Ekonomik Büyüme Sürdükçe Biz Fosil Yakıt Alışkanlığımızdan Asla Kurtulamayacağız

-
Aa
+
a
a
a

Ortalıkta daha çok bisiklet olabilir ama aynı zamanda daha çok uçak da olacak. Gezegene yönelik tehdidin ölçeği hakkında hâlâ inkârcılık yapmaktayız.

The Guardian, 26 Eylül 2018

Hedefe varıyoruz, öyle değil mi? Tümüyle elektrikli bir geleceğe dönüşümü başarmak üzereyiz. Şimdi artık fosil yakıtları yerin altında bırakabilir, iklim çöküşünü de önleyebiliriz. Ya da böyle sanabiliriz, eğer teknoloji haberlerini takip edersek.

Peki o zaman neden petrol üretimi tarihte ilk kez günde 100 milyon varille tavana vuruyor? Nasıl oluyor da petrol endüstrisi talep artışının ta 2030’lara kadar tırmanacağını tahmin ediyor? Nasıl bir tuhaflıktır ki enerji dönüşümü  (Energiewende) projesiyle dünyaya örnek olması beklenen Almanya’da 12 bin yıllık kadim Hambacher ormanı kömürün en kirli biçimi olan linyit çıkaracak açık maden ocağından korumaya çalışan aktivistleri polis dövüyor? Neden Kanada’da – en kirli petrol kaynağı olan– katran kumlarına yapılan yatırımlar 1 yıl içinde ikiye katlanıyor?

 

Elcevap: Büyüme’den. Dünya yolları üzerinde daha fazla elektrikli araçlar dolaşıyor olabilir, ama içten yanmalı motorlar da daha fazla sayıda. Daha fazla bisiklet de olabilir, ama daha çok sayıda uçak var. Yaptığımız iyi şeylerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, farketmez: İklim yıkımını önlemek, kötü şeyleri yapmaktan vazgeçmek demektir. Halen herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar zenginleşmiş olan ülkelerde ekonomik büyüme, bu anlamsız ve beyhude tüketimde bir artışı gerektiriyorsa, büyümenin yaşayan gezegen üzerindeki bu saldırıdan günün birinde nasıl ayrıştırılacağını anlamak, işte o zor.

Düşük-karbon endüstrisi büyüyen bir ekonominin içinde genişleyip yayıldığında, yarattığı para yüksek-karbon endüstrisini harekete geçirir. Kazandıkları paraları dünyanın öbür ucunda tatile çıkmak ve oralara sefer yapan uçak biletlerine harcayan çevreci girişimcileri, ekolojik danışmanları ve yeşil şirket yöneticilerini bu dallarda çalışan herkes bilir. Elektrikli araçlar yeni bir “kaynağa hücum” yarattı, özellikle de lityum için; bu yarış da nehirleri kirletmeye, değerli yaban alanlarını tahrip etmeye başladı. Temiz büyüme, de, tıpkı temiz kömür gibi bir oksimoron. Ne var ki, bu apaçık gerçeği kamuoyu önünde dile getirmek, siyasi intiharla eşdeğer tutuluyor.

Britanya İşçi Partisi’nin bu hafta yayınlanan yeni çevre politikası belgesinde, haklı olarak “şu anda geçerli olan ekonomik modelimiz, insan sağlık ve huzurunun dayandığı temelleri tehdit ediyor” görüşü ileri sürülmekte. Belge, tüketici tercihleri ya da şirketlerin sosyal sorumluluğu vasıtasıyla ekolojik çöküşün önlenemeyeceğini kabul ediyor: en büyük açmazımızın bilimsel araştırmalarla belirlenmesi gerektiğini ve bunun hükümet tarafından planlanması, eşgüdümünün yapılması ve yürütülmesi gerektiğini belirtiyor. İşçi Partisi çevre politikaları belgesi “Paris anlaşmasının küresel sıcaklık artışlarının 1,5C dereceden yukarı çıkmayacak şekilde sınırlanması hedefini tutturmayı” taahhüt ediyor. Ne var ki, hemen herkes gibi temel meseleyi gözden kaçırıyor. Ekonomik büyüme – yani insanları yoksulluktan kurtaran, yoksunluğu, sefaleti ve hastalıkları ortadan kaldıran o sihirli güç, belli bir noktadan sonra biz insanları yeniden o koşulların içine fırlatıyor. Ve, iklim yıkımının yaratmakta olduğu tahribatın boyutlarına bakılacak olursa, o noktaya ulaşmış olduğumuz görülüyor.

Bu çelişkinin en açık göründüğü yer, İşçi Partisi’nin çevre politikaları belgesinde havalimanlarının tartışıldığı bölüm. (Bu, partiyi bölen de bir mesele.) İşçi partisi herhangi bir havalimanı genişlemesinin, iklim değişikliği konusunda partinin testlerinden geçmesi zorunluluğunu garanti ettiğini belirtiyor. Ama havalimanında yapılacak genişletme çalışmaları partinin iklim taahhütleriyle bağdaşmıyor. Uçakların karbon salımları 2005 seviyeleri ile sınırlandırılsa bile, 2050’ye gelindiğinde, eğer Birleşik Krallık küresel ısınmaya 1,5C dereceden fazla katkıda bulunmayacaksa, uçak salımları ülkenin karbon bütçesinin yarısına mal olacak. Havalimanları büyütülürse, bütçenin daha da büyük bir bölümünü götürecek tabii.

Havalimanlarının büyütülmesi hayli gerici bir süreç aslında: adalet ve hakkaniyet ilkelerini çiğniyor; oysa İşçi partisinin varlığı bu ilkeleri savunmak üzere kurulu. Uçuşların sıklığına ve bilet fiyatlarının elverişliliğine bakılmaksızın şunu söyleyebiliriz ki, bunlar orantısız biçimde zenginlerin kullanımına mahsus. Zira, New York’ta iş toplantılarına katılmak, Toscana’da yazlık ikinci evlere gitmek, kış tatillerini güneşli sahillerde yapmak için kullanılıyor. Oysa, uçakların gürültüsü, hava kirlenmesi ve iklim yıkımı gibi yıkıcı etkiler de kabak orantısız biçimde yoksulların başına patlıyor.

Şunu kabul ediyorum ki, en az itiraz gören ideolojilerimize, yani büyüme ve tüketicilik konusuna karşı çıkmak bayağı zor bir karar. Ama Yeni Zelanda’da bunlara karşı çıkılmaya başladığını görebiliriz. İşçi Partili Başbakan Jacinda Ardern, şöyle diyor: “Sırf milli geliri artırıyor diye bir politikanın başarılı olduğunu söylemek, eğer o politika aynı zamanda fiziki çevreyi bozuyorsa, artık yeterli olmayacaktır.” Bu demeç, uygulanacak politikalara nasıl dönüşür ve Ardern’in partisi kendi çelişkilerini nasıl çözer, bunu zaman belirleyecek.

Hiçbir politikacı destek bulmadan hareet edemez. Siyasi partilerin bu konuları ele almalarını istiyorsak, biz de bu konuları ele almak zorundayız. Bunu bizim adımıza yapması için medyaya güvenemeyiz. Media Matters (Medya Önemlidir ya da Medya Meseleleri) adlı araştırma kuruluşunun hazırladığı bir rapora göre 5 büyük ABD haber şebekesinin (ABC, CBS, NBC, Fox ve PBS) 2017 yılında iklim değişikliği konusuna ayırdığı haber süresi, toplam 260 dakika idi – yani dört saatin biraz üzerinde. Bu sürenin neredeyse tamamı da Trump psikodramının bir yönüne ayrılmıştı (Paris anlaşmasından çıkacak mı? Bu sefer nereye gitti, kiminle görüştü?) ve iklim kaosunu kendi başına bir olgu olarak ele almanın yanından bile geçmemişlerdi. İklim yıkımı ile ABD’de o yıl meydana gelen pek çok doğal olmayan felaket arasında bir bağlantı olup olmadığına dair, iklim bilimindeki yeni bulgulara ilişkin olarak, ya da yeni petrol boru hatlarının ve kömür ocaklarının doğaya etkilerine dair hiç söz edilmemişti.Birleşik Krallık’ta bununla kıyaslanacak yeni bir araştırmaya rastlamadım. Sonuç biraz daha iyi çıkacaktır diye düşünüyorum, ama çok daha iyi de değil.

En büyük inkârcılık, bu varoluşsal krizin mevcut olmadığı iddiası filan değil; asıl inkârcılık, bu konudan hiç mi hiç bahsetmemek! Artık bizi iyice ısırmaya başlamış olsa bile bu en büyük açmazımız konusunda ağzımızı hiç açmamamız, daimi ve kararlı bir çaba harcamayı gerektiriyor. Bir bütün olarak ele alındığında –elbette istisnaları olmakla birlikte– medya insanlık için bir tehdit oluşturuyor. Bizim adımıza konuştuğunu iddia ediyorsa da, ya aleyhimize konuşuyor ya da hiç konuşmuyor.

Peki ne yapmalıyız? Konuşmalıyız. ” İklim yazarı Joe Romm’un ThinkProgress internet sitesinde bu yıl çıkan bir makalesinde öne sürdüğü gibi, LGBT bireylerine karşı kamuoyunun tavrındaki dikkate değer değişiklik, bu konudaki sessizlik perdesini yırtma konusunda aktivistlerin kararlılığından kaynaklanıyordu. Bu aktivistler, başka insanların rahatsız edici buldukları konuları irdelemekten duydukları toplumsal ürkekliği, çekingenliği alt etmeyi başarmışlardı. Romm, Onların yaptığının aynını iklim çöküşü konusunda yapmamız gerektiğini ileri sürüyor. Yakın zaman önce yayınlanan bir araştırma şunu ortaya koyuyor: Amerikalıların % 65’i bu konuyu arkadaşları ya da aileleri efradıyla ya hiç konuşmuyor ya da yok denecek kadar az konuşuyor; tanıdıkları birinin bundan en az ayda bir kere söz ettiğini duyanların oranı ise beşte bir. Yani, medya gibi biz de, hayatımızın hemen hemen tüm yönlerini tehdit eden bir meseleyi dile getirmemek, tartışmamak için bilinç altında muazzam bir psikolojik efor harcıyoruz.

Varsın utandıralım insanları. Bu davranışımız kendimize de, başkalarına da ne kadar rahatsız edici, batıcı gelirse gelsin, bu sessizlik perdesini yırtalım. O büyük ağza alınmazlardan bahsedelim. Yalnızca iklim yıkımından da değil üstelik, büyüme’den ve tüketim çılgınlığından da söz açalım. İyi niyetli partilerin içinde hareket edebilecekleri siyasi alanı yaratalım. Daha iyi bir dünyayı oluşturmaya doğru doğruları konuşalım.”

 

Makalenin İngilizce aslını okumak için tıklayın.

Çeviren: Ömer Madra