"Aslında Çin ile hiç ilgilenmemişiz"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ali Bilge, Ekonomi Politik'in yeni bölümünde Çin'deki ekonomik krizinin sebeplerinden bahsetti.

Kevin Frayer/Stringer
Kevin Frayer/Stringer

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhaba! Yalnız dünyada değil uzayda bile son derece yoğun bir haftaya başladık. Aya çarpan Sovyet roketinin haberleriyle ilgili muhteşem bir görüntü var. Biz bugün Çin üzerinden gideceğiz, değil mi?

Ali Bilge: Çin’in de resesyona- ekonomik durgunluğa girdiği artık ilan edildi. Bunu bekliyorduk, Çin’deki gelişmeleri izliyorduk. Epey zamandır sorunların büyüğünü ifade ediyorduk. 2003’te düzenli yayına başladığımızdan bu yana, çok kez Çin’de yaşanan siyasi, iktisadi ve iklimsel meselelere değinmişiz. Hatırlıyorum bir sayısında Çin’de yaşanan iklim felaketini National Geographic de kapağına taşımıştı, bunları konuşmuştuk. Bugün ilk olarak, Çin’in girdiği ekonomik krizinin sebepleri üzerinde durmaya çalışacağım.

Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi, dünyanın en kalabalık ülkesi ve dünyanın en eski ülkelerinden biri. Krizin nedenlerini şöyle başlıklandırmak mümkün:

Covid-19 salgınında sıfır çözüm politikası uygulaması nedeniyle geç çıkması krizin nedenlerinden biri olarak gösteriliyor. İkincisi, serbest ticaretin kısıtlanması, bu nedenle ticaret savaşlarının başlaması. Üçüncü ve önemli nedenlerden biri de inşaat-emlak merkezli, iç iktisadi büyüme modelinin sonuna gelinmesi, iflası. Krize diğer katkı, Rusya – Ukrayna savaşından geliyor. Savaş yüzünden artan dünya enerji fiyatlarından en fazla etkilenen ülke Çin. İktisadi büyüme için gerekli enerji kaynakları ülke içinden yetmiyor, enerji açığını tüm dünyadan sağlıyor. Enerjide önemli bir ithalatçı ülke. Krizin nedenlerinden beşincisi, Çin Komünist Partisi’nin daha da katılaşması. Ülkede serbest bir piyasa düzeni var, yabancıların yatırım yaptığı bir ülke ama demokrasi yok. Krizin nedeni olarak altıncı başlık olarak, dünya da yaşanan iklim yıkımını görmek mümkün. Çin, iklim krizinin etkisi altında bulunuyor, aynı zamanda gezegenin ısınmasına, harap olmasına çok büyük katkıyı veriyor, iklim krizi sonucunda tarım ve gıda arzının azalması da Çin iktisadi krize girmesinin nedenlerinden biri olarak görülüyor. 

Krizin ana nedenlerini bu şekilde belirttikten sonra, bu başlıkları biraz detaylandırabiliriz:

Önce serbest ticaret ve ticaret savaşlarına bakalım. Çin ekonomisi yıllar boyunca çok yüksek bir iktisadi büyüme sergiledi. 1990- 2019’a kadar, ortalama yılda yüzde 8-9 büyüyen bir ekonomi oldu, yıllarca ‘Çin efsanesi, mucizesi’ laflarını duya duya bu günlere geldik. Avrupa’nın, Amerika’nın, dünyanın pek çok bölgesinin Çin mallarının istilasına uğraması sonucunda, ABD ve diğer batı ülkeleri tarafından Çin’e karşı politikalar geliştirilmeye başlandı. Trump zamanında bu politikaların öne çıkmasına karşın, bu aslında Trump politikası değildi, tam bir Amerikan politikasıydı. 

Dünyada nüfuzunu gittikçe arttıran Çin’e karşı politikalar izlenmeye, anti dampingler, ambargolar, korumacı yöntemler benimsenmeye başladı. Çin gerçekten hem politik olarak hem de ekonomik olarak, dev adımlar atıyordu. Mesela Hollywood stüdyolarını satın almaya girişti. ABD’deki silah sanayine yöneldi, New York Limanı’nı almak istediler ancak ihaleye sokulmadılar. Çin’in ekonomik üsleri kadar askerî üsleri de olmaya başladı Cibuti’den Ekvador’a kadar… Sonuçta ABD ve batıyı tehdit eden bir ülke olarak görülmeye başladı. 

Çin, pandemide batılı kapitalist ülkelerden farklı olarak sıfır Covid-19 politikası uyguladı. Virüsün yayılmasını önlemek için katı sosyal izolasyonlar devreye girdi, seyahatler kısıtlandı, yasaklamalar genişti ve sıkı tutuldu. Kapsamlı karantina uygulamaları yapılırken,nüfusu virüs testine tabi tuttular. Virüse karşı aşıyı bulmaya çalıştılar. Sonuçta Çin, pandemide batılı kapitalist ülkelerden daha farklı bir yol izledi. Ekonomisinin 2/3’ü virüsü durdurma pahasına pandemi politikaları oluşturuldu. Batılı kapitalist ülkeler, pandemi söz konusu olduğunda insanları kurtarmak yerine ekonomiyi kurtarmayı seçtiler. Çin burada daha farklı bir rota izledi ve başarılı da oldu. Pandemi nedeniyle ekonomide yaşanan aktivite azalması, bugün ekonominin durgunluğa girmesinin nedenlerinden biri olarak görülüyor. 

Çin’in bugün krize girmesinin en önemli nedeni olan sayılan inşaat-emlak iflasına gelmek istiyorum.Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi ama gelişmekte olan ülkeler kategorisinde bulunuyor. Geçen 40 yılda müthiş bir şehirleşme yaşandı. Şehirleşme ile birlikte inşaat faaliyetleri artmaya başladı. 2000’li yıllarda ağırlıklı olmak üzere Çin, Türkiye’nin de takip ettiği inşaat ve emlak merkezli iktisadi büyüme modelini seçti. Bugün ekonomik krizin en önemli nedeni olarak gösterilen bu politika iflas etti.

Çinlilerin bildiğim kadarıyla büyük bir çoğunluğu deist, ağırlıklı din Taoizm, Budizm Hristiyanlık, Müslümanlık da var ama çoğunluğu deist olduklarını söylüyor. Ama ‘dünyada mekan, ahirette iman’ şiarına onlar da uydular. Muazzam bir şekilde inşaat-emlak işine daldılar. 

Dünyada görülmemiş şekilde çok büyük gayrimenkul-inşaat patlamaları yaşandı. Çinli inşaat-konut-emlak firmalarının ve kredi mekanizmalarının nasıl çalıştığını Şubat ayında katıldığım bir toplantıda öğrenmeye çalıştım. Arazi yerel yönetimler tarafından ağırlıklı olarak satılıyor, devlet bankaları tarafından krediler sağlanıyor. Bugün konut edinen Çinlilerin çok büyük bir kısmı kredi ödemelerini yapamaz durumdalar. 

Çin’de inşaat-emlak sektörünün büyüklüğü için bir rakam vermek istiyorum.2022 rakamlarına göre, Çin emlak varlığı, ABD hisse senedinin toplam kapitalizasyonundan daha büyük: 55 trilyon dolar (47 trilyon sterlin) ile 60 trilyon dolarlık dünyanın en büyük varlık sınıfını temsil ediyor. İşte bu varlık şu anda kriz altına, müteahhitler ve inşaat sektörünün devleri, ucuz kredi kalmayınca batmaya başladı, arazi ve kredi satışına aracı olan yerel yönetimler ve bankalar baskı altındalar, batmamanın yollarını bulmaya çalışıyorlar. Bunların çoğu batık ama ilan edilmiyorlar. Yerel yönetimler de ciddi tehdit altında çünkü gelirlerinin çoğu inşaat emlak faaliyetlerinden sağlıyorlar. Ayrıca durgunluk ve iflaslar nedeniyle insanlar işsiz kalmaya başladılar. Borçlarını ödeyemiyorlar, evleri bitmemiş insanlar da cabası... 

Çin zaten hiçbir yere ulaşmayan yolların, bitmemiş köprülerin, havalimanlarının, yolları olmayan köprülerin, insanların yaşamadığı hayalet şehirlerin olduğu bir ülke. Çok ileri gittiler ve hatalı politikaları üst üste uyguladılar, yanlışlara saptılar. Şimdi gelinen aşamada tümüyle bu büyüme modelinden vazgeçmek istiyorlar ama iş işten geçti, büyük bir bedel ortada duruyor. 

Çin gelişmesi ana eksende iki şeye dayanır. İhracata dayalı ucuz üretim ve inşaat faaliyetleri.... 2010 yılına kadar sürekli ihracatı hedefleyen ucuz iş gücüne dayanan politikaları sürdürdüler. Ancak daha sonra, iç talebede önem veren politikalara yöneldiler. Emlak ve inşaat sektörü de, dev adımlarla büyüdü. Son dönemde, dev Çinli emlak ve inşaat firmaları zor duruma düşmeye başladılar. Hatta biri birkaç gün önce ABD iflas masasına başvurdu. Bedeli çok yüksek bir durumla karşı karşıyalar. Bugün Batı dünyası da krizi tartışıyor, analiz ediyor. 

2004 yılında bir yazı yazmıştım: “Çin batarsa IMF’nin onu kurtarmaya parası yok, IMF’nin parası yetmez” demiştim. Gerçekten çok büyük bir ekonomi, IMF ile olmaz. Ayrıca Çin ekonomisinin resesyona girmesi dünya ekonomilerini de, piyasalarını da etkileyebilecek. Çin iktisadi büyümesiyle dünyanın ekonomik büyümesini yükseltiyordu, herkes Çin’den nasipleniyordu. Avrupa, Amerika ve Japonya… Çünkü müthiş bir hammadde ihracatçısı ve ithalatçısı, muazzam bir büyüklük. Çin’in durması, küçülmesi demek, dünya ekonomisinin ve diğer ülkelerin de daralma ve durgunluktan nasibini alması demek. Batılı ülkeler zaten durgunluğu, daralmayı yaşıyorlar. Herkesin gözü Federal Reserve Bank’te, FED’in enflasyonu yenmek için faizi arttırmaya devam etmesi ekonomik yavaşlamalara yol açıyor. Çin’in resesyona girmesinin dünya ekonomisi için de ciddi olumsuz katkıları oluyor. 

Çin’in girdiği iktisadi krizin nedenlerinden biri siyasi rejim olarak gösteriliyor. Geçen sene ÇKP’nin 20. Kongresini değerlendirdiğimizi hatırlıyorum. Çin Komünist Partisi Kongresi’nde başkanın konuşması ve kongre manzaraları siyasal rejimin daha sertleşeceğini gösteriyordu. Başkan muhaliflerini tamamıyla tasfiye etti, eski başkanı da yaka-paça attılar kongre salonundan hatırlarsanız.

Ö.M.: Evet, gözler önünde cereyan etti yani kendisinin itirazına hiçbir konuşma hakkı verilmeksizin salondan çıkarıldığını gördük başkanın. 

A.B.: Mevcut Başkan, kendisine hiçbir şekilde itiraz etmeyecek bir kadro kurdu. Çin demokrasinin olmadığı bir ülke, insan haklarını korunmadığı bir ülke. Az da olsa var olan muhalifleri de ortadan kaldıran, tasfiye eden bir kongreydi.

Krizin geleceği biliniyordu, krizi çözecek kadroları ve politikaların ortaya konulmadığı bir kongre oldu. Farklı değerlendirmelerin hiç birine izin verilmedi. Halbuki böyle bir krizi aşabilmek için farklı seslere kulak verilmesi gerekli. Krizi çözebilecek kadroların ve uygulamaların yetersizliğinden söz ediliyor. Çünkü Komünist partisinin yöneticileri, politikacılar ve bürokrasi, partinin yerel teşkilatları, krizin çözümüne ilişkin radikal politikaların uygulanmasına imkân vermiyor. 

Sonuçta bu aktörler için radikal iktisadi önlemlerin alınması, hesap verilebilirlik ve gücün azalması demek... Özetle bunlar, bizim ‘hazineden geçinenler’ dediğimiz kesim… Krizin sorumluluğunu alıp hesap vermiyor ve gücünü devamını istiyor. Kongredeki sertleşmenin tercih edilmesi, sertlik yanlısının seçilmesi işte bu nedenle Çin’de 30-40 yıldır, uygulanan politikalar sonucunda bir orta sınıf oluştu. Krizi çözerken yönetim bu orta sınıfı göz önünde bulunduracak mı? Krizi çözmek için daha yumuşak mı, daha sert tedbirler mi alacak? Kongre, sertleşme ile olacak yanıtını verdi. 

Çin’de kapitalist büyüme devam ederken, sanki Çin’de diktatörlük yokmuş gibi bir algı da yaratılmaya çalışıldı. “Demokrasi yok ama hesap verilebilirlik var, başkanların yetkileri kısıtlı” dendi. Gerçekten iki dönem başkan seçilebiliyordu, ama Xi üçe çıkarttı ve yeniden uzattı başkanlık süresini. Tüm bunlar iktisadi krizi, daha da otoriter yöntemlerle aşmaya dönük tercihleri ortaya koymaktadır. 

Peki yıllardır devam eden ‘efsane Çin’ büyümesini yeniden nasıl rayına oturtacaklar? Bu ve benzeri sorunlar, önümüzdeki dönemde tartışılmaya devam ediyor, edecek... 

“Demokrasinin olmadığı, hukuk devletinin olmadığı ülkelerde bilgi ve veri güvenliği de yoktur” diyoruz. Peki, Çin rejiminin yayınladığı iktisadi ve sosyal sektörler üzerine rakamlar ne kadar güvenilir? Çin’in işsizlik rakamlarını 2018’den beri yayınlandığını söylersem, şaşırabilirsiniz, işsizlik rakamlarına ilişkin veriler çok yeni. 

Son yıllarda öne çıkan bir efsane olan konu daha var. Çin’in yapay zeka mucizesi... Doğru, Çin yenilikçilikle ilgili pek çok ileri gelişme yaşanıyor, bunları görüyoruz. Son yıllarda sürekli vurgulanan, korku filmi gibi ortaya konan bir şey var: “Çin, yapay zeka ile dünyaya sahip olacak üstünlük kuracak” deniyor. Elbette inovasyonlar yapıldı, şirketler yeni teknolojiler geliştirdi. Çin dünyaya hem borç veren, hem de borç alan bir ülke, hem ithalatı hem ihracatı olan dev bir ülke. Huawei gibi, Ali Baba gibi markaları geliştirdi ama yenilikçilikte batının elde ettiği teknolojik üstünlüğü geçtiğini iddia etmek gerçekten doğru mu? Bunu mümkün olmadığı da iddia ediliyor. 

Çin’de krizin oluşmasına büyük katkı politik yatırımlardan geliyor. İktisadi analize dayanmayan yatırımlar kaynakların çarçur olmasına, verimsizliğe, geri dönüşlerin olmamasına yol açıyor. Bunu nedeni olarak da siyasal rejimin katı kuralları gösteriliyor. Kaynakların heba olması ile beraber Çin iklim krizine en büyük katkıyı veren ülkelerin başında geliyor. Çin’in efsane büyümesinden söz edilirken iklimi mahvetmesi hiç dikkate alınmıyor. 

 Çin dış yatırım yaparken nelere dikkat ediyor ? Türkiye gibi ülkelere Çin niye giriyor? Birincisi Çin, riskli ülkelere giriyor, gelişmemiş ülkelere dönük anahtar teslim biçiminde yatırım yapıyor. İkincisi Çin çevre ve iklimi hiç önemsemiyor. Dünya Bankası gibi ülkelere yatırım kredisi veriyor, ‘her şey dahil’ yatırım yapıyor. Çin, geliyor bir ülkeye ‘ben sana liman yapayım’ diyor, kredi veriyor, malzemeyi, ham maddeyi veriyor, inşaatı yapıyor, her şeyi ile birlikte anlaşma yapıyorlar. Ancak çevre ve iklim yok, hiçbir şekilde yok... 

Çin’in bugün iflas etmesine ve krize girmesine sebebiyet veren unsurlardan biri de dış yatırımlar, yol-kuşak projesi… Aslında başlı başına bir program konusu. Yol-kuşak projesini Afrika’yı, Asya’yı ve Avrupa’yı birbirine demir yolları, deniz yolları, bütün yollarla bağlayan deli bir proje.

Ö.M.: Yeni bir İpek Yolu’nu hatırlatıyor zaten. “Yol’ kelimesinin kullanılması da o amaçla bence.

A.B.: Evet. Çin bugüne kadar ülkelere 240 milyar dolarlık dış kredi vermiş. Anahtar teslim altyapı yatırımları var. Şimdi kredi verdiği bu ülkeler, aldıkları borçları ödeyemiyorlar. Ülkeler ödeyemeyince Çin bankaları onları yeniden kredilendiriyor, borçları yapılandırıyor. Dış yatırımlar ve krediler ciddi bir sorun, başlı başına bir problem. 

Kimi ülkeler direkt borç yapılandırması yaptılar kimileri, SWAP anlaşması ile döviz varlıklarını güçlendirme yolunu seçtiler. Türkiye’de döviz varlığı kalmayınca, bu yolu seçti. 5-6 milyar dolarlık SWAP işlemi yaptı, SWAP hattı kullandı. 

Türkiye’de de Çin yatırımları var, bir tanesinden geçen Aralık ayında bir vesile ile bahsetmişiz. Çevre ve iklim yıkımına yol açacak olan Adana Hunutlu Termik Santrali, bir Çin yatırımı. Dış ülkelerde yapılan yatırımların çoğu politik, jeopolitik yatırımlar VE güç ve nüfuz elde etme yatırımları. Çin yönetimi, bu yatırımların zarar etmesini de göze alabiliyor, ama işte tüm bu işlerin iktisadi kriz olarak bir dönüşü oluyor! 

Çin yıllar boyunca ihracata dayalı bir büyüme modeli seçti. Dış ticarete dayalı büyüme modeli, düşük ücrete dayalı bir büyüme modeliydi. Bir üstünlük elde ediyorsun, pazar kapıyorsun ama düşük ücretle de düşük ülke oluyorsun. Bu malları üreten insanlar kendi ürettikleri malları tüketmek istiyorlar. 

Sanıyorum son kongrede, salondan yaka-paça atılan adam, eski başkan ve yönetim, ağırlığı ihracata veren büyüme rotasını değiştirmişti. İç taleple de büyümeyi ve iç tüketimi hedefleyen politikalar devreye girdi. Nitekim Çin’de acayip şeyler oldu, nüfusun düşük bir yüzdesi Manhattan seviyesinde… Geri kalanı köle gibi çalışıyor ama.

Ö.M.: Çin’in süper, dijital teknolojide yaptığı gelişmelerden, ulaştığı noktalardan bahsediliyor zaman zaman. Bu gelişmeleri de nüfus üzerinde yüz okuma teknikleri geliştirerek Orwellyen bir ortam kurmakta kullanıyorlar. Çok ciddi sorunlar var orada da yani.

A.B.: Laboratuvar gibi kullanıyorlar.

Ö.M.: Evet. Ali Baba’nın kurucusunun da ortalarda olmadığı söyleniyor.

A.B.: Pek çok konuda olduğu gibi teknoloji seviyeleri hakkında ciddi bilgi eksikliğimiz var. 90’lardan itibaren Çin’deki gelişmelere ilgi duydum. Tabii UNCTAD raporları Çin’e olabildiğince değinen raporlardı. O zaman da ortak dostumuz Yılmaz Akyüz, UNCTAD raporlarının Türkiye’de açıklıyordu. Bol bol, Çin’i konuşma fırsatı buluyorduk. “Efsanevi Çin ihracatı” laflarının çokça söylendiği zamanlardı. Bir gün, “Tamam ihracatla büyürsün ama ülkenin refah meselesi bununla çözülmüyor, iç talep de olmalı, insanlar bir süre sonra tüketmekte isteyecekler” demişti. Çinli işçiler, ürettikleri gibi tüketmekte istiyordu. Olmaması da politik huzursuzluklara da yol açıyordu. Şimdi gelinen noktada, geçen 40 yılda Çin iklim yıkımına en büyük katkıyı yapan ülkelerin başında geliyor. Çin’li yöneticiler, “Fareyi yakaladığı sürece kedinin siyah-beyaz olmasına bakmayız “dediler. 

Ö.M.: Deng Xiaoping’in sözü galiba?

A.B.: Herhalde. Çin’de de bir havuz sistemi havuz sermayesi var. Siyasi iktidarın etrafında kenetlenenlerin yönlendirmelerine göre kredi tahsisleri ve yatırımları tercihlere göre oluyor. Bugün dünyada başta iktisatçılar ve politikacılar olmak üzere “Çin krizi nasıl çözecek, yayılması nasıl önlenecek?” gibi sorular soruluyor. Herkes akıl vermeye çalışıyor.

Şöyle bir şey de söylemek isterim: Çin iktisadi krize girdi, büyüme modeli çöküyor ama Çin önemli bir ekonomi, ihracat sektörü de çalışıyor halen. 

Uzun yıllar önce Çin ile ilgili okumalar yaptığımda, hiç bilmediğim bir bilgiye ulaşmıştım: Aslında Çin ile hiç ilgilenmemişiz. 20 yüzyılın 18’inde Çin dünyanın en büyük ekonomisi… Üstelik 15 yüzyılda kişi başına düşen en fazla gelire de, buluşa da sahip ülke. Çin’den başlayan keşifleri, kağıdın ve yazının bulunuşunu hatırlayalım. 

Ö.M.: Barutun da tabii…

A.B.: Uzun yıllar Çin dünyanın teknolojik lideriydi. 1820’de Çin dünyanın GSMH’sinin 1/3’üne sahipmiş. ABD o sırada daha yüzde 2’sini üretiyormuş, 1914’te ABD küresel hasılanın 19’unu sağlarken, Çin artık yüzde 10’dan az üretmeye başlıyor. Afyon savaşları, içe kapanma politikalarının tercih edilmesi, dışa açılmanın sonu, haritaları bile yakıyorlar. Denizciliği sonlandırıyorlar. Sonuçta tarihsel olarak ta böyle ciddi bir potansiyeli olan bir ülke. 

Özdeş Özbay: Hatta bir tartışma vardır: “Kapitalizm neden batıdan çıktı, aslında Çin’de son derece gelişmiş bir küçük burjuvaziye sahipti, oradan yükselebilirdi” diye. 

A.B.: Evet. Sonuçta 40 yıllık bir büyüme modeline tam ad bulamıyorum. “Komünist çerçevede kapitalist büyüme modeli mi” diyeceğiz? Böyle bir büyüme modeli uyguladılar. Bugün, Tiananmen’dan günümüze oluşan bir orta sınıf bulunuyor. Nüfusun büyük çoğunluğu değil ama zorlayan bir kesim var artık. Bu orta sınıfı dikkate almadan siyaset geliştirmek ve ekonomik politikalar geliştirmek pek kolay olmasa gerek. 

Son günlerde herkes Çin borçlarını konuşuyor, Amerika’daki Bridgewater Fonu’nun1 kurucusu Ray Dalio’nun yaklaşımı şöyle: Borç sarmalından tarih boyunca hep başarıyla çıktılar, borçlarını yapılandırmakta ustadırlar, bugün de çözümlerini borçlarını yapılandırarak bulurlar, borçlarının büyük bir kısmı yerel para cinsinden olduğu için kolay” diyor. Ancak ben emin değilim. Dalio’nun 240 milyar dolarlık Jeopolitik yatırımları hesaba katıp katmadığını bilmiyoruz. 

Son olarak garip bir borç ilişkisinden söz edeceğim. Çin’le ABD arasında garip bir borç ilişkisi var. Çin’de henüz devrim olmadan, komünist Çin olmadan önce Çin Halk Cumhuriyeti vardı. Daha sonra Tayvan’a gitti onlar. Devrimden çok önce.

Ö.M.: Sun Yat-sen.

A.B.: O zamanki komünist olmayan Çin, altına dayalı uluslararası bir tahvil çıkartmış 1920’li, 30’lu yıllarda. Bu tahvilleri Amerikalılar ve İngilizler satın almış o devirde. 1938’de Japonya ile savaş başlayınca devlet borcunu tahvil sahiplerine ödeyememiş. Daha sonra 2. Dünya Savaşı devreye giriyor ve sonra devrim oluyor. Çin ödemiyor bu tahvilleri, “Tayvan’da tanıdığınız devletten tahsil edin” diyor. Böyle bir durum var. Amerika’da vakıf kurmuşlar tahvilleri ellerinde bulunduranların mirasçıları, torunları... Düşünün söz konusu tahvil 1 trilyon dolara yakın... 

İngilizler Margaret Thatcher döneminde bu borcu komünist Çin devletine kabul ettirmişler. Böyle bir yükümlülük halen var. Ülkelerin geriye dönük borçları hâlâ ödenmektedir. Bizde Osmanlı borçlarına ilişkin taksitleri ödedik. Mesela Almanya 1. Dünya Savaşı’ndan kalan tazminatı 2010’da ödemiş. Çin’in elinde de, Çin tasarruflarının karşılığı olarak Amerikan tahvilleri var. Değerinin 3 trilyon dolar olduğu söyleniyor ama ayrıca daha da gizlenen rezervleri olduğu da iddia ediliyor. 

Ö.M.: Epey konuşma götürecek herhalde. Sizin yıllar önce yazdığınız yazıda da söyledikleriniz gerçekleşiyor. Buna sevinmek mi yoksa üzülmek mi lazım? 

A.B.: Türkiye ikinci büyük dış ticaret açığını Çin’e veriyor. 

Ö.M.: Çok teşekkürler

A.B.: Hoşça kalın!