Ayla Algan'ın seçtikleri

-
Aa
+
a
a
a

Fransız Öpücüğü’nde bu hafta; kariyeri boyunca tiyatro, sinema ve müzik gibi sanatın farklı alanlarında birbirinden değerli çalışmalara imza atan Ayla Algan’ı konuk ettik. Program boyunca kendisiyle hem sanat kariyeri hakkında sohbet ettik hem de onun bizler için seçtiği şarkıları dinledik.

Ayla Algan

Devrim Özkan: Bu haftaki programımızda çok özel bir konuğumuz var. Kariyerine tiyatro oyuncusu olarak başlayan, ilerleyen yıllarda sinema ve müzik alanlarında da sayısız başarılı işe imza atan, uluslararası yarışmalarda ülkemizi temsil edip ödüller kazanan, bu günlerde de tecrübelerini büyük bir tutkuyla genç kuşaklara aktaran çok değerli bir sanatçı,  sevgili Ayla Algan bu hafta bizimle birlikte. Hoş geldiniz Ayla Hanım Fransız Öpücüğü'ne.

Ayla Algan: Hoş bulduk. Siz ne kadar gençmişsiniz. Hep duydum, herkes sizi methediyor, programlarınızı methediyor. Bana da geldiniz eksik olmayın. Ben çocukluktan başlayayım bari, eski şarkılardan. Benim yaştakiler sevinsin biraz. Beş yaşındayken, Büyükada'daydık. Büyüyada'da Türkler azınlıktı. Yani Ermeni, Yahudi, Rumlar vardı, bilhassa Rumlar. Çünkü orada kilise var, papazlar var, rahipler var Aya Yorgi'de. Dolayısıyla bütün cumartesi günleri, annem-babam, tavernalar vardı oraya gidiyorduk deniz kenarında. Oradaki söylediğim ilk şarkıyı hatırlıyorum, o kadar konuşamıyormuşum bu şarkıyı söylerken ama sonrakilerde tabii Sofia Vembo'nun Harami diye bir şarkısı vardı onu çok seviyordum. Türkçeye de benziyor çünkü aklımda kalıyordu. Sonra Saray Sineması'na da geliyordu Galatasaray'da Sofia Vembo, yani kendisini de gördüm. Onun için o parçayı çalarsanız, mutlu edersiniz beni. 

A.A: Çok güzel şarkı, değil mi? Biz Tünel'de oturuyorduk yani Beyoğlu'nda, Lebon Pastanesi'nin üstündeydi evimiz. Ben de Dame de Sion'a geliyordum okula Harbiye'ye. Dolayısıyla o devrelerde, Dame de Sion'da hep sœur'lerle olduğum için biraz fazla ciddiydik. Yani şapkalar, fileler, saç gözükmesin, kara kara prostelalar. Annem de stilistti o zaman, gülüyordu, "Ay gudubet gibi, nedir bu modalar, ne yapıyorlar size, gencecik insanlara, yazık" diyordu. Annem ressamdı da aynı zamanda, İbrahim Çallı'nın öğrencisiydi. Eyüboğlu öğrenciyken beraberdiler, sandviçini yermiş onu anlatıyordu. Neyse, ben Dame de Sion'u okuduktan sonra liseye Paris'e gönderdi annem. Yani Fransızca öğreneyim diye. O zaman Fransızca, İngilizce gibiydi, önce Fransızca öğreniriz, İngilizce ikinci dildi. Dolayısıyla bütün kitaplar, tercümeler, konuşma dili, kibarlık filan. Fakat sœur'ler arasındaki Fransızca öğretmenlerim çok iyiydi çünkü onlar kökünden anlatıyordu dili bize. Ortadan sonra lisede, orada da Latince mecburiydi. Lycée de Versailles'ı bitirdim, dört sene de orada okudum. İyi ki o dili öğrendim diyorum çünkü biraz sonra anlatacağım, Amerika'da başıma geldi de, iş bile buldum o eski Yunancaları biliyorum ya, o çağrışımlı bir dil oluyor. Neyse geçelim şimdi şarkımıza. Burada işte Sofia Vembo'lar, Amerikan şarkıları. Sinemalar vardı o zaman: "La Cucaracha, La Cucaracha" diye. Ben annemin elbislerini giyerdim böyle, türbanlar yapardım. Dolayısıyla diyelim ki, şarkı olarak hissetiklerim Paris'te oldu tabii. Fakat annem Paris'e her sene iki kere gittiği için, moda için gidiyordu, Christian Dior'a, Jacques Fath'a falan, o yüzden bu şarkıları ben zaten biliyordum. Yani Fransa'ya gittiğim zaman böyle ağzım açık kalmadı. Orada daha çok solcu, egzistansiyalist şarkıcıları, mesela Georges Brassens'in Le gorille'ini söylüyordum. Dolayısıyla bu tip parçaları, Juliette Gréco'nun parçalarını, onların hepsini biliyordum.

D.Ö: O zaman bu döneme ait iki parçadan bölümlerle devam edelim programa dilerseniz. Önce Georges Brassens 1952 tarihli Le gorille adlı parçasını seslendirsin daha sonra Jacqueline François’dan yıllar önce sizin muhteşem yorumunuzla da duyma şansına eriştiğim Est-ce ma faute à moi’yı dinleyelim.

D.Ö: Şimdi biraz da oyunculuk günlerinize ve Funny Girl’e gelelim isterseniz. Fransa’daki lise günlerinizin ardından Amerika’ya gittiniz oyunculuk eğitimi almak üzere. Bu sırada da çok çarpıcı bir rol teklifi almıştınız. Bundan bahsetmek ister misiniz biraz dinleyicilerimize?

A.A: Columbia Pictures'ın sanat direktörü vardı. Ben o zaman okuldaydım, Amerika'da, New York'ta Actors Studio'da Lee Strasberg'ün öğrenciyim ki o Stanislavski'den de daha iyiydi hoca olarak. Paul Newman bizim sınıf arkadaşımızdı, benim kocam da okudu. Paul Newman, Joanne Woodward ki sonra evlendiler, flört ediyorlardı. Marlon Brando, Sayonara'yı çekiyordu rejisör Joshua Logan'la. Onlar gidiyor geliyordu. Yani bizden sinemacılar, çok öğrenci aldılar çünkü tiyatroda o devrede öğrettiği tür çok gündelikti. Yani bizim bugün dizilerde, ben o dersi de verdiğim için, yani tiyatrocuyu dizide yumuşatmak, "Az yap, çok gösterme, güzelim bak hayattaki gibi ol" demekten dilim kurudu. İşte o zaman da tiyatrolar böyleydi. Dolayısıyla Marlon oradan çıktı, Marilyn Monroe oradan çıktı, daha bir sürü insan oradan çıktı. Orası vakıf gibiydi. 

Ben sinema sevmiyordum. Çok sonra Ah Güzel İstanbul'da Sadri Alışık bana sinemayı sevdirdi. Bir de Karanlıkta Uyananlar'da solcuydum tabii, söyleyecek bir lafım vardı dolayısıyla grevi ben başlatıyordum. Neyse, Golden Boy diye bir oyun vardı okulda çalıştığımız. Benimle çalıştığı için "Benimle gelir misin?" dedi oynamaya, gittik. Yani aslında benim için gitmedik. Paul Newman'dı herhalde, onu hatırlıyorum. Adam bıraktı Paul Newman'ı bir kenara, "Okay, okay" dedi yani alacak belli, bana başladı sualler sormaya. İşte "Neredensin, ne yapıyorsun, aksanın var biraz, aman aksanını sakla, aman düzelme". Meğerse Fanny Brice öldüğünde, "Bana benzemeyene beni oynatmayın" diye bir vasiyet bırakmış. Onun için adam benimle uğraşıyor. O zaman da böyle sarı marı değildi saçım, böyle kıvırcık, kumral. Hakikaten erkek çocuğu gibi bir şeydim yani hakikaten benziyordum.  Adam onun için şaşırdı çünkü ben kendim için gitmedim oraya. İşte o sırada Mon homme'u söyledi bana. "Şarkı da söylüyor musun" dedi? "Ooo" dedim "Beş yaşından beri söylüyorum". "Haydi söyle ne söyleyeceksin? Mon homme'u biliyor musun Funny Girl'ün?" -Funny Girl niye diyorlar biliyor musun?  Bu, rejisörüne de sürpriz yapan bir oyuncu. Oyunun içinde, mesela finalde evleniyor örneğin. Karı-koca, düğün, evleniyorlar. O sırada nasıl çıkıyor biliyor musun gelinlikle? Hamile. Tabii herkes gülüyor, alkış, rejisör deli oluyor: "Nasıl yaparsın bunu bana" diye. Öyle bir kadındı. Ben de öyleydim. Rejisörlerim çok kızardı bana ve şansım da olmadı hep klasikleri oynattılar. Hamlet'i bile oynadım düşün. Dizilerde biraz leitmotif'i götürebildim ama tiyatroda komedi oynayamadım sırılsıklam, müzikal oynadım. - Neyse, o şarkıyı da söyledim. Çok memnun oldu falan, bir şey demedi.

Daha sonra okula, Lee Strasberg'e, bir de Wendell K. Phillips diye biri vardı, -sonradan Off-Broadway'de onun sahneye koyduğu oyunlarda oynamaya başladım ben- o dedi ki "Bu Sesnick seni istiyor, Funny Girl'ü oynar mısın?" Musevi bir kızdı, orada oturuyor, New york'un fakir mahallelerinde, işte aksanı var, bacakları benim gibi, güzel değil. Her şeyim ona benziyordu. "Peki" dedim ben, kocama da diyorum ki "İyi". Çünkü biz evlenip gittiğimiz zaman, kocam Union Carbide'da çalışıyordu. Babasının kromları vardı, para derdimiz yoktu ama okula gidince onlardan sakladık. İşten de çıktı. Bayağı parasızdık yani. Onun İngilizcesi vardı, Robert Kolej mezunuydu Beklan. Dolayısıyla iyi filan dedik, tamam. Sonra tam kontrat yapacaklar benimle, sekiz yıl demezler mi. "Ben yapamam" dedim. Zaten Amerika'yı sevmiyordum. Çocukluğumdan beri hep dışarda. Çocukluğum on beş, on altı, on dokuz, sonra evlendim Amerika. Dört-beş sene de orada okulda. Artık nasıl dönmek istiyorum vatanıma. Çok zengin değildik ama çok eğlenceliydik yani bir memur sınıfı vardı ki o, Atatürk sayesinde. Hakikaten Anadolu Kulübünü kurdu Ankara'da ve Büyükada'dakinde canlı müzik getiriyorlardı. Bu İspanyol müziklerinin hepsini biliyordum. Los Paraguayos'lar filan. O zaman Türkiye'de de savaş olmadığı için yani savaştan kaçanların çoğu Türkiye'ye geldi. Kapıları da açtı Atatürk eksik olmasın Musevilere. Dolayısıyla Mon homme'u oradan biliyorum işte uzun lafın kısası. Ben tabii almadım. Ondan sonra Barbra Streisand'ı aldılar çünkü Yahudi bir kızdı o da. Yani belki daha iyi olur diye ama o çok dramatik aldı kadını. O kadın öyle değildi, diyorum işte, rejisörü bilmiyor, son açılış gecesi hamile çıkıyor gelinlikle. Çok şakacıydı. 

D.Ö: O halde şimdi önce Juliette Gréco’dan Mon homme’u dinleyelim, daha sonra da Fanny Brice, Second hand rose’u seslendirsin. 

D.Ö: Programın ikinci yarısında, Ayla Algan'la müzik kariyeri üzerine sohbet edeceğiz. Erkan Özerman’la yaptığımız programda sizin Yunus Emre şiirlerinden Fransızcaya uyarlanan parçalarınızı dinlemiştik Ayla Hanım. Şarkıcılığa başlamanızda da Yunus Emre’nin eserlerinin önemli bir rolü var bildiğim kadarıyla?

A.A: Evet, Turizm Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Erkan Özerman bana Yunus Emre'nin dizelerini söylettiler. Fransızca, İngilizce, Almanca. Aslında Ajda'ya da söyleteceklerdi ama dil biliyorum diye belki de tiyatrocuyum daha edebiyata yatkınım ya da felsefi olarak daha iyi anlarım Yunus Emre'yi diye. Neyse, ben Yunus Emre ile şarkı söylemeye başladım. O küçük çocuk, beş yaşında, nereden nereye ve bütün dünyaya da yaymaya başladım Yunus Emre'nin bilhassa felsefesini. Yunus Emre'den sonra Zeki Müren Bey eksik olmasın geldi dedi ki: "Niye gazino yapmıyorsun sen?" Dedim ki: "Benim programım yok benim, çocukluktan bildiğim Fransızca şansonlar falan var". "Aa çok iyi, benim co-vedette'im olabilirsin" dedi, "Nedir o?" dedim. "Co-vedette" yani ondan önce Batı Müziği söyleyen biri çıkıyormuş Ajda ya da Sezen Aksu filan gibi. "Peki, yaparım diyorsanız yaparım" dedim. Yani Türkçesi güzel, besteleri güzel, yorumcu. Zeki Müren'den çok şey öğrendim. Valla şimdi yaşasaydı, her sefer, her konuşmamda onu söylerim. Telefonu açar bana: "Ne incesiniz, ne kadar teşekkür ederim". Demek ki aramıyorlardı ya adamı. Bu kadar terbiyeli, güzel, yanındakilere değer veren. Düşünün bir gün kocam geldi ki o Şehir Tiyatrosunda sert rejisörlerdendi, böyle ciddi. -Zaten arkadaşlarım kem gözle bakmışlardı bana, zannedersin ki bilmem neye girdim. Şarkı söylüyorum diye çok sinir oldular bana. Hiç mutlu değillerdi.- Geldi, bizim kulisi gördü, Zeki Müren Bey'in kulisini. Çiçekler geliyor, teşekkürler yazıyor. "Nasılsınız, sıhatiniz nasıl? Sesiniz nasıl, iyi misiniz çocuklar? Size bir şey söyleyeyim mi? Sıcak ıhlamur içer misiniz?" gibi. Öyle öyle ben şarkıcı oldum. Ondan sonra Erkan Özerman, beni aldı festivallere sokmaya başladı.

İlk festivalimde, yorum festivaline giriyordum beste değil. Yorum festivalinde I Love You'yu yaptım. Savaş aleyhtarı bir parçadır o. Hatta Napoli NATO'da, bu parçayı söyledim ben. Orada da Rum generalin karısı kalktı dedi ki: "You came from Turkey to tell us that? - Bunu söylemeye mi geldin Türkiye'den?" dedi. Osmanlı ile karıştırıyorlar, korsanlarla karıştırıyorlar. "Ee evet madam" dedim, "Çünkü biz savaşa giderken harpa benzeyen sazlarla giderdik, zaten burası NATO değil mi madam, NATO'da söylemeyeceğim de savaş yapmayın diye nerede söyleyeceğim, evimde mi oturacağım" dedim. Herkes alkışladı tabii muazzam, kadın kıpkırmızı oldu, hiç beklemiyordu bu kadar hazır laf edecebileceğimi. Neyse o şarkıyı orada söyledim. Sonra Bulgaristan'daki festivalde ikincliği verdiler bana, birinciliği Rus'a verdiler, o zaman Ruslar vardı yani Bulgaristan Rus hakimiyeti altındaydı. Dolayısıyla Bulgar Türkleri, zavallılar, Türk şarkıcısı geldi diye biletler almışlar neredeyse birinci sırada ama yarısı şalvar, üzerine erkek ceketi, öyle gelmişler. Sonra tam ödülleri alacağız, üçüncü, ikinci, en sonunda da birinci söyleyecek. Baktım onlar orada yok. Adama sordum: "Ee bizim Türkler gelecekti neredeler?" dedim. "Giysileri acayipti sokmadık" dedi. "Aa şarkı söylemem" dedim "Ben gidiyorum, hadi allahaısmarladık". "Tamam, tamam, getiriyoruz" dediler. Apar topar onları getirdiler, ilk sıraya sandalye koyup oturttular, ben de şarkıyı söyledim ama tabii artık paltolarını atıyorlardı o kadar Rus gelmesin diye. Habire: "Bir daha, bir daha". Halbuki yasaktı, söylememek lazımdı. Sopot'ta öyle oldu mesela. Sopot'ta o kadar alkış oldu ki bana Aigle noir'ı (L'indien) söylerken. Hemen Bulgaristan'dan sonraydı o zaten. Söylerken adam geldi dedi ki: "Bis yapabilirler, ödül töreninde iki kere söyletmiyoruz" dediler. Yüz üç kişilik orkestra, Ergüder Yoldaş'ın    sağ eli zavallı, çarpık, zedelenmiş bir yerde, sol eliyle o yüz üç kişilik orkestraya karşı. O hazırladığımız tamam da, bir de onlardan bir parça söylemek gerekiyordu. O onlardan olan parçayı iyi ki ben, önce yolluyorlar çünkü, Erkan'a dedim ki: "Amerika'da ben bu parçayı söylüyordum, bu Amerikan olmasın, Polonyalı besteci değil bu" dedim. "Ee söyleyelim" dedi, yazım vardı Allah'tan. Polonyalı dediler. Sonra Dünya çapındaya dönünce yarışma sansür bile oldu. Yani Amerikalıları biraz yeriyor tabii Aigle noir, kızılderililere yaptıklarından dolayı. Times Square ismini mesela çıkarttık, iki heceli isim ne: L'enfer dedim, "Cehennem". "Babamın yeşillikler içinde at gezdirdiği yeri Times Square yaptılar". Times Square'i söyletmediler. Orada da Bulgaristan'da olduğu gibi alkış üzerine alkış. gidiyorum, geliyorum, söyleme dediler ya, gidiyorum geliyorum. İkinci parçasında, çünkü ben bir kolaj yapmıştım. Aigle noir ile West Side Story'yi, oradan başlamaz mı yüz üç kişilk orkestra. O mikrofonu nasıl aldım, nasıl başladım ve zannettim ki söyleyemeyeceğim çünkü en yüksek sesler Barbra Streisand söyler, ondan bile iki nota yüksek söylüyordum. Neyse, işte böyle bizim dertlerimiz de. 

D.Ö: Bu tip parçaların dışında bir de Fransızcada poesie chanteé, dediğimiz şarkılı şiirlerden oluşan albümleriniz var sanıyorum.

A.A: Evet şarkılı şiirler yaptım, oynadığım müzikaller var, Üç Kuruşluk Opera, Kuşlar, Aristophanes'in ama en güzeli bir şey anlatacağım şimdi. Biz tabii gazino adabı bilmiyorduk ne kadar Zeki Müren'le çalışsak da. Yazın, Bebek Gazino'sunda bir program yapıyorlar, Zeki Bey İzmir Fuarında. Dolayısıyla bir alaturkacı kadın buldular. Bebek'te de biliyorsunuz bütün Milliyet gazetesinin sahipleri, Nadir Nadi Bey, Cumhuriyet Gazetesi'nin sahibi. Hepsi de bizi dinlemeye geliyorlar. Erkan Özerman bana dedi ki: "Orası gazino, halk yeri, Türk Halk Müziği gibi bir şey söyle" dedi. Ne söyleyeyim ben de: "Dane dane benleri var". Hala gülüyorum, ne kadar zorla söylüyordum bilemezsin. Ondan sonra da Après toi söylüyorum, yarı Fransızca yarı Türkçe, Eurovision şarkısı diyorum filan. Hümeyra da öbür tarafta o da çıkıyor, o da gitarıyla şiirden yaptığı şarkıyı söylüyor. En son da alaturkacı çıkıyor tabii Batı bitince. O alaturkacı hanımın  böyle yarı çıplak resimleri neredeyse bize göre tabii, ışıklar içinde filan. İkide bir de bize bir şeyler söylüyor, bir tablo asıyor oraya böyle, görelim diye. Meğerse o kendi söylediği şarkılarmış, adet de başkası o şarkıları söyleyemezmiş. Biz ne bilelim. Hümeyra   tutturdu bir tane : "Gülüm, gülüm", ben tutturdum "Dane dane benleri". Final yapıyormuş kadın o şarkıyla. Ben de rezalet söylüyorum bari iyi söylesem. Erkan'a dedim ki: "Görüyor musun, Koca Öküz'le bitirseydim daha iyi olurdu"

D.Ö: Ne yazık ki bir programın daha sonuna geldik artık. Çok keyifli bir sohbet oldu, çok teşekkür etmek istiyorum size Ayla Hanım, bize vakit ayırdığınız, anılarınızı, tecrübelerinizi bizlerle paylaştığınız için.  

A.A: Ben de sana çok teşekkür ederim. Kafalarını şişirmedik değil mi insanların, hem müzik hem çene. Son olarak, Bülent Ecevit'imin çok sevdiği bir parçaydı, onun o Karaoğlan zamanlarından. Kıbrıs'a zaten ilk giden ben oldum TRT1 ile. Orada askerlerimizi gördüm savaş içinde, anlatmayayım. Bir dizi var ya şimdi, o dizi az bile söylüyor. Benim bir öğrencim var şimdi, onun filmini de çektiler. O devrede, Sen de Katıl Bize diye bir parçam vardı, onu çok seviyordu. Onu sonra hep söylemeye başladılar, büfelerin tepesine çıkıyorlardı. Hele Ankara, İzmir, İstanbul böyle. Bülent Ecevit'in Kıbrıs parçası oldu yani. "Sen de katıl bize" diyor çünkü sevecen, aynı şeyleri şimdi bile söyleyebilirim. Sevin birbirinizi, nerden gelirse gelsin, çok teşekkür ederim, sağol, iyi ki varsın. 

D.Ö: Çok sağ olun, siz de iyi ki varsınız ve bize böyle programlar hazırlamak için ilham veriyorsunuz. Umarım ilerde yeni bir programda yeniden bir araya geliriz. 

Şarkıcı / YorumcuParça AdıAlbüm AdıSüre
Sofia Vembo Harami I Sofia Tis Ellados 3:07
Georges Brassens Le gorille Intégrale des albums originaux 1:28
Jacqueline François Est-ce ma faute à moi? Mademoiselle de Paris 1:44
Fanny Brice Second Hand Rose Golden Selection 2:00
Juliette Gréco Mon homme L'éternel féminin Intégrale Vol.07 1:32
Ayla Algan I love you I love you 3:48
Vicky Leandros Après toi Vicky Leandros 1:45
Ayla Algan Aşk mı bu? En İyileriyle Ayla Algan 1:40
Ayla Algan Sen de katıl bize Sen de katıl bize 2:17