Küreselleşen İstanbul'a Bakış

-
Aa
+
a
a
a

Manastır: İstanbul Sanat Merkezi'ne Bugünden Bir Bakış programının son bölümünde, konuğumuz Keyder ile 1980'ler ve 1990'larda İstanbul’un küreselleşme sürecini, yaşadığı değişimleri ve Manastır’ın Manastır olmasını sağlayan koşulları konuştuk.

Manastır: 20 Nisan 2018
 

Manastır: 20 Nisan 2018

podcast servisi: iTunes / RSS

Yağmur Yıldırım: Merhabalar! Manastır İstanbul Sanat Merkezi’ne Bugünden Bir Bakış programını dinlemektesiniz. Ben Yağmur Yıldırım, teknik masada Ömer Şahin’le birlikteyiz, bir yayın boyunca devam eden Manastır’da, Tarlabaşı’nın hemen arkasındaki Sakızağacı caddesi üzerinde konuşlanan ve bir 19.yüzyıl binası olan, 80’li yıllarda bir Ermeni-Katolik kız okulu olma vasfını kaybeden ve 89 yılında içine giren film setleriyle birlikte, sanatçılarla, fotoğrafçılarla, STK’larla birlikte bir birarada yaşama ve üretim mekanı olan ve 2000’li yılların başında boşaltılan ve şu anda Tarlabaşı projesi kapsamında da kamu erişimine kapalı olan Manastır ya da İstanbul Sanat Merkezi diye bildiğimiz binanın tarihini İlksen Mavituna, Seçil Türkkan ve bendeniz Yağmur Yıldırım’la birlikte kurcaladığımız, yolu oradan geçmişleri konuk aldığımız programımızın bir yayın döneminin son programındayız. Manastır’ın Manastır olmasını sağlayan tüm bu koşulları, İstanbul’un küreselleşmesini, 80’lerde ve 90’larda yaşadığı değişimleri konuşmak için çok değerli konuğum Çağlar Keyder’le birlikteyiz. Hoş geldiniz!

 

Çağlar Keyder: Teşekkür ederim.

 

YY: Hızlı ve uzun bir girişten sonra aslında bu son programda özellikle çok istedik Çalar beyle birlikte tekrar değerlendirmeyi. Manastır’ın aslında olduğu yerden, Tarlabaşı bulvarında bulunduğu yerden 300-400 metre ötede ya da 5-10 sene sonra olsaydı bu bina Manastır diye bildiğimiz ya da şu anda bu programda konuştuğumuz yapının mümkün olmayacağından tanıkları da çok bahsetti, buradaki konuklarımız da çok bahsetti. Çağlar beyle birlikte ne oldu da neler yaşandı da İstanbul’un küreselleşmesinin çok ilginç ve farklı dönemleri yaşayan 80-90’larda neler olduğunu aslında konuşmak için çok önemsedik kendisini burada ağırlamayı konuğumuz olarak. Bir yandan Dalan 89 yılında Tarlabaşı bulvarını açıyor, Beyoğlu’nda ya da İstanbul’da başka bir dönüşüm başlıyor, bir yandan Saskia Sassen’ın bildiğimiz anlamda Küresel Şehir kitabında bahsettiği gibi uluslararası ulaşım ağlarına ya da uluslararası kültür ev sahipliği yapan küresel kentler ağına İstanbul’un girmeye başladığı ve 2000’lı yıllara kadar farklı türden farklı küreselleşmeler yaşanıyor aslında.

 

ÇK: Tabii bunu sadece küreselleşmeyle anlatmaya çalışmak zor çünkü bir de orada hepimizin bildiği ve de muhtemelen İstanbul’un, Türkiye’nin kültür hayatını çok yakından etkileyen 1980 darbesi var. 1980 darbesi çok yazıldı üzerinde, hakikaten Türkiye’deki fakat daha çok İstanbul’daki kültür hayatını tamamen değiştirdi. Eskiden çok daha politize olan, çok daha devlete yönelik olan bir yaşam anlatımı diyelim şimdi daha o zaman yazılmış kitaplara, makalelere baktığımız zaman sanki insanların farklı gruplara ayrışması, farklı kabilelerin diyelim ortaya çıkması gibi bir durum gözükmeye başladı. Bu tabii bir şekilde mesela sanatçılara ayrı bir özerklik tanıyordu, kendilerini farklı yaşam tarzıyla tanımlayan insanlara farklı özerklikler tanınıyordu. Yani bu eskiden çok daha ‘biz-onlar’ ve yahut da elitler ve köylüler yahut da İstanbul için işte eski İstanbullu seçkinler ve de sonradan gelenler gibi ayrışmalardan çok farklı bir dünya yarattı. Yani olayın kültürel haritası hiç eskiden bilindiği gibi bir harita değildi artık. Tabii bu direkt olarak doğrudan doğruya darbeye olan tepkilerle açıklanabilir fakat şöyle bir şey de söyleniyor, darbe bir anlamda özgürleştirici bir şey de oldu. Yani politikanın yapılmasını kısıtlayarak veya politikanın bütün diskuru domine etmesini önleyerek bir şekilde bir göreli olarak farklı bir takım şeylerin ortaya çıkmasını sağladı. Tabii bu aynı zamanda dediğiniz doğru, dünya o bağlamda da anlatmak gerekiyor böyle bir şeyi, dünya bağlamına baktığımız zaman da 1980 belki hakikaten bir dönüm noktası, bildiğiniz gibi 1970’lerin krizinden söz etmek mümkün gelişmiş ülkeler açısından ve bu kriz sonucunda 1979’da Tatcher geliyor, 1980’de Reagan iktidara geliyor. Onların öne sürdüğü neoliberal yeni bir denge söz konusu ve bu yeni neoliberal dengenin aslında ülkelerin kendi içlerinde sürdürmesi neredeyse imkansız, dolayısıyla neoliberal dengeyi anlatırken yani o liberal dönüşümü anlatırken bir yandan da küreselleşmeden söz etmek lazım. Çünkü sermayenin küresel anlamda dünyaya yayılması ancak neoliberal düzenin sürmesini sağlıyor. Bu küreselleşme çerçevesinde Türkiye de tabii işin içine giriyor yavaş yavaş. Yavaş yavaş derken tabii bunu doğrudan doğruya yatırımların çok yükseldiği yahut ticaretin birden patladığı bir durumdan söz etmek zor ama tabii Özal’ın çeşitli girişimleri bu tür yatırımlar, ticaret, vs. olaylarına imkan dahilinde kılıyor. Nitekim bütün o döneme baktığınız zaman mesela Türkiye’ye olan dışarıdan yatırımlar bayağı yükseliyor, yine de tabii benzer ülkelere nazaran az ama kendi içinde yükseliyor, ticaret keza öyle. Bunların çoğu Özal’ın aldığı tedbirlerle, paranın konvertible olmasıyla anlaşılabilir şeyler. Bu arada tabii İstanbul açısından biraz daha spesifik baktığımız takdirde Dalan’ın belediye reisliği, 83’te başlayan ve bütün 80’lerde devam eden önemli bir merhale. Çünkü Dalan’ın kafasında bayağı bir proje var, yani İstanbul’u temizlemek gibi bir proje var. İstanbul’un tabii özellikle tarihi bölgelerini, tarihi yarımadayı turistlere açmak, açabilmek, Haliç’i temizlemek, bu işte Tarlabaşı sizin de söylediğiniz gibi Tarlabaşı bulvarını açtığınız takdirde, ne bileyim Taksim’de, Harbiye’de kalan turistler o sıralarda 80’lerde inşa edilen bir sürü 5 yıldızlı otel var, hepsi bu tarafta, Tarlabaşı bulvarından kolayca geçecekler ve sonunda tarihi yarımadaya girecekler ve sonunda Haliç’teki mezbeleyi görmeden direkt olarak Sultanahmet’e gidebilecekler, vs. gibi böyle bir proje. Bu proje aslında çok da yabancı bir proje değil çünkü bu dönemde bütün bu kentlerin zaten bir sanayisizleşme olayı söz konusu. Kentler sanayisizleşince tabii ortaya bir hizmet sektörünün çok patlaması gibi bir şey çıkıyor. Hizmet sektörünün patlaması da bir anlamda şehrin yani kentin satılması vasıtasıyla olan bir şey. Yani kent bir tüketim aracı olmaya başlıyor çünkü sanayisizleşme demek orta sınıfın kenti satınalması demek. Orta sınıf ise tabii harcama yapacak bir şekilde o harcamayı da kentin iyi yerlerinde yapmak istiyor, lokantalarda yapmak istiyor, sanat galerilerinde yapmak istiyor, vs. Dolayısıyla şehrin bir tüketim malı olarak satılması ve de bunu bir küresel bağlamda yapmak Dalan’ın bence bayağı düşünülmüş bir projesi. O nedenle 80’lerin çok önemi var İstanbul’un dönüşümü açısından ve sizin özellikle ilgilendiğiniz konu yani Manastır’ın belli bir fonksiyona ulaşması bununla tabii çok ilişkili.

 

YY: Evet bir yandan 80’li yıllarda sizin de bahsettiğiniz gibi, daha doğrusu 90’lı yıllarda hem kültür kurumları yine Saskia Sassen’ın bahsettiği bu küresel şehirler ağında yer alması için gereken tüm bu uluslararası kültür kurumları açılmaya başlanıyor bir yandan. Yüksek sosyetenin dahi mesela uçaklarla gelip hafta sonunu geçirip gittiği, siz onu mesela yuppie keyfinin hüküm sürdüğü 80’li yıllardaki İstanbul gibi bir değişte bahsediyorsunuz. Bir yandan öyle bir İstanbul var, bir yandan oteller açılmaya başlanıyor, bir yandan yine Sassen’in küresel şehirlerde olmazsa olmaz diye nitelendirdiği medya ağı ya da transit ağı olmasının aslında çabaları o yıllarda başlıyor ve ilginç de bir yapılaşma başlıyor. Ayfer Bartu bunu çok güzel dillendirir, Dalan’ın iktidara gelişi aslında İstanbul’da iktidara gelişi geçmişinin hala şaşaası sönmemiş olan ve 21. Yüzyıla hazır olacak olan bir dünya şehri olarak parlaması bu geçmişte yatan parıltısının gibi bir söylemle aslında başlıyor. Bunun için Tarlabaşı bulvarı da en önemli projelerinden biri, Hausman ya da Moses kadar gaddar olarak nitelendirilen aslında şu andaki projeleri onun da bir parçası. Fakat bir yandan da İstanbul’da başka şeyler olmaya başlıyor, bu Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve onunla birlikte gelen başka göç dalgaları, başka gecekondular bir yandan başka bir ilerlemeye doğru gidiyor, şehirleşme hız kazanıyor.

 

ÇK: Şöyle söylenebilir, tabii küreselleşme çok önemli bir gerçeklik ve buna ayak uydurmaya çalışan bir sürü şehir var, İstanbul da bunlardan biri. Bu ayak uydurma biraz iradeyle de olan bir şey yani kendiliğinden bir takım büyük şirketlerin ve yahut da büyük sermaye akımlarının İstanbul’u seçmesinden öteye bir de İstanbul’u bir şekilde sahneye çıkarmak ve biraz pohpohlamak yani biraz cilalamak gerekiyor. Bu olay içinde şöyle bir şey var, o dönemde İstanbul’un konumu gerek Balkanlar’da gerek Ortadoğu’da gerekse de giderek Karadeniz çerçevesinde çok avantajlı bir yerde. Biliyorsunuz Beyrut iç savaş yaşıyor 80’lerde, bir yandan Balkanlar’da zaten eski Sovyet bloku çerçevesinde böyle bir şehir söz konusu değil, yani İstanbul’la rekabete girebilecek bir şehir. İstanbul bundan faydalanabilecek bir konumda ama bu faydalanma olayı biraz yavaş oluyor. Mesela 84’te, 85’te birçok banka gelip İstanbul’a burada şube açıyorlar, bir takım farklı yatırımlar var, daha çok böyle konutlarda, dediğim gibi otellerde, vs. Özal’ın gene girişimiyle bayağı emek entansif bir takım malların ihracat potansiyeli yaratması söz konusu, vs. ama esas olarak İstanbul’da büyük ekonomik değişiklik bence Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle oluyor, çünkü Sovyetler Birliği’nin çökmesi hızlı bir şekilde Sovyetler, yani hem Rusya’da hem bloğun diğer ülkelerinde yaşayan insanların bir tüketim açlığını gösterebilmeleri anlamına geliyor. Bu tüketim olayı tabii çok ufak bütçelerle, küçük bütçelerle yapılan bir şey, dolayısıyla İstanbul bir anda eski büyük bir pazar olma niteliğine yeniden kavuşuyor. Çünkü insanlar geliyorlar ve buradan mal satın alıyorlar bulabildikleri paralarla. Biliyorsunuz bunun neticesinde bildiğimiz ‘bavul ticareti’ ortaya çıkıyor. Bavul ticareti çok önemli çünkü nicelik olarak sanki Türkiye’nin bütün ihracatının neredeyse %10-15’i gibi bir şey hesaplanabiliyor. Fakat İstanbul için daha da önemli tabii çünkü İstanbul’da birdenbire binlerce ufak mağaza ve bu ufak mağazaların siparişleri dolayısıyla hayatta kalabilen belki de daha fazla sayıda imalathane ortaya çıkıyor. Bunların çoğu tabii tekstil ve tabii İstanbul’un zaten bütün özellikle Haliç’in ve bir takım diğer sanayi fabrikalarının temizlenmesinden sonra İstanbul’un ekonomisinin, üretim ekonomisinin hizmetler hariç büyük bir kısmı bu tekstilden oluşuyor. Dolayısıyla sizin de söylediğiniz gibi öyle enformel bir küreselleşme söz konusu çünkü bu ticaret tamamen kağıtların dışında, bürokrasinin dışında oluşan ve de bürokrasinin göz yumduğu bir ticaret. Bunun tabii Beyoğlu tarafına yani sanat piyasasına veya Beyoğlu’nda olup biten şeylere ne kadar etkisi var bunu söylemek zor, çok fazla etkisi olduğunu da tahmin etmiyorum doğrusu ama İstanbul’un bir kısmı için söz konusu. Esas önemli olan yani küreselleşmenin direkt olarak etkisi nerede diye sorarsanız, İstanbul’un morfolojisi biraz değişmeye başlıyor çünkü bu yeni bankalar, bankaların getirdiği reklam acenteleri, reklam acenteleriyle beraber tabii bir takım avukatlar, yani tam bu Sassen’ın söz ettiği iş alemine yönelik hizmet sektörü oluşmaya başlıyor yavaş yavaş. O dönemde şimdi o kadar farkında değiliz bunun çünkü biraz alıştık galiba, fakat o dönemde bu reklam acentelerinde ve özellikle de bankalarda çalışan insanların gelirleri birdenbire çok büyük bir şekilde yükselmeye başlıyor ve diğer hizmet sektöründe yaşayan insanlara, memurlara, üniversite personeline, vs. nazaran kendilerini çok iyi durumda buluyorlar parasal olarak. Bunun neticesinde de demin sözünü ettiğim yani kentin morfolojisinin değişmesi genelde o zamana kadar olan ne bileyim biraz daha fazla parası olan manzaralı bir eve taşınır ama sonuçta semtini de çok değiştirmez şeklindeki durum değişmeye başlıyor. Çünkü bu insanlar farklı yerlerde oturmayı tercih ediyorlar ve İstanbul’un birçok yerinde villalar, siteler, vs. gibi şeyler inşa edilmeye başlıyor. Şu andaki İstanbul’un bu rezidansiyel haritası o zaman şekillenmeye başlıyor 80’lerde.

 

YY: Bir yandan şundan da söz edebilir miyiz? Bu Cihangir gibi, Galata gibi aslında göçlerle terk edilmiş ve başka bir sınıf tarafından yerleşilmiş olan bu kent içindeki kimi bölgelerde birdenbire yüksek gelire kavuşan aslında yaratıcı sınıf ya da hizmet sektöründe çalışan kişiler tarafından tekrar yerleşiliyor, rant değerleri yükseliyor ya da İstanbul’un soylulaşmasını belki o zamanlarda ilk izlerini görmek mümkün olabilir mi?

 

ÇK: İlk izlerini görmek mümkün herhalde fakat bunu çok abartmamak lazım çünkü o dönemde Cihangir mesela hala çok farklı şöhreti olan bir mahalleydi, Galata’da öyle pek bu işe girişen bir mutenalaştırma girişimi pek ben hatırlamıyorum o dönemde, yani hala Galata çok çökük, çöküntü bölgesi olarak düşünülebilir. Mesela Kuzguncuk’ta, Arnavutköy’de belki yavaş yavaş bu tip şeyler gözlemlenebiliyordu, o da 80’lerin sonunda 90’larda daha çok. Yani 80’lerin başında pek yok böyle bir şey. Fakat bence esas büyük farklılık eski İstanbul’a nazaran bu yeni villalar meselesi ve bu villaların, mesela Zekeriyaköy yeni açılıyor bu sırada, Sarıyer’de bir takım o tür gelişmeler söz konusu, Beykoz tarafından henüz yok orası daha sonra ama böyle bir şey var yani kendimizi yalıtalım, sitelerde oturalım, villalarda oturalım, bahçemiz olsun, belki de yüzme havuzumuz olsun şeklinde bir yeni zenginlik söz konusu.

 

YY: ‘Gated community’ diye tabir ettiğimiz ‘kapılı komüniteler’ ve bir yandan gecekondular birlikte yaşarken, bir yandan Tarlabaşı’nda o dönemde Manastır’ın sakini olmuş olanlar anlatıyor, işte bir yandan Hortum Süleyman terör estirirdi, karşı tarafta Manukyan’ın çalışanlarının oturduğu lojman vardı, her gün bir olay olurdu, vs. gibi. Böyle bir ortamdayken İstanbul sizin bir başka dönüm noktası olarak nitelendirdiğiniz 94 seçimleri oluyor yavaş yavaş 90’lı yılların ortasına doğru geldiğimiz zaman. Böyle bir ortamda ilk kez Refah partisi aslında politik karışıklık ve kriz ortamında seçimleri kazanıyor ve siz bunu bir başka dönüm noktası olarak da nitelendiriyorsunuz.

 

KÇ: Dönüm noktası mı bilmiyorum çünkü biliyorsunuz Nurettin Sözen belediye reisi oluyor Dalan’dan sonra ve bu biraz geriye dönüş olarak düşünülebilir çünkü Nurettin Sözen çok daha Dalan öncesi dönemin yahut da 1980 öncesi dönemin popülist politikalarına yakın bir gidişat gösteriyor. Gecekondulara karşı, yani esas kaynakları nereye aktaracağız meselesi sorun orada. Dalan buna çok açık bir cevap vermişti “biz kaynakları şehri küresel tüketime hazırlamaya doğru aktaracağız” şeklinde. Nurettin Sözen ise daha standart bir dağıtıcı yani gelir olayını ve de kentsel hizmetleri daha eşitleyici şekilde kullanmaya yönelik bir politika güttü. Oysa biliyorsunuz 94’de Erdoğan belediye reisi oldu o seçimlerde, çok küçük bir oranla aslında, %25’in altındaydı sanıyorum ve de bu belediye reisliği sırasında karşısındaki rakiplerine nazaran çok daha fazla bu küresel şehir söylemini üstlendi ve de bunu söylemeyi tercih etti. Yani daha Dalan’ın projesini takip etmeye bir anlamda söz verdi. Bu 1994 sonrası çok da başarılı olmadı muhtemelen çünkü dünyada, dünya ekonomisinde özellikle Türkiye gibi yerlere yapılan yatırımlar çerçevesinde eskisi kadar büyük bir talep yoktu. Fakat 90’larda tabii ki Türkiye’nin genelde küresel bağlarla ilişkisi çok daha güçlendi muhakkak ki ama bunu tamamen Erdoğan’ın projesi olarak görmek yanlış olur. İstanbul’un esas küreselleşmesi herhalde çok büyük çapta 2000’lerin olayıdır, yani 2000-2010 arasındaki olaydır. İstanbul bayağı bir kendisini dünya gazetelerinde, dünya dergilerinde, işte dünya zenginlerinin, dünya yuppie’lerinin bu sefer gelip vakit geçirdiği bir yer olarak bulmaya başladı. Tabii bildiğimiz festivaller, sanatın özellikle ön plana çıkması, sanatçıların kendilerine yakın diğer dünyadaki farklı sanatçılarla beraber çalışabilmeleri, yani bir anlamda İstanbul’un kozmopolitleşmesine yönelik beraber proje yapmak, beraber çalışmak, beraber bir şeyler yapmak olayı 2000’lerde bence çok daha önem kazandı.

 

YY: Çok teşekkürler, sizinle birlikte İstanbul’un 80’li yıllardan 2000’li yıllara ve Avrupa kültür başkenti olmasının aslında eşiğindeykenki zamanlarına aslında bakmış olduk. Evet, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında enformel bir küreselleşmeyle formel bir küreselleşmeyi aslında nasıl geçtiği 2000’li yıllarda ya da nasıl yapılandırılmış ya da sistematize edilmiş bir küreselleşme olduğuna dair aslında ipucunu bu kısıtlı süremizde bize biraz verebildiğiniz için hem çok mutluyum hem Manastır gibi bir yapının nasıl bir şekilde, nasıl bir zamanda, hangi şartlarda doğabildiğini, nasıl ilerlediğini ve aslında kapatılırken İstanbul’un hangi İstanbul olduğuna dair de bize çok kıymetli ipuçları verdiniz. Çok teşekkür ederiz geldiğiniz için Çağlar bey.

 

ÇK: Ben de teşekkür ederim. Çok güzel bir projeymiş bu sizinki, şimdi daha iyi anlıyorum.

 

YY: Çok teşekkürler. Çok sevgili Çağlar Keyder’le birlikteydik, Manastır İstanbul Sanat Merkezi’ne Bugünden Bir Bakış programına bu yayın dönemindeki son programını ikimiz birlikte kaydetmiş bulunduk teknik masada Ömer Şahin’le birlikte. İstanbul Sanat Merkezi ya da Manastır olarak bildiğimiz, bir zamanlar Ermeni Katolik kız okulu olmuş, 19.yüzyılda inşa edilmiş olan bu bina 1980’lerin başında nasıl bir İstanbul’dayken Tarlabaşı ‘eğitime uygun olmayan’ bir bölge olduğu gerekçesiyle nasıl bir İstanbul’da kapatıldı ve hemen bundan birkaç yıl sonra nasıl bir İstanbul’da keşfedildi? Filmlere, sanatçı atölyelerine, çeşitli çekimlere ya da fotoğraf atölyelerine, STK’lara ev sahipliği yaptı. Bunun aslında izlerini, ipuçlarını çok güzel yakalayabildik. Son söz olarak bunu konuşmayı da çok önemsemiştim. Tekrar çok teşekkür ediyorum geldiğiniz için. Manastır’la ilgili bizimle paylaşmak istedikleriniz olursa bize [email protected] isimli mail adresinden ulaşabilirsiniz, geri dönüşlerinizi de bekleriz. Söylediğim gibi sevgili Çağlar Keyder’le birlikteydik bu son programında bu yayın döneminin. Ben Yağmur Yıldırım, Seçil Türkkan ve İlksen Mavituna diğer programcı arkadaşlarım adına da hepinize iyi bir gün diliyorum. Hoşça kalın!