"Bir oyunun içindeyiz, minibüste oynanan bir oyunun içinde"

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de Ferhat Kentel ve Waseem Ahmad Siddiqui, Hannah Arendt ve Frantz Fanon'un metinleri ve kavramlarıyla şiddeti, tanınmayı ve kimlikleri tartışmaya devam ediyor.

Frantz Fanon contra Hannah Arendt: Fanon ile yüklü hayatı (yeniden) düşünmek
 

Frantz Fanon contra Hannah Arendt: Fanon ile yüklü hayatı (yeniden) düşünmek

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese. Burası Açık Radyo, 95.0. Ferhat Kentel, Taha Elgazi ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Ben de merhaba diyorum, günaydın herkese. Taha bugün katılamayacak çünkü İzmir'de süren bir dava var. Güzelbahçe'de yakılan Suriyeli gençlerle ilgili davanın hazırlığı var. O mahkeme üzerine de konuşuruz herhalde.

W.A.S: Evet aslında bu duruşmanın çağrısını da yapalım. İzmir'in Güzelbahçe ilçesinde Ahmet El-Ali, Mamun Elnebhan ve Muhammed Elbis'in yakılarak öldürmesine ilişkin açılan davanın beşinci duruşması İzmir Birinci Ağır Ceza Mahkemesi'nde, 10 Ocak 2024'te saat 14:00'te gerçekleşiyor. Tüm duyarlı kamuyonu ve insan hakları savunucularını destek ve dayanışmaya çağırıyoruz.

Geçtiğimiz hafta Hannah Arendt ile ilgili konuşmuştuk. Bugün o konuya da bağlı olarak Frantz Fanon’la devam ediyoruz. Geçen hafta Fanon'un çalışmasını, özellikle de 1961 yılında yayımlanan Yeryüzünün Lanetlileri'ni derinlemesine ele alamamıştık. Bu nedenle bu kez Frantz Fanon'a odaklanıp 'şiddet' kavramıyla Fanon’un tekrar tekrar yazdığı 'tanınma' ve 'meşruiyetin çıkmazlığı' üzerine tartışıyoruz. Bu hayati meseleleri, kavramları tartışırken de Arendt'le yeniden diyalog kurmaya çalışıyoruz.

Çok küçük bir alıntıyla başlarsak; Achille Mbembe, Kamerunlu, Fransa'da okumuş bir post kolonyal kuramcı. Mbembe Metamorfik Düşünce: Frantz Fanon'un Eserleri maklesinde şöyle yazıyor:

“Fanon’u ilgilendiren şey; insanlıktan çıkaran sömürge bağlamının bilgisi ve bunu sona erdirecek araçların bilgisiydi. Bugün Fanon'u okumak, bir yandan onun yaşamını, eserlerini ve dilini, o dönemde ortaya çıktığını gördüğü ve mücadele, eleştiri yoluyla değiştirmek istediği tarihteki yerine yeniden oturtmak anlamına geliyor.”

Frantz Fanon, 7 Ocak 1954’te Cezayir'in Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi'nde çalışırken, tam anlamıyla ölüm ile yaşam arasında bir deneyimi yaşıyordu. Çok ironik bir şey söylemişti; “Kahkaha atarak kendimi öldürmek istiyorum, ama artık kahkahalar söz konusu değil". Kahkahalara artık bir soru işareti ile bakan Fanon, kahkahanın dehşetin olduğu yerde bir yük haline gelişini anlatıyor.

“Bak siyah adam, bak bak bak [...]". Bu arada, Fanon bu kelimeleri tekrar tekrar yazıyor. Deneyimi yeniden yazma fikri kesinlikle merkezi bir konu Fanon için. Bu sadece beyaz adamın bakışı değil, aynı zamanda beyaz bakışı yeniden yazıyor ve yeniden konumlandırıyor, onu yeniden etkinleştirerek alt üst ediyor.

Burada, bana göre Fanon’un yaptığı şey, Walter Benjamin'in geçmişin şimdiki zamanda tanınması dediği şeyde bir araya geliyor. Yaptığı şey bu: “bak, bak, bak” gibi, tüm bu tekrarlarla, geçmişi şimdiki zamanda tutmaya çalışıyor. Böylece geçmişi şimdiki zamanda tanınması gereken yere tutturuyor. Bütün bu tarihin, belli bir zamanda okunabilir hale gelmesi için…

Yarım kalan alıntıyı tekrar ediyorum: “Bak siyah adam, bak, bak, bak, sanki gerçekten ne aradığımız konusunda derin bir belirsizlik varmış gibi ve hiçbir garantisi yokmuş gibi bakıyoruz, ona. Her neyse o ve onu bulacağımızı düşünüyoruz". Bu alıntı Yeryüzünün Lanetlileri kitabının ilk paragrafında yer alıyor. Fanon, burada belirsiz bir karanlıktan doğmayacak güneşi bekliyor. Bu bana ait bir yorum; bu bekleyiş diyalektik biçiminde, gidip gelen, sürekli hareket içinde olan, yer değiştiren, siyah ve beyaz, kültür ve sınıf, psikolojik temsili ve toplumsal gerçeklik arasında sürekli gidip gelen bir yerde duruyor.

Bu meseleler ile ilgili, bu kitapta büyük bir bölüm var ama konu çok daha geniş olduğu için hepsinden söz edemiyoruz. Ben en azından bir-iki dakikayı bu tekrarlanan yük için ayırmak istedim. Bugün ayrıca Fanon ile ilgili iki makale üzerinden gidiyoruz;

İlk makale: On Politics and Violence: Arendt contra Fanon, Elizabeth Frazer.

İkinci makale: Interrogating Identity, Homi K. Bhabha

Öncelikle kısaca Arendt’in Fanon eleştirisini hatırlayabiliriz; Hannah Arendt, Fanon'u şiddet kavramının 'şiddetin sırf kendisi için yüceltilmesi' olduğu gerekçesiyle eleştiriyordu. Arendt Şiddet Üzerine kitabında anlatıyor; “Şiddet her zaman haklı olacaktır, ancak asla meşru olmayacaktır… Burada getireceği en muhtemel değişiklik, daha şiddetli bir dünyaya geçiştir. Ayrıca Fanon, şiddetin 'doğası gereği araçsal' olduğunu, ancak kısa vadeli hedeflerin peşinden gittiğini söyler".

Arendt’in bu şekilde Fanon’u eleştiriyor olması, önemli iki noktayı vurguluyor; 'şiddet' ve onun 'meşruiyeti.'

Bu bağlamda, Tariq Ali’nin Edward Said ile 1994 yılında yaptığı Global Empire (Küresel impraratör) konuşmasında, “Şiddet içeren eylemin, eğer varsa, hangi koşullar altında 'meşru' olduğu söylenebilir?” sorusuna yanıt verirken şöyle yanıt veriyor: "Genel kanaatim, bu tür bir sorunun, herhangi bir standartta yanıtlanamayacağı yönünde. Belirli tarihsel somut koşullar bağlamından anlamlıdır”.

Bu yol, Said için özellikle, Filistin’deki mülteci kamplardan örnek verirken bu şiddetin onlara duygusal yönünde yükseldiğini söylüyor. Burada Saidi’in söylediği şey, bu meselenin sadece süregelen soykırım ya da şiddetin yönünde değil, bu soykırımın hala tanınmadığı ve sorumluluğu alınmadığı yöndedir.

Şimdi burada duracağım. Çünkü 'tanınma', 'sorumluluk', 'şiddet' ve 'duygular'ın olduğu yerde aslında doğrudan Fanon’a geçebiliriz.

F.K: Teşekkürler Waseem bu giriş için, bayağı yoğun ve derin bir muhabbete girdin. Şöyle bir şey söyleyeyim, bizim en azından bu programın genel çerçevesi, mantığı açısından gözden kaçırmamamız gereken bir şey. Arend'i, Fanon'u tartışıyor olmamızın getirdiklerini, bütün onların bizde uyandırdığı fikirleri biz hayatta nasıl bulacağız? Hayattaki karşılığı nedir, diye düşünmeye çalışıyorum. Bunlar gayet zihin açıcı, teorik tartışmalar. Ama Arendt’in bu özellikle “oyun teorisi” ile ilgili bulduğu, siyasetin bir tür oyun olması, kendi kurallarını koyması, hatta tüm hayat... Siyasetin mücadele içinde şekillendiğini, bunun kuralları olduğunu söylerken; dolaysıyla siyasetin özgürlük olduğunu söylerken... Oyun derken işte futbol maçı gibi düşünün ya da herhangi bir maç gibi düşünün. Evet UEFA’lar falan FİFA’lar birtakım kurallar koyuyor da bu top oyunu daha çok öncesi de insanlar yuvarlak bir şeyin peşinde koşarken kurallar oluştu aslında. Biz arkadan onu ofsaytlar taçlar bütün işte goller vesaire falan gibi sınıflandırdık. UEFA sürekli olarak oyun değiştikçe yeni kurallar koyuyor, hızlanması için birtakım şeyler yapıyor. Ama asıl insanlar oynadıkça oyun oluyor oyun.

Yani kabaca şöyle bir şey, o zaman hayatın kendisi o kadar karmaşık bir oyun. Ki bu karmaşık oyununun akabinde kurallar gelirken, şiddet nerede devreye giriyor? Burada işte belki Arendt’in şiddet dediği meseleye biraz daha gireriz. Futbol oyunu, sonuçta bir güç ilişkisi. Sadece özgürlük meselesi değil. Tabii ki zayıf olanlar özgürlüklerini buradan yaşamaya çalışıyorlar ama en nihayetinde şiddet boynun parçası olduğu zaman takımlardan biri köşeye sıkışıyor ve konuşamaz hale geliyor. Sembolik, fiziksel, aklınıza gelebilecek her şiddette. Mekanı, sahayı ele geçirmek ya da sözü ele geçirmek, medyayı. İşte özgürlük olan siyaset, böylece sadece güçlülerin denetleyebildiği bir oyun haline geliyor. Bu güç zayıfların tamamen devreden çıktığı anlamına gelmiyor ama bağımlı hale geliyorlar.

Kabaca, bir toplumda ezilenler, altta kalanlar, mülteciler, kenara itilenler de aslında böyle bir oyunun parçası. Bu kenara itilenler, mülteciler üzerinde de uygulanan şiddet; sembolik şiddet, duygusal şiddet, ne varsa hepsi, galiba işte bir tür o siyah adamın Fanon’un "Siyah adam! Bak, bak, bak..." dediği beyaz adama da yönlendirilmesi gereken bir sorudur belki. Beyaz adama da bu çağrıyı yapmak lazım. “Bak bak bak” yani. Çünkü siyah adam, ezilen adam, mülteci adam, bütün bu insanlar aslında her gün sokaklarda o bakışa maruz kalıyorlar. Şiddet içeren, yukarıdan bakan, kenara iten bakış. O şiddet gündelik hayatın içinde böyle bir yere siniyor. Ne bileyim. Dün işte bir tane video gördüm viral olduğu için, herhalde herkes biliyordur. Minibüste Afrika kökenli olduğunu anladığımız bir kadın, çocuğuyla beraber yanlış minibüse bindiğini fark ediyor. Ücretini geri istiyor ve minibüs şoförü sadece frene basarak anne ve çocuğu yerlere düşürüyor. Ve kadıncağız sadece bağırıyor, çığlık atıyor, yere düşüyor, canı acıyor, çocuğunun canı acıyor. Biz orada bir oyunun içindeyiz, minibüste oynanan bir oyunun içinde.

Bu bakmak denen olayı, mültecilere, siyahlara, altta kalanlara bakışı biraz tersine çevirip beyaz adamın kendine bakması şeklinde dönüştürebiliriz. Sonuçta bu kimlik mücadelesi dediğimiz bir şey ve kimliğin de kendi paradokslarını bir şekilde düşünmemiz gerekiyor. Yani biz ezilenler, biz siyahlar, biz bunlar... Kimlik mücadelesi dediğimiz zaman, bizim berdiğimiz mücadelenin aynı zamanda daha güçlü oyun kurucular tarafından, oyunu daha iyi yitirmek için de oynayanlar açısından, nasıl bir yere itildiğimize dair ve onun kendi sıkıntıları veya kısıtları olduğunu da düşünmemiz gerekiyor.

W.A.S: Burada özellikle, bir konu benim çok dikkatimi çekiyor. Aslında Fanon, kaygan bir zemin üzerinde durarak bu meseleyi "yazmaya" çalışıyor. Aslında bu yazım şekliyle Fanon bir yandan çok tuhaf bir şekilde kavramsal bir dünyanın olmadığı ama diğer yandan o gücün, o yükün altından bir şekilde kalkmaya çalıştığı bir anlatı kuruyor. Bu anlatı bir kurgusal bir anlatıya mı dönüşüyor daha sonra bunu şimdi kavramsal olarak düşündüğümüzde?

Arendt için mesela, Arendt'in eleştirisi önemli. Tarihsel olarak, o bağlamda okumak belki çok önemli gözüküyor. Kimlik meselesi de öyle. Fanon şöyle diyor aslında, şimdi burada “beyaz-siyah” şeklinde bir ikilem var. Çok gerilimli alanlar bunlar. Ama Fanon o dönemde, 1960larda, “Her gün beyaz adımın gözleriyle. Her an yüzleşmek zorunda kaldım. Tanımadığım bir ağırlık üzerime çoktu. Kendime kendi varlığımdan çok uzaklaştırdım. Başka ne olabilir ki? Bir kanama şapkasının tüm vücuduma siyah kan sıçratmasından başka bir şey değil midir?” diyor.

Bu kelimelere baktığımızda aslında yaşananlar aslında yine kavramsal. Entelektüel bir dünya diyelim düşünsel olarak, sürekli düşünen bir dünya diyelim.Ama bence Fanon’un konumunda bu Arendt’tekinden farklı olarak bir anlatı kurma biçimiydi. O anlatının da bir yerden sonra takip edilemiyor olmasının sebebi çok fazla şey aynı anda görünmesi, çok fazla şeye aynı anda tanık olunmas. 1950’lerde Cezayir'e giderek, Fransızlara karşı savaşan ana direniş grubu olan FLN, Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne katılıyor. Burada psikiyatrist olarak çalışıyor ve şunu diyor, bu tanıklıklar beni birey olarak dönüştürdü. Bu bana çok çarpıcı geldi. Ayrıca şunu da ekliyor; “Cezayirli kurban ayağa kalkıp karşılık verdiğinde şunu fark ediyor, o artık bir kurban değil.” Fanon burada; "gerçek gücü, şiddeti veya direnişi tasfiye etmesinde yatmıyor" diyor. "Bu onun milliyetçilik anlayışında ve milli bilincin tuzaklarında yatmaktadır".

Aslında bu kurbanın da bir tur çıkmaz ve kaygan bir zeminde olduğu gösteriyor. Ona karşı tepki verdiği anda, ondan bir fark kalmıyor. O da artık onlardan biri. “O” değdiğimde de ezilen ezene mi dönüşüyor, artık bilmiyorum. Bu yine kimlik, kimlik politikaları ve kimlik çatışmaları özelinde okunabilir. Bu bölümde özellikle buna değinmek istedim çünkü burada progresif olmayan bir şey var. Şu an günümüzde tartışılan mekânsal olanın, mekansal olarak çok zor okunan bir hale gelmiş olması.  Ama zamansal olarak da içine gömülü olduğu, saklı olduğu bir yer var mekansal olmayanın. Ben bütün bunları etkiler ve tesirler üzerinden okumaya çalışıyorum. Çünkü Fanonun ısrarcı bir tavrı var; bu kelimeleri art arda ve tekrar tekrar yazıyor.

F.K: Şöyle düşünüyorum, Fransız sömürgeciliğine karşı savaşan Cezayirli direnişçilerle birlikte mücadele etmeye giden Frantz Fanon, o mücadele içinde pişerek bir kimlikle birlikte aslında Arendt’in dediği şey oluyor. Yani o oyunu oynayarak aslında onun bir parçası haline geliyorsun. Oyun oynayarak kendini bir aktör olarak gerçekleştiriyorsun. Oyunun kendisi özgürlüktür gibi bir sonuca varıyoruz.  Ama şunu da göz önünde tutmak lazım, bütün o Fransız sömürge ortamı; her taraf Fransız bayrakları, Fransızca konuşmak esastır, bütün Fransız kültürü... Cezayirlisiniz ama tarih dersi anlatılırken işte dördüncü Fransız devrimi falan anlatıyorsun. Bütün mekânı söze yansımış olan bir şey var, bir başka dil var. Siz de bu dilin içinde o ana kadar hep bağımlı değişkendiniz. Bağımlıydınız. Ancak ona uyum sağlıyordunuz. Dolayısıyla bu şöyle bir şey getiriyor, sen basit küçük Cezayirli bir öğrenci olarak, sürekli büyük abinin efendim sözlerine ve mekan tasarımlarına mahkumsun. Oradan sana gelenler altında var olmaya çalışıyorsun.

Bu bir şiddet. Ben kendi varlığımla olamıyorum. Sen bana kendi dünyanın şiddetle bastırıyorsun. Bana bütün her şeyi bununla anlatıyorsun. Bunun sonucu nedir? Ben aşağılanıyorum. Ben kendi yapmak istediğim, anlatmak istediğim dilimi falan konuşamıyorum. O mekânda ben var olamıyorum işte. En önemli sorun da burada başlıyor. Benim bu benim oyun içinde alternatif bir duyguya ulaşmak için verdiğim mücadeleyle, duygularım aşağılanmadan çıkıp aşağılamaya doğru gidiyor artık. Yani Fransızlar aşağılayan olmaktan çıkıp benim yurdumdan atmam gereken, aşağılamaya da başladığım birtakım yaratıklar haline dönüşüyor. Dolayısıyla her şey o anda başlıyor. O kadar çok aşağılandım, o kadar güçlü bir duygusal yük yüklendim ki bundan kurtulmak için ancak aşağılayarak harekete geçebileceğim. Oyunun en önemli dinamiklerinden, oyuna en çok duygusal enerji sağlayan şeylerden biri aşağılanma, utanç hınç ve bunu aşmak için öfke. Kabaca şiddetin şiddeti üretmesi ve yeni bir tahakküm yolunun oluşturulması. Oyun böyle sürüyor. Oyun yeniden, yeniden, yeniden inşa olmuş oluyor.

Ömer Madra: Evet Arentdt’in de bir çeşit intikama dönüşmüş olduğunu söyleyerek bir eleştiride bulunduğunu geçen haftaki toplantıda söylemiştik zaten değil mi? Evet,

F:K: Evet aynen.

WAS: Evet tam da öyle bir şeyi herhalde. İnanılmaz aslında, tam da bu meseleleri düşünürken, bizim de her an düşebileceğimiz alanlar. Çünkü bütün bu yaşananlar ve bunun üstüne kavramsal bir şeyin yükleniyor olması zor bir duruma düşürüyor bizi. Özellikle bugünlerde; ne kadar çok şey oluyor etrafımızda? Gazze'de olup bitenler var ama hemen yanı başımızda, Likya yolunda yeni bir otoyol projesi başlıyor. Şimdi bütün bunlar aslında mesafeli ki burada yine Fanon’un kavramını kullanacağım, Fanon mesafe diyor. Ama onun için mesafe şu demek; aynı anda her şeyi nasıl dert edinebiliriz? Ne kadar progresif olmayan bir şey görünse de bence hala Fanon’u bugünlerde düşünmek kıymetli.