Fotoğraf tarihinde kartpostal ve fotokartların önemi

-
Aa
+
a
a
a

Üzerinde yazı ve görsellerin bulunduğu bu efemerik malzemeler dönemin stüdyolarını, ortaya koydukları işleri ve o dönemin moda eğilimlerini anlamak için başvurulması gereken önemli belgelerdir.

Foto Müze: 4 Şubat 2020
 

Foto Müze: 4 Şubat 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

Kartpostallar ve fotokartlar; basıldıkları dönemi anlamak, toplumunun sosyal ve kültürel özelliklerini tespit etmek için mutlaka göz önüne alınması gereken önemli belgelerdir. Fotoğraf tarihimiz için de bu böyle. Eğer kartpostallar olmasaydı, fotoğraf tarihimiz eksik yazılmış olurdu.

Benim bu belgelerle vurgulamak istediğim şu; insanın yarattığı her obje, yaratıcısı hakkında pek çok sırrı ifşa eder. Hele de üzerinde yazı ve fotoğraf varsa… Bu bakımdan kartpostallar ve fotokartlar en azından kendilerine ayrılacak bir programı hak ediyorlar.

Tebrik kartının tarihçesi, antik Mısır’a kadar götürülebilir belki. Mısırlıların kutlama dileklerini papirüsler üzerine yazdığını belirten kaynaklar var. Ya da Almanların 1400‘lü yılların başında, tahta parçalar üzerine boyadıkları tebrik mesajları da bilinmekte. Ama bugün anladığımız manada kartpostalın tarihi çok da eski değil.  Yaklaşık 150 yıllık bir geçmişten söz ediyoruz.

Bildiğiniz üzere, kartpostallardan önce, yani 1800’lerin ortalarına kadar insanlar mesajlarını, söyleyeceklerini mühürlü mektuplar aracılığıyla gönderiyordu. Eritilmiş mum üzerine basılan bu mühür, mesajların başkaları tarafından okunmayacağının da garantisiydi aynı zamanda. Bu bakımdan kartpostallar ilk ortaya çıktığında hayli yadırganmış ve eleştirilmiş. Ama yine de bu yaklaşımlar, bir iletişim aracı olarak kartpostalların hayatımıza girmesine engel olamamış. Çünkü mektuba göre daha ucuzdu. Böylece kısa süre içinde yaygınlaştı ve popüler hale geldi.

Kaynaklar kartpostalların yaygın kullanımıyla ilgili olarak, 1893 Chicago sergisini gösteriliyor… Aslında gelişimiyle ilgili öncesinde de yapılmış birçok atılım var.

Kısaca aktaracak olursam kartpostallar, bağlı oldukları ülkelerin posta idarelerince belli standartlarda bastırılmış ve kurallara bağlanmış. Ve kurallar da kesin. Mesela ilk zamanlar fazlaca bir özelliği bulunmayan düz ve ince kartonlardan ibaret. Bunların ön yüzü alıcı bilgilerine ayrılmış.  Arka yüz ise mesaj için.

Ama 1890’lara yaklaşırken bazı gevşemeler oluyor. Mesela özel girişimcilerin de kart basmasına izin veriliyor. Fakat bu durumda, posta idaresinin ürettiği kartlara göre daha yüksek bir posta ücreti alınıyor. Ama tabii zamanla bu eşitsizlikler gideriliyor. Süre ilerledikçe, kartların bir yüzünde ki biz buraya ön yüz diyelim, taş baskı yöntemiyle aktarılmış bazı resim ve desenler görülüyor. O zaman da hem adres hem mesaj tek bir tarafa, yani arka tarafa yazılıyor. Fakat bu kez de adres bilgisiyle, mesajın birbirine karışma ihtimali doğuyor. Buna çözüm olarak da ortadan dik bir çizgi çekiliyor. Yani, bu çizginin olmadığı kartlar daha eski bir tarihe aittir diyebiliriz.

Ve yine zaman içinde, kartpostal ebatlarında da birtakım esnemeler oluyor. 

Görsel kullanılmaya başlandıktan sonra kartpostallara ilgi daha da artıyor tabii ve onları aynı zamanda bir koleksiyon objesine dönüştürüyor. Özellikle doğrudan fotoğraf kullanımıyla birlikte, yüksek bir talep söz konusu oluyor.

İşte burada kartpostal konusu, benim alanımla doğrudan bir ilişki içine giriyor. Çünkü fotoğrafların yer aldığı kartpostallar, dönemin fotoğraf anlayışı ve fotoğrafçıları açısından da önemli kaynaklar.

Ne şekilde kaynaklık ettiklerine değinmeden önce ülkemizde kartpostalın serüvenine gelecek olursak, bu konuda Mert Sandalcı’nın Max Fruchtermann ile ilgili yapmış olduğu araştırma, bize detaylı bilgiler aktarıyor.

Max Fruchtermann Türkiye’de kartpostal alanında pek çok serinin basılmasını ve tüm dünyaya yayılmasını sağlayan önemli bir isim. 1895 yılında Galata’da, Yüksek Kaldırımda bir dükkân açarak kartpostal editörlüğüne başlıyor. 1900 yılında da Beyoğlu’nda ikinci dükkânını açıyor. Kısa sürede hem Türkiye’de hem de yurtdışında tanınan ve aranan biri haline geliyor. Dünyanın her yerindeki meraklılarla ve koleksiyoncularla yazışıyor ve onlara kartpostallar gönderiyor. Fruchtermann’ın bastırmış olduğu milyonlarca kart dünya üzerinde dolaşmakta. Ve onun sayesinde o döneme ait çok önemli ve hayli miktardaki kartpostal, bir hazine değerinde duruyor.   

Peki, Max Fruchtermann kimdi ve nereden geldi diye soralım? Çok kısa olarak; 1852 yılında o zamanki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki Kaluş adlı bir sınır kasabasında doğmuş. Daha sonra, hangi sebeple olduğunu bilemiyoruz, 1867 yılında İstanbul’a geliyor ve çeşitli işlerde çalıştıktan sonra da 1869 yılında Yüksekkaldırım’da bir çerçeveci dükkânını açıyor.

Sonrasında yani 1895 yılında da kartpostal işine giriyor. 1918 yılındaki vefatına kadar da bu işi sürdürüyor.

Bu kadar öne çıkmasa da başka editörlerin varlığını da söylemiş olalım.

Max Fruchtermann’ın bastırmış olduğu kartlarda çeşitli baskı teknikleri söz konusu.

1897 yılında doğrudan fotoğraf baskılarının yapılabilmesi taşbaskı tekniklerinin neredeyse bitmesine neden oluyor. Ancak sayılı birkaç editör tarafından fantezi olarak birkaç seride kullanılıyor. Yeni yöntemse kartpostal piyasasına biraz daha hareketlilik getiriyor. Tabii ki bu stüdyolara da yansıyor. Çünkü kartpostallara aktarılan fotoğrafların çok büyük çoğunluğu dönemin stüdyolarınca çekilmişti. Fruchtermann ve diğer editörler işte bu stüdyoların kapısını çalıyor. Hem de en iyilerin.

Fotoğrafların kartpostal yoluyla çoğaltılması, o günkü stüdyoların daha fazla fotoğrafını günümüze ulaştırdı. Böylece hem dönemle hem de fotoğrafçıyla ilgili bilgileri bugüne taşıdı. Şunu unutmamak gerek ki şimdiye kadar bu stüdyoların ne yazık ki hiçbirinin arşivi, bir bütün olarak korunamamış ve günümüze ulaşmamıştır. Ancak parça parça olarak, kurumsal arşivlerde, özel koleksiyonlarda bulunabilmekte. Bir kısmı da hiç ortada yok zaten. Cumhuriyet sonrasında faaliyet gösteren stüdyolardan da sadece birkaç ismin arşivi tam olarak durmakta. Maryam Şahinyan’ın ve Süveyd Orhon’un arşivleri… Dolayısıyla kartpostalların bu anlamda taşıdıkları görev bizim için çok önemli.

Mesela Osmanlı döneminin önemli bir stüdyosunu, Guillaume Berggren’i ele alalım. Hikâyesi çok acıklı ne yazık ki… Çok kısa olarak aktaracak olursam, 1835’de Stockholm’de dünyaya geliyor. Ve bir nedenle yolu İstanbul’a düşüyor ve hayran kaldığı bu şehirde ömrünün sonuna kadar fotoğrafçılık yapıyor. Stüdyolar açıyor, portreler çekiyor ama daha çok da dış çekimler yapıyor. Yani tarihi eserler, doğal güzellikler, şehir manzaraları ve insanların sosyal yaşantısı onun konuları oluyor. Bir de kıyafetler ve meslekler üzerine seriler hazırlıyor. Ki bunlar turistlerin en çok rağbet ettiği konular arasında.

Berggren iyi bir fotoğrafçı ve oldukça temiz işler üretiyor.  Ama 1. Dünya Savaşı nedeniyle turistlerin ayağı kesilince maddi zorluklar çekiyor ve zora düşüyor. Ne yazık ki bu dönemde elindeki cam negatifleri, pencere camı satan dükkânlara vererek ufak gelirler elde etmeye çalışıyor. Yani iç daraltıcı bir durum. Neyse ki bir bölümünü de Alman elçiliğinde görev yapan bazı kişiler satın alıyor.

Sadece yokluktan da değil; sorumluluk duygusuyla imha edenler de var. Tabii bu konu portre fotoğrafları için geçerli. İnsan mahremiyeti o dönemde çok önemli. Özellikle Müslüman kadın portreleri. O zamanlarda her şey bugünkü gibi ortalıkta yaşanmıyor. Dolayısıyla stüdyo sahiplerinin kendileri bu negatifleri yok etmekten kaçınmıyor. Yine bir örnek verecek olursam, ilk Müslüman stüdyolarımızdan Bahattin Bediz, 1927 yılında fotoğrafhanesini kapattığında, tüm arşivini Sarayburnu’ndan denize döküyor.

Bir örnek daha vereyim; Fikret Adil’in anlattığına göre, cam negatif kullanıldığı dönemlerde, fotoğrafçılar kadın portrelerini teslim ederken, negatifleri de yanında getiriyormuş ve müşterinin gözü önünde bu cam negatifleri kırıyormuş.

Başka bir diğer sebep de felaketler. Özellikle yangınlar. İstanbul’daki yangınlar pek çok fotoğrafhanenin arşivini yok etti ne yazık ki. Çok güçlü olanlar yaralarını sarıp devam ettiler ama görece küçük olanlar tarih sayfasından silinip gittiler…

Bir yandan da bu camların ne kadar havaleli olduğunu ve yer kapladığını da unutmayalım. Sırf bu sebeple yok edilen arşivler de söz konusu maalesef…

İşte tüm bu örneklerde görüldüğü gibi, kartpostallar sayesinde, fotoğrafhanelerin yok olan parçaları, küçük bir kısmı da olsa, bize ulaşıyor.

Bazen de literatürde ismine hiç rastlamadığımız fotoğrafçıların adlarını da kartpostallar bize ulaştırıyor ki bu da başka önemli bir nokta.

Kartpostallarda ismine en çok rastladığımız fotoğrafhanelerden biri Abdullah Biraderler… En önemlilerden biri ve belki de en ünlüsü… Saray fotoğrafçılığına kadar yükselmiş olan Abdullah Birader uzun yıllar faaliyetlerini sürdürmeyi başarıyorlar. Kevork, Viçen ve Hovsep adlı üç kardeşin çalıştırdığı bu stüdyonun ünü sınırlarımızdan da taşıyor.  Bugün birçok müze ve önemli arşivde onların eserleri mevcut.

Abdullah Biraderlerden başka, gene en az onlar kadar ünlü olan Sebah&Juaillier ismini saymalıyız. Bu stüdyo, Pascal Sebah’ın 1857 yılında Tom Tom sokağında kurduğu bir stüdyo ve birkaç kez adres değişikliğine gidiliyor. Pascal Sebah şubeler açıyor, madalyalar, nişanlar kazanıyor, önemli işlere imza atıyor. Ama az önce sözünü ettiğim yangın felaketi onu iki kez buluyor ve o güne kadar ki tüm arşivini silip süpürüyor.  Bu ikinci büyük darbe ne yazık ki onun vefatına da sebep oluyor. Bunun üzerine eşi, Polycarpe Joaillier’i işletmeye ortak alıyor.  Ve firma daha uzun yıllar çalışıyor. Biraz olgun bir yaşta olanlar hatırlayacak, Foto Sabah olarak 1950’lerin başına dek bu stüdyo faaliyetlerini sürdürdü. Kartpostallarda, bu stüdyonun çektiği fotoğraflar, özellikle oryantalist tarzda üretilmiş olanları çokça görürüz.  Turistlerin belki de en çok rağbet ettiği konular arasındaydı.

Tabii burada kartpostallarda yer alan her stüdyoyu saymam mümkün değil. Ama en önemlilerinden Andriomenos ve Febüs ismini de zikredip fotokartlar konusuna gelmek istiyorum.

Fotokartlar, kartpostalların bir uzantısı olarak hayatımıza giriyor. Aradaki fark şu; kartpostallar matbaada, fotokartlar karanlık odada üretiliyor. Aslında fotoğraflar. Yani, ışığa duyarlı gümüş tuzları üzerine negatiften aktarılmış görüntüden söz ediyorum. Fotokartları fotoğrafçılar üretiyor

Peki, o zaman bunlara neden fotoğraf demiyoruz da fotokart diyoruz? Çünkü bu fotoğrafları kartpostallara yaklaştıran özellikler taşıyorlar.

Her şeyden evvel, fotokartlarda, tıpkı kartpostallarda olduğu gibi görüntüye dair bilgiler yer alıyor. Mesela bir manzara fotoğrafıysa, buranın neresi olduğu fotografik görüntünün üzerinde yazıyor. Bir tarihi eserse, ne olduğu ve nerede olduğu yazıyor. Ha keza bir portreyse, kim olduğu… Bilgiler arasında çoğunlukla fotoğrafçının ismi de olur. Bazen, hatta çoğunlukla, fotoğrafçı bu kartları numaralandırarak sistemli bir şekilde üretim yapar. O takdirde üzerindeki rakamlar kaç tane üretildiği konusunda bizi bilgilendirmiş olur.

Aslında fotokartın ortaya çıkması, oldukça doğal bir süreç ve sonuç diyebiliriz. Çünkü ilk stüdyolardan itibaren, fotoğrafçılar gelen turistlere satmak üzere, 18x24 santim ebatlarında albümin baskılar hazırlıyorlardı. Onların da üzerinde bu bahsettiğimiz açıklamalar, sayılar, stüdyo isimleri gibi detaylar vardı. Burada biraz iç içe geçiş söz konusu aslında… Araç değişse de, insanların alışkanlıkları ve gösterdiği refleksler benzer oluyor.

İlk kartpostal örnekleri, sadece mesajları iletecek dümdüz kâğıttan üretilmiş basit bir iletişim aracı iken, kısa süre içinde başka anlamlar da yüklendi. Bir de işin içine görsellik, hele de fotoğraf girince bambaşka boyutlara ulaşan farklı bir yapıya evrildi. 

Bu noktada kartpostal editörlerinin, fotoğrafçıların zaten yapageldikleri şeyleri uygulamaları anlaşılacak bir şey ve doğal olarak da böyle gelişiyor zaten. Bu aşamada kartpostallar, salt bir iletişim aracı olmaktan çıkıyor; bir hatıra ve koleksiyon nesnesine de dönüşüyor.

İyi bir kartpostal editörünün hayli sayıda satış yaptığı ve güzel paralar kazandığı dönemde, fotoğraf alanındaki üretici firmaların kartpostal boyutunda fotoğraf kâğıdı üretmeleri -hem de bu kâğıtların arkasında Carte Postale ibaresi var- şaşılacak bir şey değil aslında, tam tersine akla gelecek bir şey. Arkasında kartpostal yazan ve aynı ebatlarla üretilmiş kâğıtları fotoğrafçı ne yapsın, kartpostal gibi üretip satıyor. Zaten daha ortada kartpostallar yokken; fotoğraflar çoktan bir koleksiyon nesnesine dönüşmüştü. Ünlülerin, siyasilerin portreleri, yabancı diyarlar, tarihi eserler, şehir manzaraları… Bu fotoğraflar toplanıp biriktirilmekteydi.

Bu durumda şunu söyleyebiliriz; kartpostal fotoğraftan sonra sahneye çıktığına göre, fotoğrafçıların reflekslerini takip etti. Fotoğrafçılar da ikinci bir atağa geçerek fotokartlar ürettiler… Bir zorlamadan, bir plandan söz etmiyorum tabii, bunlar doğallıkla iç içe geçen refleksler…

Fotokartları genel olarak gruplayabiliriz. Tabiat güzellikleri, manzaralar ve tarihi eserleri bir gruba dâhil edebiliriz. Fotoğrafçı karanlık odada görselin üzerine buranın neresi olduğuna dair bilgileri yazar. Bunlarda önemli olan bulunulan şehrin ipuçlarını, simgelerini taşımasıdır ki insanlar bu şehirden ayrılırken, yanlarında buraya ait bir andaç götürebilsinler.

İkinci grupta ise daha estetik daha kurgusal yaklaşımdan söz edebiliriz. Bir natürmort, bir çiçek, bir deniz manzarası, yelkenliler gibi şeyler olabilir. Bu görüntüler hangi şehirde hangi yörede çekildi, artık bu önemli değildir.

Üçüncü grupta ise portreler var. Yakın tarihe kadar bizde de yurtdışında da var olan bir alışkanlığın da uzantısı olarak. İnsanlar birbirine fotoğraf gönderirdi ve bunlar biriktirilirdi. Sırf bu sebeple fotoğrafçılar modelin portresini, fotoğraf kâğıtlarının kenarına ya da köşesine yakın bir yere basardı ki, yazı yazmak için boş bir alan kalsın. Bazen de bu portreler vinyetlerle süslenerek basılırdı. Bu onları daha da kartpostallara yaklaştırmaktaydı.