Neoliberalizm demokrasiyi nasıl ortadan kaldırıyor?

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de Ferda Keskin'le mülteciliğin çeşitli biçimlerini anlamak için neoliberalizmin görünmez şiddetini araçsallaştırarak iklim mülteciliği için tartışma alanı açmaya çalışıyoruz.

Neo-liberalizm demokrasiyi nasıl ortadan kaldırıyor?
 

Neo-liberalizm demokrasiyi nasıl ortadan kaldırıyor?

podcast servisi: iTunes / RSS

Ferhat Kentel: Merhabalar, günaydın herkese. Burası Açık Radyo, Hüsnükabul'desiniz. Bugün Waseem bağlanmakta zorluk çekiyor, bu nedenle ben başlatıyorum programı. Ömer Madra, Özdeş Özbay ve Ferda Keskin var yanımda. 

Ferda Keskin'i bilmeyenler için kısa bir açıklama; bizim felsefeci arkadaşımız, Bilgi Üniversitesi'nde öğretim üyesi. Bugün Ferda Keskin'i buraya çağırmamızın sebebi, onun neoliberalizm üzerine çalışması, kitaplar çevirmesi. Neoliberalizmi mültecilik bağlamında konuşacağız. 

Mültecilik, ırkçılık, popülizm... Dünya kadar şeyden konuşurken, aslında bütün bunlarla el ele giden, onların altyapısını oluşturan ya da eşleştiği bir ideoloji olarak neoliberalizmi çok da fazla konuşmuyoruz. Tüm bunların arasındaki bağlantıları yeteri kadar kurmuyoruz. Ferda'yla bunu konuşalım dedik.

Mesela geçtiğimiz günlerde, enflasyona esas olan maddelerin fiyat listesinin açıklanmasıyla ilgili DISK ve TÜİK arasında bir olay yaşandı, TÜİK açıklamayı durdurdu. DİSK TÜİK'e dava açtı ve kazandı. Ankara 6. İdare Mahkemesi bilgi edinme hakkı çerçevesinde İşçi Konfederasyonu'nun görevi gereği elinde bulunması gereken bir bilgi olduğunu hükmetmişti ama TÜİK bunu uygulamadı ve bir de suç duyurusunda bulundu. Bu enflasyonla ilgili herhangi bir mesele, birtakım rakamlar var, TÜİK bunu neden açıklamasın? DİSK bunu sorunsallaştırıyor. Aklımızda bir örnek olay olsun diye okudum haberi.

Ömer Madra: Bu arada galiba Waseem de telefonla bağlandı.

Waseem Ahmad Siddiqui: Evet, merhaba herkese, özür dilerim bir talihsizlik yaşadım internet konusunda. Günaydın. Ferhat zaten girişini yaptı. Dilerseniz Ferhat'ın sorduğu soruyla başlayabiliriz. Sonra ben de araya girerim.

Ferhat Kentel: Evet buradan başlıyorum istersen Ferda; neoliberalizmin görünmezliği meselesi. Görünür kılmak için nasıl konuşabiliriz, hangi hatlardan tutabiliriz konuyu? 

Ferda Keskin: Tabii neoliberalizm epey bir zamandır kendini liberalizm olarak gizlemiştir. Şöyle ki, Türkiye'yi düşünelim, Türkiye'de neoliberalizmin devreye girmesi 24 Ocak kararlarıyladır. Yerleşebilmesi için de bir askeri darbe yapıldı, tıpkı Şili'de olduğu gibi, 1974 yılında. Hatırlarsanız ANAP iktidarı döneminde ve Özal'ın liderliğinde yerleşti neoliberalizm Türkiye'ye.

Fakat o yıllarda büyük bir çoğunluk yapılan reformları liberalizm olarak düşünüyordu, konuşuyordu ve tartışıyordu. Aslında bu çok saçma çünkü liberalizmle neoliberalizm arasında çok radikal birtakım farklar var. Aslında bugün içinde bulunduğumuz koşullar söz konusu olduğunda neoliberalizmin gerçek hedefi artık işçi sınıfı olmaktan çıktı, tamamen liberal demokratik gelenek haline geldi. Karşısındaki tek engel neoliberalizmin dünyayı ele geçirmek konusunda, liberalizmin kuvvetler ayrılığı ilkesi, ve parlamenter demokrasi içerisinde seçimler yoluyla gelen karşılıklı sorumluluk ilişkisi. Bunları ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Liberalizmin tersine aslında neoliberalizm devletin küçülmesini falan istemez. Tam tersine devleti tamamen kendi hizmetinde işleyen bir mekanizma olarak kullanır, kullanmak ister ve kullanmaktadır da. Şu anda Batı'da bunu görüyoruz çok net olarak. Bunu da tabii ki uluslararası finans kuruluşları yoluyla yapıyor. Başka birtakım uluslararası kurumlar yoluyla gerçekleştiriyor. Küresel bir sistem haline geldi.

Şunu da hatırlamak gerekiyor, neoliberalizm sadece bir iktisadi doktrin değil. Neoliberalizm aslında bir normativitedir, bir normatif sistemdir ve bir rasyonelitedir. Yani belirli düşünme ilkeleriyle gelir. Kendi normları vardır ve bu normları üretir. Ürettikten sonra da bunların uygulanabilmesi için devleti devreye sokar. Bunun tarihsel arka planı aslında 2. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da ordoliberalizm dediğimiz sistemin devreye girmesiyle ilgiliydi çünkü 2. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da devlet yoktu. Dolayısıyla yeni devleti kurarken bunu kapitalist ekonominin hizmetinde işleyecek şekilde kurmak gerektiği rasyonel argümanlarından hareketle öyle bir sistem kurdular. Tamamen sermaye ve kapitalizm lehine işleyen bir sistem. Arkasından da 70'li yıllarda Chicago ekolünün gelişmesi, Sonra Chicago Boys ismi verilen bir takım iktisatçıların kurduğu, tezgahladığı bir darbeyle Şili'de bunun ilk deneyinin yapılması, arkadan 80 darbesiyle Türkiye'de yine neoliberalizmin yerleşmesi ve daha sonra yine aynı yıllarda Thatcher ve Reagan yoluyla neoliberalizmin seçimle iş başına gelmesi ve bu normatif sistemin giderek küreselleşmesi. Küreselleştiği için de tabii ki bütün dünyayı ilgilendiriyor. Dolayısıyla bugün gerek iklim krizi dediğimiz kriz gerekse de göçmen sorunu. Bunlar neoliberalizmle doğrudan doğruya ilişkili olan sorunlar.

Waseem Ahmad Siddiqui: Çok önemli bir nokta Ferda'nın altını çizdiği. Ferda'nın çok yakın zamanda, 2022 yılında çevirdiği bir kitap var. Pierre Dardot ve Christian Laval tarafından yazılan bir kitap. O kitapta yer alan bir soru var: “Neoliberalizm demokrasiyi nasıl ortadan kaldırıyor?”

Aslında son programlarımızda neoliberalizm üzerinde duruyoruz. George Monbiot'un yakın zamanda çıkan “Invisible Doctrine, The Secret History of Neoliberalism” kitabından söz etmiştik geçen hafta da. İklim çöküşüyle birlikte odaklanmak için meseleye bir "yön" verme ihtiyacı duyuyoruz. Bu nedenle böyle bir soru sorayım, Ferda, mülteciliği anlamak için neoliberalizmin nasıl görünmez bir şiddeti nasıl bir araç?

Ömer Madra: Ben soruyu birazcık biçimlendirmeye çalışayım, uzun zamandır takip etmeye çalıştığımız George Monbiot'un film yapımcısı Peter Hutcheson'la beraber yazdıkları bu Görünmez Doktrinve Neoliberalizm'in Gizli Tarihi kitabı, çok ilgi çekici ve aslında neoliberal çağın zenginlerle yoksullar arasında muazzam farkları da yarattığını altını çizerek ortaya koyan bir kitap. 

Ferda Keskin: Çok doğru, özellikle normatif bir sistem olduğunu söylememin sebebi tam da neoliberalizminin bütün hayatımızı ele geçiren bir sisteme dönüştüğünü vurgulamak içindi. Tabii ki neoliberalizmin işlemesinin önemli koşullarından bir tanesi, kullandığı mekanizmalardan bir tanesi, insanları birer neoliberal özneye dönüştürmek için kullandığı stratejiler ve insanların neoliberal normlar üzerinden özne sağlamak suretiyle sisteme kendi rızalarıyla dahil olmalarını sağlamak. E tabii öyle tıkır tıkır işleyen bir sistem değil.

Neoliberalizm çok eski bir doktrin. Aslında 1930'ların sonlarında üzerine düşünülmeye başlanan bir sistem ama 50 sene sonra dünyaya hakim olmaya başladı. Az önce de söylediğim gibi. Sadece birtakım iktisadi müdahaleler yoluyla değil, aynı zamanda gündelik hayatımızın tamamını yönlendirecek şekilde yaptı. İnsanların kendileriyle kurdukları bilinç ilişkisini manipüle ederek yaptı. Örneğin neoliberalizme göre aslında emek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisi de yoktur. Çünkü emek ya da emek gücünün kendisi aslında bir sermayedir. Buna insan sermayesi adını verir neoliberalizm ve dolayısıyla iddiası şudur; ücret bir gelirden ibarettir. Bu gelir ise yatırıma dönüştürülmüş insan sermayesinin bize geri dönüşüdür. Dolayısıyla her bir birey aslında ücretli emek ile çalışan biri değildir. Kendi insan sermayesini yatırıma dönüştüren bir girişimci, bir şirkettir. Dolayısıyla da eğer bu girişimi başarılı değilse, yani çalıştığı yerde başarılı olamazsa veya işten çıkartılırsa, bu onun bir şirket olarak iflas ettiği anlamına gelir. Kimsenin bu konuda bir sorumluluğu yoktur. Özellikle devletin bu konuda bir sorumluluğu yoktur. Devletin bu insanlar için ayırması gereken fonlar yoktur... Bu böyle gider.

Tabii sonuç olarak, korkunç bir prekarizasyon içerisinde dünya. Çünkü herkes her an işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Prekarizasyon; güvencesizleşme, kırılganlaşma. Şu anda sadece işçi sınıfını -klasik anlamıyla- ilgilendiren bir durum değil, beyaz yakaları da ilgilendiriyor ve birçok insan şu anda bildiğimiz klasik anlamdaki iş güvencesine sahip olmadan çalışmak zorunda. Bu insanlar arasında rekabet ortamını da çok ciddi şekilde ateşleyen bir şey. Zaten neoliberalizmin iddiası şudur, bütün bu sistemin temelinde rekabet vardır ama rekabet, liberalizmin iddia ettiği gibi insan doğasında var olan bir şey değildir. İnsanları kendi haline bırakırsanız, onlara destek verirseniz, işsizlik sigortası verirseniz, öğrenciye burs verirseniz insanlar rekabete girmezler, rehavete kapılırlar, kendi köşelerine çekilirler. O yüzden bütün bu mekanizmaları ortadan kaldırmak gerekir ve devlet eliyle rekabet yaratmak gerekir. Şimdi bu, tabii devlet eliyle rekabet yaratma fikri, az önce de sözüne ettiğim İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya'da ortaya atılan ordoliberalizm doktrininin en temel ilkelerinden bir tanesiydi.

Waseem'e teşekkür ederim. Benim iki yıl evvel çevirdiğim kitabın adını andı. Bu Pierre Dardieu ile Christian Lavalin yazdığı bir kitap. Bu ikilinin çok sayıda kitabı var bu konuda. Hatta daha önce Türkçe'ye çevrilmiş olan Dünya'nın Yeni Aklı isimli oldukça kalın bir kitapları 2010'da yayınlanmıştır, 14 sene evvel. Sonra devamını yazdılar. 2010 yılında yayınlanan kitapta neoliberalizmin genel bir analizini yapıyorlardı ama sonra benim çevirdiğim kitapta "bugün neoliberalizm demokrasiyi nasıl imha ediyor ortadan kaldırıyor" bunu tartışıyorlar ama demokrasi derken kastettikleri tabii ki liberal demokrasi ve ona özgü olan birtakım kurumlar ve ilişkiler. Neoliberalizm şu anda onların altını oymakla meşgul.  Tabii az önce de söylediğim gibi, neoliberalizm böyle pürüzsüz, tıkır tıkır işleyen bir sistem değil. Birçok kriz yaşadı. Fakat en önemli özelliklerinden bir tanesi bu krizleri fırsata çevirmesi ve bu krizlerin faturasını emekçiden çıkartması, oradan aldığı parayla ya da vergilerle büyük şirketleri kurtarması kriz anlarında. Bunu 2008 yılında gördük elbette.

Fatura sonuç olarak emekçiye çıkıyor, göçmenlere çıkıyor. Çünkü bu kriz anlarında dünyanın birçok yerinde işlerinden olan insanlar ve yine neoliberal sistemin kendi iç hesaplaşmaları dolayısıyla yarattığı savaş ortamlarından kaçmaya çalışan insanlar, dünyanın farklı yerlerine gidiyorlar. Fakat orada tabii ki hiçbir güvenceleri olmadan, belki hiçbir yasal kimlikleri olmadan adeta Giorgio Agamben'in Homo Sacer dediği, çıplak yaşama indirgenmiş insanlar olarak korkunç koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Bir taraftan da neoliberalizm ırkçılığı ve popülizmi kullandığı için gittikleri yerde çok ciddi bir zenofobi, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla karşılaşıyorlar. Bu da yine doğrudan doğruya neoliberalizmin dünyada yaşadığı krizlerle ilgili bir şey bence.

Ferhat Kentel: Sosyal Darwinizm diye özetleyebileceğimiz bir şey de var sanki değil mi Ferda? Yani hem emekçileri, çalışanları küçük makine parçalarına ya da işte sermayenin parçasına, köleliğe indiriyorsun. Bunun da beraberinde onların bu halde olmasını meşrulaştıracak bir sürü ideolojik propaganda, manipülasyonla hor görülebilir, yabancı, ırksal olarak ötekileşmiş, aşağılanmış insanlara çeviriyorsun. Aslında topyekun bir saldırı doktrini gibi bir şey demek de mümkün galiba. Hem mülteciye hem emekçiye aynı anda saldıran, bunu yok eden, aşağılayan bir yapı gibi sanki.

Ferda Keskin: Kesinlikle. Az önce sözünü ettiğim kitapta -Pierre Dardo ile Christian Laval'in kitabında- çok güzel bir bölüm var. Diyor ki, neoliberalizmin stratejisi şudur, herhangi bir kriz anında doğrudan doğruya saldırıya geçer. Fakat bu saldırı önce bir hamle yapıp sonra beklemek değildir. İlk darbeyi vurduktan sonra karşı taraf daha kendine gelemeden hemen ikinci darbeyi vurmaktır. Yani diyelim ki bir kriz oldu, bunun faturası yine emekçiye çıkartıldı. Ondan sonra ve bu polisiye yöntemlerle ya da silahlı kuvvetler yoluyla da karşı taraf pasifize edildi. Ondan sonra hemen bu durumda ikinci bir darbeyi vurmak, böylece de bu krizleri bir fırsata dönüştürürken bir taraftan da olabildiğince saldırgan davranmak ki karşı taraf cevap veremesin. O anlamda katılıyorum. Yani saldırganlık, neoliberalizmin en temel stratejik araçlarından bir tanesi.

Ferhat Kentel: Bir parantez açayım; siyonizm bunun en muhteşem, en konsantre örneği belki de.

Ferda Keskin: Katılıyorum, arkasına bütün neoliberal sistemi almış olan bir hükümetten bahsediyoruz İsrail'de; korkunç bir insanlık suçu işleniyor olmasına rağmen, o bildiğimiz klasik liberal, demokratik değerlere inandığını iddia eden, bunların evrensel olduğunu iddia eden dünya sistemi. Bu dünya sistemi Filistinlilerin de insan olduğunu görmezden geliyor. Tabii tek tük tepkiler gelmeye başladı uluslararası düzeyde devletlerden ama çok geç kalınmış durumda. Liberalizm yalanının da ne kadar ciddi bir ikiyüzlülük olduğunu görmüş olduk.

Ömer Madra: George Monbiot'la Peter Hutcheson'ın kitabı üzerine ilginç, çok iyi bir eleştiri yazdı Peter Geoghegan Guardian'da. İklim krizi çağında katılımcı demokrasiye çağrıda bulunduğunu söylüyor yazarların, Monbiot'un ve Peter Hutcheson tek kurtuluş yolu olduğunu söylüyorlar. Ayrıca aşırı servet çağında Limitarianism: The Case Against Extreme Wealth diye bir yeni kitaptan da bahsediyorlar, Ingrid Robbins'in.

Ferda Keskin: Komik bir örnek vereyim. Hatırlarsanız Berlin duvarı yıkıldıktan sonra Fukuyama, artık tarihin sonu geldi, liberal demokrasi nihayet zaferini ilan etti, bundan sonra böyle olacak diye bir yazı yazmıştı. Son yıllarda ise şöyle yazıyor; eyvah aslında liberal demokrasi gelmemiş iktidara, onun yerine neoliberalizm gelmiş, aman bir şeyler yapalım şu liberal demokrasiyi tekrar geri getirelim.

Ben felsefe doktorası yapıyordum Fukuyama o yazıyı yazdığı zaman, siyaset felsefesi doktorası. O yıllarda çok gülmüştük o yazıyı okurken ama çok ciddiye alındı biliyorsunuz. Kitaba dönüştü, insanlar buradan hareketle sistemler kurmaya çalıştılar ama o bile şu anda eyvah, gelinen nokta çok kötü, bir şeyler yapmamız lazım diye yazılar yazıyor birkaç yıldır.

Ömer Madra: Çok önemli bir açıklamaydı bu da bunu görmemiştim. Takibe alacağız, devam edeceğiz. Maalesef süreyi burada bitirmiş oluyoruz.

Waseem Ahmad Siddiqui: Bugünkü yayını bu şekilde bir böyle talihsizliklerle bitirmiş olduk. Aslında bir sürü sorularım vardı. Fakat, ben şunu söylemeden geçmek istemiyorum. Özellikle tanık olduğumuz Hindistan'daki seçimler ve bu Hindistan'daki seçimlerde bu sıcak havada bayılan insanlar oldu aslında bu durum bu sistemi nasıl da işaret ettiğini aslında çok açık bir şekilde gösteriyor ve yine AB Parlamento seçimlerdeki Marin Le Pun'un göçmen Müslümanları istemediğini söylüyor. Bir korumacı, kendini koruyan bir siyasi ve iktisadi yönünden aslında bir ırksal saldırıda bulunuyor. Bu da liberal siyasetin piyasanın ya da iktisadın bir başka bir yüzü gösteriyor.