Güler misin, ağlar mısın; anayasanın canına okunur ve devlet organları etiyle kemiğiyle bir ‘makama’ teslim edilirken, TBMM’nin cevval vekilleri ilk üç maddeye canhıraş biçimde sahip çıkma gösterisi sundular. Kutlarım!
Güler misin, ağlar mısın; anayasanın canına okunur ve devlet organları etiyle kemiğiyle bir ‘makama’ teslim edilirken, TBMM’nin cevval vekilleri ilk üç maddeye canhıraş biçimde sahip çıkma gösterisi sundular. Kutlarım!
Sanıyorlar ki ilk üç maddeye dokunmazsan zevahiri kurtarırsın.
Bu konularda epeyce yazdım, ancak burada şu kadarını bir kez daha yinelemek gerekiyor: Anayasada öyle değişiklikler yaparsınız ki, ilk üç maddeye hiç dokunmasanız da tümüyle işlevsiz hale getirirsiniz. Hatta ve hatta, anayasa metninde değişiklik yapmadan, anayasal ilkeleri öyle yorumlar ve uygularsınız ki, o metinde ne yazdığının bir anlamı kalmaz.
Durumun anayasa hukukundaki karşılığı, ‘sözde anayasa.’ Anayasa metninde okuduğunuz ilkeler ile siyasal ve toplumsal yaşamın gerçekleri bağdaşmayabilir.
Aslında o ilkeler bir sonuçtur ve o sonuç, kendisini yaratan siyasal/toplumsal atmosferin hem ‘çıktısıdır,’ hem de bu atmosferle sürekli ‘etkileşim’ halindedir.
Peki Anayasa’nın ilk üç maddesinde yazan ilkelerin, hiç kimse sahiplenmiyor ve devlet organları tarafından hakkıyla yorumlanıp uygulanmıyorsa, ne değeri kalır? İkinci madde, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti’ olduğunu söyler. İnsan haklarına saygılıdır, der. İyi hoş da, hiç biri değil! Ne insan haklarına saygılı ne laik, ne sosyal, ne demokratik ve ne de hukuk devleti.
Ne yapacağız? İlk madde, devletin şeklini ‘cumhuriyet’ olarak hükme bağlar. Güzel. Hatta, nefis. Peki o cumhuriyeti cumhuriyet yapan, ikinci maddedeki ilkeler değil mi? Eğer bunu kabul etmezsek, cumhuriyet yalnızca ve yalnızca kuru bir sözcük, kupkuru bir devlet şeklinden ibaret kalmaz mı?
Şunu yanlış anlatmak istemem: Cumhuriyet, elbette devletin biçimiyle ilgili teknik bir kavram. Devlet başkanının soy esası ile değil, seçimle iş başına geldiğini anlatıyor. Dolayısıyla, örneğin ‘demokratik sistem’ kavramıyla farklı bir düzlemde. Şunu söylemek istiyorum: Bir devlet monarşi ve demokrasi olabilir. Nitekim Batı demokrasilerinde bolca demokratik monarşi var.
Ancak Türkiye’nin tarihsel gelişiminde iki kavram birlikte ilerledi. Devlet biçimi olan ‘cumhuriyet’ ile biçimi ne olursa olsun o devletin yurttaşıyla kurduğu ilişkinin niteliğini tanımlayan ‘demokrasi’ iç içe geçti ve gelişti. Bu nedenle Türkiye’de cumhuriyet, örneğin ancak demokratik ve laik/seküler olduğunda anlamlı bir içeriğe kavuşur.
Hâl böyleyken, cumhuriyetin ayrılmaz unsurları olan demokratik ilkelerin köküne kibrit suyu döküp ardından ‘ilk üç madde’ kabadayılıkları yapmak, trajik görünmüyor mu? Şuna benziyor: Sevdiğiniz bir aile büyüğünüzü öldürüp, organlarını boşaltıyor ve çeşitli işlemlerden geçirdikten sonra içini talaş doldurarak salonun baş köşesine oturtuyorsunuz. Biri dokunmaya kalkınca da, ‘Sakın ha, o bizim babamız’ filan diyorsunuz. Birileri de size bakıp ‘Ülen ne vefakar evlat bunlar’ diyerek takdir ediyor.
Çok mu saçma geldi? O zaman ne diye şu ilk üç madde kabadayılıkları saçma gelmiyor? MHP’lilerin tavrıyla bu örneğin ne farkı var? Anayasa’daki güçler ayrılığını güle oynaya ortadan kaldır, temel ilkelerin içini boşalt, sonra içini boşaltıp anlamsız hale getirdiğin o ilkeleri anayasanın baş köşesine koyup kimseyi dokundurtma. Salonlarımızdaki ‘köşe yastıklarına’ gösterilen o büyük hürmetle…
Muhterem okuyucu, emin olun hiç dokunulmayan ilkeleri, sözcükleri, kavramları yok etmek mümkün. Daha önce de yazdım; anayasanın bir maddesini değiştirip ve hatta anayasa değiştirmeden rejim değiştirmek güç değil. Birinde yorum ve uygulamayla yapılır, diğerinde göze sokularak. Şu anda göze sokuluyor.
Kişisel olarak, Türkiye’de siyasal ve kültürel iklim değişmeden özgürlükçü bir anayasanın yapılamayacağı kanısındayım. Özgürlükçülük, demokratiklik vb. kavramlar, içi doldurulmadığı takdirde hiç bir anlam taşımaz. İçlerini dolduracak olan da, hukuk/norm değil, hukuk/norm dışında kalan her şeydir.
Bu nedenle yazının başlığında Garo Paylan var. HDP milletvekili ama bunun bir önemi yok gösterilen tepkide. Mesele, Ermeni oluşu. Efendim, Kürsü’de ‘soykırım’ demiş. Bunun üzerine büyük tepki görmüş ve ‘soykırım’ sözcüğü tutanak dergisinden, kendisi de Meclis’ten çıkarılmış. Oysa Paylan diyor ki konuşmasında; “…adını siz koyun o zaman. Biz yok hükmündeyiz. Binde bire düşmüşüz.”
Evet, adını siz koyun. Biz koyalım. Hiç, yüz yıl önce bu toprakların nüfusunda gayrimüslimlerin oranına baktınız mı merak edip? Ne oldu sahi bu insanlara? Hiç, Türkiye’nin tüm komşularında çok sayıda etnik grup ve din varken bizim nasıl olup yalnızca ‘Türk’lerden oluştuğumuzu düşündünüz mü? Bir kez bile, ‘Yahu nasıl olur da tarihi böylesine eski ve böylesine zengin bir toprakta, coğrafyada, yalnızca Türkler olur, ne tuhaf!’ sorusunu sordunuz mu?
Bu yazıları okuyanların çoğu sormuştur kuşkusuz. Buna mukabil biliyoruz ki, sormadan, yaşamında bir kez bile düşünmeden ömür geçiren milyonlar var. Ermeniliği küfür olarak kullanan. Hala tehdit olarak algılayan. Hatta, Türkiye’de yaşayan Ermenileri ‘yabancı’ zanneden!
Buradan, ilk maddede güvence altına alınmış Cumhuriyet ilkesi ve o Cumhuriyet’in ‘yurttaş’ tanımına gelelim.
Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924’ün yurttaşlık tanımı bugünkünden daha başarılı. ‘Türktür’ demez; ‘Türk denir’ der. Ayrıca 1924’ün tutanaklarına bakıldığında, ‘Türklük’ sıfatının ırkçı bir niyetle benimsenmediği belli. Herkesi kapsar bir anlamı olduğu savunulmuş. Ancak burada duralım. Yurttaşlık tanımı olarak düşünülen ‘Türk denir’ ifadesi de göründüğü kadar masum değil. Gayrimüslimlere, özellikle Ermenilere, ‘Türk’ kimliği ‘layık’ görülmediği için tercih edilmişti, o tanım.
Komisyon’dan Genel Kurul’a gelen metin şöyleydi: ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farklı olmaksızın (Türk) ıtlâk olunur (denilir).’ Komisyon, bu kapsayıcı tanımı ‘Irki farklılıkları milliyete engel görmek doğru olmaz’ düşüncesiyle yapmıştı. Ancak görüşmeler sırasında bu tanıma tepki gösterildi.
Özellikle Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey, gayrimüslimlerin Türk dili ve kültürünü benimsemediklerini, Türk kabul edilemeyeceklerini, dile getirdi. Dedi ki, ‘…Onlar Türk olamazlar… (Fransa’dan örnek vererek)…mekteplerinizi kapatınız, Ermeniliği terk ediniz. Türk harsını (kültür) kabul ediniz. Onsan sonra size Türk deriz.’
Bir süre tartışıldı, ‘Türkiyeli’ önerisi de kabul edilmedi. Sonunda Suphi Bey’in önergesi ile ‘Türk denir’in başına, ‘vatandaşlık itibariyle’ ifadesi eklendi. Ezcümle, öyle herkese Türk diyemez, bu kimliği layık göremeyiz; olsa olsa yurttaşlık bakımından Türk diyebiliriz!
İşte bir 19 Ocak günü katledilen Hrant Dink ve iki gün önce TBMM’den çıkarılan Garo Paylan, kendilerine bu sıfatın ‘layık görülmediği’ yurttaşlar. Eşit yurttaşlar!
2017 yılının Ocak ayında, parlamenter sistem, güçler ayrılığı, yüz yıllık teamüllerimiz terk edilir ve milliyetçi siyasetçilerin büyük desteğiyle Cumhuriyet ilkesinin içi boşaltılırken; Ermeni asıllı bir vekil, I. Dünya Savaşı’nda İttihatçıların yediği herzeler hakkında kullandığı kavram tepki çektiği için, sorduğu sorular üzerinde düşünme gereksinimi dahi duyulmadan, ‘milli mutabakatla’ TBMM’den çıkarılıyor. Az daha unutuyordum; Anayasa’da kürsü dokunulmazlığı da güvence altında!
Bu zihniyet bugün ya da yarın, nefes almamızı sağlayacak bir anayasal düzen kuracak öyle mi? Ah canlarım!
Neyse, işi bulandırmanın alemi yok şimdi. Ne ilgisi var anayasa ile Garo Paylan’ın Allah aşkına değil mi? Hem Ermeni hem bölücü belli ki! Zaten zamanında büyük bir gazetemiz, Öcalan için de ‘Ermeni dölü’ manşetini atmamış mıydı, gururla? Boş verelim şimdi bunları.
Biz, adı da değiştirilen yeni HSYK üzerine konuşalım örneğin. Ah çok heyecanlı. Kaç kişiden oluşacak acep? Yetkileri neler olacak, üyeleri kim/kimler seçecek? Deniyor ki, 12 kişi olacakmış yenisi. Vallahi bana uyar. Ama keşke tek sayı, 13 filan olsa. Adalet Bakanı hakem olur, altışardan minyatür kale yaparlar…
Söyleşi önerisi: Cumhuriyet’te Tanıl Bora ile yapılan söyleşiyi ekliyorum.