlanıyor,’ ‘pompalı tüfekleri eve atıyor oluşlarını’ takdirle anmamış gibi. Sanki her OHAL KHK’sinde insanlar sorgusuz sualsiz işinden gücünden edilmiyormuş gibi. Sanki 2017 yılında klasik burjuva demokrasisinin en temel ve eski ilkelerine muhtaç kalmamışız gibi. Sanki 16 Nisan’da bir ‘tek adamlık’ olasılığını oylamayacakmışız gibi. Sanki…
İşte iktidar mensupları da aynı sükûnetle yapıyor yorumlarını.
Ardından…
Binlerce yurttaşın adını OHAL KHK’lerine yazıp yaşamlarını alt üst eden, ekmeksiz bıraktıklarının karşısına geçip gencecik insanların canlarına kıymalarını izleyen, sonrasında o insanlardan ‘kuru’ ve ‘yaş’ sıfatlarıyla söz etmeye cesaret edebilenler, dünyadan hürmet ve anlayış bekliyor.
Çünkü burada ne yaparlarsa yapsınlar alkışlanmaya alışmış durumdalar. Ne yaparlarsa yapsınlar. Ne söylerlerse söylesinler. Adaletsizliklerinin boyutu ne olursa olsun. Muhterem Hocaefendi: Şak şak şak. FETÖ: Şak şak şak. Uçağı biz düşürdük: Şak şak şak. Hayır FÖTÖ düşürdü: Şak şak şak. Barış süreci: Şak şak şak. Vatan hainleri: Şak şak şak. Van minüt: Şak şak şak. Gitmeselerdi: Şak şak şak. Kardeşim Esad: Şak şak şak. Katil Esed: Şak şak şak… Kuşkusuz bu ‘şak şak’ın saygı ve onaydan değil; çıkar, dalkavukluk ve çaresizlikten kaynaklandığını, er geç anlarlar.
Her neyse, gelelim içimizdeki Almanlara! Bir iki gündür Batı’ya demokrasi ayarı verenlerin, Türkiye’de muhaliflere nasıl davrandığı sır mı? Türkiye’de muhalif olana baskıyı Almanlar mı yapıyor? Belki de. Çok vaka var ama ben üniversiteden örnek vereyim. Bugün, birkaç istisnai ‘medeni kurumu’ bir yana bırakırsak, Türkiye üniversitelerinin herhangi birinde bir muhalifin konuşmasını kolay mı sanıyorsunuz? Ne kolayı, neredeyse imkânsız!
Şimdi hükümetin tepkilerine bakınca, yaşadığımız koşulların yabancılar tarafından yaratıldığını düşünüyor insan. Olabilir mi? En bilinenleri hatırlatalım: Örneğin geçen yıl mayıs ayında AKP’nin Özgül Ağırlığı’nın Turgut Özal Üniversitesi’nde yapacağı konuşma iptal edilmişti. Bakmayın adının Özal olduğuna, İsveç kurumudur. Davranış, çok tipik İsveçli bağnazlığıydı.
Yüzlerce imzacı akademisyen? Yabancı parmağı mı dersiniz? Olur mu olur. Malum metne imza attıktan sonra Stockholm’deki evinden ayrılmak zorunda kalanlar, Kopenhag’daki üniversite odasının kapısının çarpı atılanlar, Yine Kopenhag Üniversitesi tarafından sözleşmeleri yenilenmeyenler, Oslo Üniversitesi’nin tüm imzacı akademisyenleri Norveç Kralı tarafından imza edilip yürürlüğe giren bir kararnameyle atması, Londra’da akademisyenlerin evlerine polis baskını yapılması… Ne berbat işler.
Bizimkiler Almanlara çok kızgınlar. Haklılar da. Daha geçenlerde çok sayıda üniversite ile birlikte Berlin Üniversitesi’nden de bir kararname ile 72 akademisyen atıldı. Berlin Üniversitesi’nin nükleer tıpçı rektörü daha önce de çok sayıda soruşturma açmıştı akademisyenlere. Tabii bu kadar akademisyen atılınca Almanya’daki demokratlar tepki gösterdi. Alman sağcısı ise bildiğiniz gibiydi: Alman devletinin ekmeğini yiyenler vs.
Berlin Siyasal mezunları ve eski, şöhretli hocaları ile Alman milletvekilleri, üniversite yerleşkesine gelip bir basın açıklaması yapmak istedi. Ne mümkün! Alman çevik kuvvet polisi, Alman TOMA’ları ve doğal olarak Alman kurt köpekleri, insanların içeri girmesini engelledi. Hocalar tartaklandı. Görmeliydiniz o anları. Berlin’de değil, Türkiye’de olduğunuz için bin kez şükrederdiniz.
Sözünü ettiğim soruşturmalar içinde en matraklarından birini anlatayım ki, özgürlükçü yöneticilerimizin Berlin Üniversitesi’ndeki bu çılgın işlere ve akademik özgürlüğün yok edilmesine gösterdikleri haklı tepki daha iyi anlaşılsın.
Birkaç ay önce Berlin Hukuk’ta bir açık oturuma izin verilmedi. Malum, Almanya’da OHAL var ve ülke aylardır OHAL KHK’leri ile Federal Meclis devre dışı bırakılarak yönetiliyor. OHAL’in gerekçesini anlamak mümkün kuşkusuz. Almanya’da uzunca bir süre devlet içinde örgütlenmelerine izin verilen bir tarikatın mensupları askeri darbe tezgâhlamaya çalıştı, malum.
İşte Almanya’daki OHAL hakkında, Berlin Hukuk’ta ikisi kendi hocası olmak üzere üç profesör konuşma yapacaktı. Ancak Berlin Hukuk’un, aslen Bavyeralı olan dekan vekili, izin vermedi. Bunun üzerine konuşma, Berlin Hukuk’un komşusu olan Berlin Siyasal’da gerçekleşti. Berlin Siyasal’ın insan hakları/idare hukuku hocası, salon tahsisi sorunu çözülemeyince (çünkü Berlin Siyasal’ın başında da o esnada her açından bir Hollandalı vardı ve Hollandalı, iki gram akademik özgürlük uğruna başını derde sokmak istemiyordu) ek ders yapmaya karar verdi. Berlin Siyasal’ın konferans salonu hınca hınç doldu. Sonuç? Çok tipik bir Alman olan Berlin Üniversitesi rektörü, Berlin Siyasal’ın insan hakları hocasına soruşturma açtı. Akıl alır gibi değil! Bununla kalsa iyi. Üstüne bir de yurt dışı görevlendirme yapmıyormuş, o insan hakları hocası için. Yurt dışındaki toplantılara gidemiyormuş adam.
Bir anı ile bitsin yazı. Ki siz de iyice kavrayın İskandinav üniversitelerinin hali pür melalini. Yıllar önce, Berlin Üniversitesi’nde rektör seçimi vardı. Ben, son derece zarif bulduğum bir adaya oy verecektim. Diğer güçlü aday için propaganda gezisi yapan bir profesörle karşılaştım koridorda. Kime oy vereceğimi sordu. Yanıtladım. Ardından şu tipik Alman tepkisini verdi: ‘Ya yapma Allah aşkına, o gidip Norveç’te yöneticilik yapsın, bize uymaz.’ Evet, Berlin Siyasal’daki bir profesörün en büyük endişesi, İskandinav zihniyetiyle yönetilmekti! Neyse ki benim oy verdiğim aday kazanmadı da, profesör ve şürekâsı, medeniyet işkencesinden kurtulmuş oldu.
Diyeceğim o ki muhterem okur ve sevgili muhalif akademik personel, Berlin’de yaşayıp çalışıyor olabilirdin. Şükret…
Unutkanlık notu: İki önceki yazıda (Nurcan, Nursel…) komşu fakülteyi anmayı tümüyle unuttuğumu fark ettim! Berlin Hukuk’tan atılan üç sevgili meslektaşımız (Cenk, İnci, İrem) kusuruma bakmasın.