"AKP borçla büyüdü, pasta küçülünce de kavga çıktı"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ali Bilge, Ekonomi Politik'te mevcut döviz kriziyle ortaya çıkan ekonomik ve siyasal sorunları değerlendiriyor, ülkedeki para politikalarındaki yanlış uygulamaları ele alıyor. 

ekonomik krize yönelik karikatür

(29 Kasım 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

 

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

AB: Merhaba Feryal, iyi haftalar!

ÖM: Hem Türkiye’de hem de dünyada gayet kargaşa dolu bir yeni haftaya daha giriyoruz. Yani hem ekonomide hem politikada, ekonomik politikayı ilgilendirecek epey bir kargaşa var. Bir de tabii Covid’le ilgili biraz önce konuştuğumuz gibi yeni, bir başka panik de çıktı; evet, gene bir ortaya karışık yapacağız herhalde, ekonomi politik bir doküman var mı?

AB: Ona geçmeden önce, bu haberi dün gece gördüm; Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Direktörü Hans Kruge’ymiş, bir twit mesajı atmış. Mesajında sağlık bakanına ve Türkiye’ye teşekkür etmiş. Avrupa’da pandemi yaygınlaşıyor ve hastalar artıyor ya bundan dolayı Türkiye şöyle bir teklifte bulunmuş: Hasta trafiğine yetemezseniz, hastaları bize gönderin biz tedavi edelim” demiş DSÖ direktörü, işte buna teşekkür etmiş. Bundan haberiniz var mı? 

ÖÖ: Haberimiz yok ama bunu bir de tabii sağlık çalışanlarına sormak lazım. Onlar da ‘beyaz yürüyüş’teydi. 

AB: Sağlık çalışanları ve sistem çökmüş durumda, bu acayip bir şey! Bu iletişimi Dr. Turhan Çömez gündeme getirdi. AKP’nin ilk döneminde Erdoğan’a yakın isimlerinden, milletvekilliği de yaptı, sonra araları bozuldu, ayrıldı ve şimdi Londra’da. Direktörün açıklamasını gören ve yanıt yazan da Turhan Çömez. Çömez de Tele1’de açıklamış bu durumu. Avrupa’daki Koronavirüslü hastaların tedavi için Türkiye’ye getirilmesi tarafımızdan teklif edilmiş. Hans Kruge buna teşekkür ediyor. İşin parasal tarafı da olsa gerek, döviz getirisi olacağını hesap edenler de var. Ama senin de söylediğin gibi çökmüş bir sağlık sistemine sahibiz. Bu konuyu da girişte not etmek istedim.

ÖM: Evet, bir de belki şunu da eklemek lazım, biz bunu görmemiştik, sayenizde öğrenmiş olduk ama bir de sağlık bakanının ağzından Almanya’da artan vakalara karşı yardımcı olmak, Almanya’daki hastalananlara yardımcı olma konusunda da bir ilginç teklif de görmüştük dün, şimdi bulabilir miyim bilmiyorum.

AB: Sanıyorum Avrupa geneline yapılmış.

ÖM: Evet, Türkiye yardıma koşuyor yani?

AB: Evet, “hastalarınızı bize gönderin, biz tedavi edelim” diyorlar. Herhalde bunu da belli bir ücretin karşılığında yapacaklar. Boş olacak ya kışın, otellerde tedavi ederler herhalde, kendi hastaları dururken. Bir acayip durum daha…

Cumhurbaşkanlığından "rekabetçi kur" açıklaması

Geçen hafta özellikle ekonomik karar alma biçimleri üzerine yoğunlaşmıştık. Yeni ekonomik politika diye bir belge ortada yok. Bazı kavramlar cumhurbaşkanı tarafından dile getiriliyor; rekabetçi kur bunlardan bir tanesi. Cumhurbaşkanı değersiz TL ile kurun rekabetçi hale geleceğini söylüyor. Altı ay sonra ekonominin yapısının değişeceğini, cari fazla vere vere hem enflasyonu hem borçları, her şeyin yoluna koyulacağını ifade ediyor. 

Biz de bu açıklamalar karşısında, bu iddialar bir kitaba dayanıyor mu, bir belgeye-çalışmaya dayanıyor mu, makro çerçeve çizilip de onun içi mi dolduruluyor diye soruyoruz. Türkiye ekonomi tarihinde hükümetlerin iş yapış stillerini, ekonomi politika karalarını nasıl aldıklarını geçen hafta konuşmuştuk. Sonunda, birkaç gün önce cumhurbaşkanına sunulduğu iddiasıyla bu hususlarda bir bilgi notu dolaşıma girdi. Notta ismi yazılı, ekonomist olduğunu yazan AKP’ye yakın olduğu anlaşılan bir vatandaş var. Cumhurbaşkanının ifade ettiği her şey o notta yazılı. Henüz kamuoyuna aktarılmadığı için, haberleştirilmiş olmadığı için isimleri zikretmek istemiyorum. Ancak sosyal medya mecrasında bu bilgi notu dolaştı. Tabii iktisatçılar, iktisat gazetecileri olarak bu nota baktık, iktisatta değişik ekoldeki arkadaşlarımız da baktılar.

Cumhurbaşkanının son dönemde söylediği pek çok husus bu notta yazılı. Notta Çin’in ekonomi politikaları anlatılıyor, küçük Çin olma sevdası dile getiriliyor. Ortalama bir iktisatçının elinin tersi ile iteceği cinsten bir doküman, tutarsız, kâle alınması mümkün olmayan bir karalama sanki. 

Kendi aramızda “keşke resmi ağızlardan açıklansa bu not” diye konuştuk; en azından cumhurbaşkanı buna dayanıyormuş demek mümkün olurdu. Belli ki bu tür tutarsız çalışmalar dayanak yapılıyor, fakat aynı zamanda açıklanmıyor. İktisadi ve siyasi tercihte bulunmak için, bir politika değişimi yapmak için bir makro çerçeve ortaya koymak lazım. Eğer Türkiye’nin ekonomi politikası bu çerçeveye dayanarak yapılıyorsa durumumuz yandı gülüm keten helva demektir.

Geçen hafta da söyledim, sermaye içindeki çatışmalar hep vardır, ihracatçı firmalarla iç talebe dönük üretim yapan firmalar arasında her daim çatışmalar olmuştur. 1989 yılında, 1930 yılından itibaren değiştirilmeyen Türk parası koruma kanununun değiştirildi. Önce 28 sayılı karar, sonra 32 no’lu karar yayınlandı. Ülke için çok büyük değişimdi. Türkiye birinci kuşak liberalleşmeden, yani dış ticaretin liberalleşmesinden sonra ikinci kuşağa, sermaye hareketleri liberalleşmesine geçti ve maalesef bu çok sessiz sedasız oldu. 

"İhracat mı enflasyon mu" tartışmaları

Bundan sonra da bu tartışma zaman zaman büyüdü. İhracatçı firmalarla iç talebe dönük yatırım ve üretim yapanlar arasında her zaman bir çatışma olmuştur, bunun siyasal yansımaları da olmuştur. Bu siyasal yansımalar daha çok TÜSİAD, TOBB üzerinden gelmiştir. TOBB daha geniş bir kesimi kapsamaktadır, TÜSİAD etkin bir gruptur. Sermaye içi görüş ayrılıkları her zaman olagelmiştir. Hatta kendi yayınladığım dergide “ihracat mı önemli, enflasyon mu önemli?” şekkinde tartışmalar, makaleler, söyleşiler hatırlıyorum. Sermaye hareketleri serbest bırakıldıktan sonra Merkez Bankasın da yeni rejime uygun yapılanma gündeme geldi, bağımsızlık faktörü çok öne çıkmaya başladı. Merkez Bankası “asli görevim fiyat istikrarıyla ilgilenmektir, kalkınmayla, büyümeyle, ihracatçı firmaların desteğiyle, teşvikle ilgilenmem. Temel olarak fiyat istikrarını sağlarım, bundan sonra diğer ekonomik parametreler dengeye gelir” diyordu. İhracatçılar ise “biz daha önemliyiz, ihracat enflasyondan önemlidir, ihracat kurla ya da teşvikle desteklenmelidir” diyordu. Büyük ihracatçılar, dış ticaret sermaye şirketleri adı altında ayrı bir örgütlenme yapısı içindeydiler; orta boylar TOBB içine etkindiler. Hep bir kavga vardı: “İhracat mı, enflasyon mu?”. Bu konu eskiye dayalı sermaye içi bir kavgadır. Döviz kuru rejimi dediğimiz, kambiyo rejimi dediğimiz hususun esası, 1989 sonrasında borca dayalı büyümeyi öngörüyordu. Dışarıdan kaynak girişleri önceleri sadece devlet tarafından yapılıyordu. Nasıl serbest bırakıldı? Devlet daha öncesinde dış borçlanmayı kurumlardan ya da devletlerden yaparken piyasalardan yapmaya başladı. Ne oldu? Londra piyasası, New York piyasası, Frankfurt piyasası, Japon piyasasından Türkiye görülmeye başladı. Hazine bu piyasalardan borçlanmalar yapmaya başladı derken ne girdi devreye? Belediyeler girdi; Ankara ilk metrosunu Japon piyasasından borçlanarak yaptı. Bu evrede kredi derecelendirme kuruluşlarının hayatımıza girdiğini görüyoruz. Derken ne oldu? Kamu ve özel bankalar borçlanma yapabilmeye başladılar. Bu süreçler aşama aşama liberalize oldu. Bu rejime geçtikten sonra çeşitli krizler yaşadık, 1994 ve 2001 gibi. Bu şekilde 2002 sonrasına AKP’nin altın çağını yaşadığı döneme geldik. 

Neden altın çağ? Çünkü oluk oluk borçlanılıyor, rahat borçlanılıyor, dış konjonktür buna izin veriyor, daha ucuza borçlanıyor, hacmi yüksek borçlanma yapabiliyoruz filan. Ancak bu kadar borçla, bu kaynaklarla ihracatı devasa boyutlarda arttıran sektörler, verimli sektörler teknoloji üreten sektörlerde yaratılmadı. Her zaman söylediğimiz gibi, büyük bir çoğunluğu döviz getirici işlemlerin ötesinde, alt yapı, inşaat gibi projelere harcandı. Serbestilerle dahil olduğunuz dünya finansal sisteminde dış konjonktüre bağlı ve dış kaynaklara bağlı olarak iktisadi büyüme yapabiliyorsunuz. Ancak borçlar kartopu gibi büyüyordu. AKP buna önemli bir halka daha ekledi; hazine, belediyeler ve bankalardan sonra şirketlere de borçlanma imkanı tanıdı. Şirketler de bankalar gibi, belediyeler gibi, devlet gibi, dış piyasalardan borçlanmaya başladılar. İşte bu, liberalizasyonun en büyük halkasıydı, bununla borçlar daha da artamaya başladı. Kimse alınan borcun döviz kazandırıcı bir işe yatırılıp yatırılmadığına bakmadı, bu çok önemli. 

Ölçümü şöyle yapalım; böyle bir kapitalist düzende tasarruf açığı olan bir ülke borç almaz mı? Borç alınır ama aldığınız borcu yatırdığınız sektörde yaptığınız iş, borcun faizinden yüksek bir getiri elde ediyorsa, o zaman o borç değerli bir borçtur, işe yaramıştır. Yaptığınız yatırımlarla, örneğin dünyada bir telefon markası yaratmışsınız, yenilenebilir enerji teknolojisine yatırmışsınız, sisteme buradan girmişsiniz, teknoloji üssü olmuşsunuzdur, tez endüstriler, döviz kazandırıcı sektörler yaratmışsınızdır, sisteme buradan girmişsinizdir, ancak bu şekilde sermaye hesaplarınızı kuvvetlendirirsiniz. Bunların hiçbiri olmadı; şirketler borçlandı, devlet borçlandı, bankalar borçlandı, dış borçlar devasa boyutlara geldi. Türkiye’nin dış güçlerden aldığı 445 milyar Dolar’lık döviz borcu var. Buna şunları da eklemeliyiz; T.C. Hazine’si kendi vatandaşlarına dövize endeksli borçlanma yaptı 32 milyar Dolar... 

ÖM: Yani yarım trilyon Dolar borçtan bahsediyoruz öyle mi?

"Aktifleriyle, pasifleriyle, Türkiye bilançosu dolarize olmuş bir ülke"

AB: Evet, şimdi toplama geleceğiz. 32 milyar liralık Hazine vatandaştan döviz borçlanması yapmış. Şirketlerin ayrıca yurt içi bankalardan aldığı döviz borçları var, bu da 145 milyar Dolar. Türkiye’nin toplam 622 milyar Dolar’lık döviz borcu bulunuyor. Şimdi bakın, bu muazzam bir dolarizasyondur. Ülke dolarize olmuş durumdadır. GSMH’niz 700 milyar dolara düştü sanıyorum. Neredeyse geliriniz kadar borcunuz bulunuyor ve insanalar yerel paraya güvenmediği için döviz almaya devam ediyorlar. Türkiye düşük tasarruf oranına sahip bir ülke. Önümüzdeki yıllarda 8-9 % tasarruf etti diyelim, 65 milyar Dolar eder. Hani tasarruf eden zengin bir kesim var ya, kapitalistler, parası olanlar, Dolar’a boğulanlar, bunların tasarruflarının büyük bir ihtimalle gideceği yer yine yerli para olmayacak, dolara dövize altına yönelecek. Dolarizasyon devam edecek. 

Dolayısıyla aktifleriyle, pasifleriyle, Türkiye bilançosu dolarize olmuş bir ülke. Böyle bir ülkede verili koşullar böyleyken iktisadi karar almak ve yapmak çok zordur. Hangi sınıfı gözetirseniz gözetin tercih değişikliklerinizi tek bir kesime göre yapamazsınız. Ayrıca bir de şunu söyleyeyim; AKP bir kitle partisidir, çok katmanları olan bir parti, belli bir yere odaklanan bir parti değil. Oy aldığı seçmen hep çok geniş bir yelpaze bulundu, 50%’lerin üzerinde oy aldı, 58%’le referandumları kazandı. Bu nedenle kur rejimi oluştururken MÜSİAD’ın görüşlerini esas alması pek geçerli değil. Eğer seçmeni düşünerek bir kur tercihinde bulunuyorsanız, rekabetçi kur denilen uygulama ile değişme iddiasında iseniz bu yaklaşım emekçi sınıflara yaramıyor, yapılan çalışmalar bunu ortaya koyuyor. Son zamanlarda iki tane çalışma var; Ümit Akçay’ın ve Esra Nur Uğurlu’nun yaptığı. Çok değerli arkadaşlar; Ümit Akçay’ı da izlerim, Esra Nur Uğurlu, arkadaşlarımın öğrencisi olmuş, doktora yapıyor… Son hafta Esra Nur’un Bianet’te söyleşisi de yayınlandı, ancak daha önce DİSK’e bağlı bir sendikanın dergisinde makalesi yayınladı, ikisi de kıymetli arkadaşlar. 

Bu arkadaşlar “Zaten sonuç itibariyle elimizde, iktidarın ortaya koyduğu bir makro çerçeve yok ama bu rekabetçi kur meselesini de izlemek, konuşmak ve tartışmakta fayda” diyorlar ve bu konuya odaklanmaya davet ediyorlar. Ancak şu anda Türkiye bir yangın yeri. Geçen haftalarda söylediğim bir şey var; öyle abuk subuk işler oluyor ki Marksist iktisatçılar, liberal iktisatçılar birbirine bakıyorlar, hep birlikte “bu kadar da olmaz ki!” diyoruz. Ekonomi politika mutfağındaki işler dış politikadan farklı değil. Dış politikadan bir örnek vereceğim, bunu da yeni öğrendim; biz SİHA yapıyoruz, yani insanlı ve insansız hava araçları, bununla övünüyoruz. Gidiyoruz Afrika’da elimizde SİHA sepetimiz “siz de alın, siz de alın, size de satalım” diye dolaşıyoruz. 

"Kaynak azaldı, pasta küçüldü, altın çağ sona erdi"

ÖÖ: Sadece Afrika değil, Ukrayna da var. 

AB: İşte onu diyeceğim, Ukrayna’ya biz SİHA sattık ve onlarda kullandı değil mi? 

ÖÖ: Azerbaycan.

AB: Biz SİHA’yı satar satmaz “Ukrayna, bu nasıl düşürülebilir?” diye karşı bir sistem geliştirmiş, önleme teknolojisi üretmiş, ama esas üreten kim? 

ÖÖ: Rusya.

AB: Onu yeni öğrendim, evet evet Rusya. Rusya Türk SİHA’lara karşı geliştirdiği bu sistemi 2022 savunma fuarında sergileyecekmiş. 

Şimdi biz ne yapıyoruz? Rusya’dan S400 alıyoruz, S400 nerede? Depoda. S400‘ün ikincisini ısmarlıyoruz, Ukrayna’ya Rusya’ya karşı kullansın diye SİHA satıyoruz, Rusya bunlara karşı teknoloji geliştiriyor ve aynı zamanda Rusya ile silah sanayinde işbirliğini konuşuyoruz. İşte bu iş yapış stili, politika geliştirme biçimi, ekonomide de dış politikadan farklı değil. İşin içinden çıkabilir misiniz böyle bir mantıkla? 

AKP seçmeni çok geniştir, yelpazelidir, kitle partisidir, halen bu kadar yanlışlıklara rağmen net desteği 30-35 civarında. Dolayısıyla kur politikasını oluştururken dar bir kümeyi (MÜSİAD’ı) esas almaz.

Asıl mesele şu; AKP borçla büyüdü, borçla seçmen üzerinde illüzyonları sağladı, pasta küçülünce de kavga çıktı. Pasta nasıl küçüldü? Eğer büyüme rotanızı dış borca bağlamış bir ülkeyseniz dış borç kaynakları azalınca içeride kavga çıkar; sermaye içi kavgalar da çıkar, oy aldığınız sınıflar arası da çıkar. 

AKP, iktidarının ilk yıllarında hastaneleri her kesime açtı, hizmeti ucuzlattı, herkes yararlanmaya başladı. Çok iyi oldu. Bağ-Kur’lu, üniversite hastanesine gidemezdi. Sarıkamış’ın bir köyünde rastlamıştım, 112 ambulans köyden hasta alıyordu. Borç oluk oluk akarsa bunlara kaynak ayırma imkanınız olur, yoksullara da kaşığın ucuyla verirsiniz, nobran sosyal devlet uygulaması yaparsınız. Bunları yapamaz olunca -ki hastanelerin durumu da belli- altın çağ sona ermiş demektir. Kaynak azaldı, pasta küçüldü, altın çağ sona erdi. 

Aslında meseleye en temelden bakacak olursak yaşadığımız krizin kaynağını dünya finansal sisteminde aramak lazım. Liberalize olmuş sistemde gelişmekte olan ülkeler önce borçlanırlar, dış kaynaklar girer, ekonomi genişler, şişer, o sırada mutlu mesuttur iktidarlar, kaynaklar çoktur, merkez bankalarıyla iktidarların en iyi geçindiği, ahbap olduğu, ballı lokma tatlısı olduğu dönemlerdir ama bunun süresi vardı. İçeride yolsuzluk hakimdir, kurumsal yapı gelişmemiştir, kurumlar güçlü değildir, Daron Acemoğlu’nun işaret ettiği hususlar filan… Bu hikayenin, bu çevirimin daha önce de benzerlerini yaşadık, gördük ama AKP döneminde büyük bir hacimle gördük. 622 milyar dolarlık borç dolarizasyonuyla karşı karşıyayız. 

"Otokrasi borçla kuruldu"

Kaynak sıkıntısı belli bir tarihten sonra başlıyor; önce akış azalıyor, azalınca tepişmeler başlıyor. Üstelik yüksek borçluluk döneminde ve sayesinde siyasal rejim değişmiş, otoriter bir rejim kurmuşsunuz. Borçla kurulan bir otokrasiye sahipsiniz! Otokrasi borçla kuruldu... 

Ancak kısa sürede anlaşıldı ki ülke otoriter bir rejimi kaldıramıyor. İktidarın her alanda iş yapış stili problemli. Tanzimat’tan bu yana, beğenin beğenmeyin, önce bir sadaret makamı, daha sonra bir başbakanlık kurumu vardı, iş yapış stili vardı, çok eleştirirdik, dökülüyor derdik, -çok eleştirdiğimiz Türkiye’yi arar olduk- ancak o dönemde böyle değildi. Herhangi bir kişinin bilgi notuyla cumhurbaşkanları konuşmazdı. 

Şöyle bir şey hatırlıyorum, 30 yıl ekonomi yayıncılığı yapınca çok şeye şahit olduk ister istemez; 28 Şubat öncesi Necmettin Erbakan denk bütçe diye tutturdu hatırlayın, o günlerde başbakanlıktan bir telefon geldi büroya, derginin akademik kurullarında bulunan bazı iktisatçıların telefon numaraları istendi. Neden? Necmettin Erbakan başbakanlık konutunda değişik görüşlere sahip iktisatçıları toplamak istemiş. Evet, yine bildiğini yapıyor ama böyle bir mekanizma vardı, anlatabiliyor muyum? Bazı isimleri önermişler başbakana, onları davet etmek için nasıl ulaşabiliriz diye bizi arıyorlar. Bugün böyle bir şey yok. Sarayda ekonomi ile ilgili olan kişilerin, iktisatçıların çapını, ne yaptığını, ne ettiğini Ankara’da uzun yıllar bu işlere emek vermiş insanlar olarak biraz biliriz. Dişe dokunan var mı biraz biliriz. AKP’nin dişe dokunanları şimdi Gelecek ve Deva partisinde. Bilmediğimiz insanlar elbette var, onlar da bilgi notu sunuyorlarmış…

Elbette yaşanan iktisadi krize, olaylara, sadece neoliberal pencereden bakmamak gerekir. Evet, saçmalık dizisi yaşanıyor, eleştiriler de çoğunlukla neoliberal bakış açısı üzerinden geliyor, yoğunluk orada. Eğer ateşe benzin döküyorsanız buna sol iktisatçı da liberal iktisatçı da “ateşe benzin döküyorsunuz” der, bu kadar basit. Ya da önerdiğiniz iktisadi uygulamanın arkasına bir politika seti koymuyorsanız, hangi görüşten olursa olsun, iktisatçılar bu makro çerçeveyi aramak ister. 

"Asıl mesele, pastanın küçülmesi, kaynağın azalmasıdır"

Türkiye’de “ihracat mı enflasyon mu?” tartışması, sermaye içi bu iki akımı temsil eden kesimler arasındaki tartışma uzun yıllardır olan bir tartışmadır. Günümüz otoriter rejimlerinde döviz kuru rejimleri farklı mı? Ortak yönleri var mı? 20. yüzyıl faşist rejimlerinde tek tip bir ekonomik model yoktu. Hitler’in ekonomik modeli, Mussolini’ninki, Franko’nunki tıpa tıp aynı değildi. 21. yüzyılda naif bir şekilde bu tür rejimlere otoriter rejimler diyoruz. Genellikle bu tür rejimlerde sabit kur rejimleri vardı. Hem küresel finansal sisteme entegre olmuş ama bunun yanı sıra da otoriter rejime geçmiş ülkelerde iktisat politikaları ve döviz kuru politikalarının iktisatçılar için ciddi bir çalışma alanı olacağı anlaşılıyor. 

Asıl mesele, pastanın küçülmesi, kaynağın azalmasıdır. Bu döngü, bu çevrim 1994’te, 2001’de ciddi bir şekilde yaşandı, 2008’de ağırlıklı dış etkiyle yaşandı. Tüm bunlar gelişmekte olan ülkelere enjekte edilen finansal oyun düzeninin bir sonucudur. Krugman da geçende “Türkiye’nin yaşadığı genel çerçeve de budur” dedi. Sermaye hesapları açık olan rejimde kur ve faizi yönetmek çok zor, çok ustalık isteyen ve genelde de pek mümkün olmayan bir şey. Mesele geliyor, geliyor, dünyada yeni finansal düzenin kurulmasına dayanıyor.

ÖM: Süre biterken, bitti hatta ama bir de şunu söyleyelim, yani bu hukuk devleti olma özelliklerini filan da kaybetmiş durumda bu iktisadi şeylerle beraber Türkiye. Önümüzdeki günlerde, hatta yarın Avrupa Konseyi’nde Osman Kavala davasıyla ilgili olarak AİHM’e bir başvuru olması, ondan sonra da yaptırımlar uygulanması söz konusu. Bir de Türkiye’de, şimdi bu Ankara’da “geçinemiyoruz” eyleminde 17 kişinin gözaltına alındığı haberi vardı, CHP’ye de izin verilmemiş mesela. 4 Aralık’ta Mersin’de başlatacağı mitinglerde “milletin sesi” ve “acil seçim” sloganları kullanılacakmış ama belli bir yerin izin verilmediği haberi de geldi. Yani birtakım bu izin vermemeler daha önceden de yaşadığımız şeylerdi. “İlerisi için ne demek?” diye bir cümleyle fikrinizi alalım, öyle bitirelim programı.

"İktisadi kriz ve siyasal çözülme, iktidarın sertleşmesini getiriyor"

AB: Aynı zamanda buna şunları da ekleyelim: Metin Gürcan’ın gözaltına alınması, MGK’da ekonomik kurtuluş savaşı meselesinin konuşulup karar alınması, cumhurbaşkanı tarafından Devlet Denetleme Kurumu’na “niye döviz artıyor?” diye araştırma yapılmasının istenmesi… Tüm bunlar önümüzdeki günlerin sertleşeceğine işaret ediyor. Türkiye’de ana muhalefetin mitinginin yasaklanması siyasi bir partinin kurucusunun siyasi casuslukla gözaltına alınması, hep söyledik, “ana muhalefet ve muhalefet, muhalefet etme tekniklerini değiştirmeli” demiştik. Mitingler devreye girmeye başladı ki uzunca bir süredir bunları görmüyorduk. İktisadi kriz ve siyasal çözülme, iktidarın sertleşmesini getiriyor. Zaten otoriter ve sert baskı rejimi içindeyiz, bunun ivmesinin artacağını gösteriyor. Ama buna karşın da demokrasi güçlerinin birlikteliğinin ve birlikte hareket etmesinin, demokrasi cephesinin önemini de ortaya koymakta. 

Avrupa Konseyi’ne gelince, konseyin Rusya ile yaşadıkları ölçü olabilir. Rusya, biliyorsunuz Kırım’ın işgali nedeniyle üyeliğin askıya alınması gibi durumlar oldu. Peki ne oldu? Rusya-Ukrayna meselesinden dolayı önce parlamenterlerin oy hakkını kaldırdı, Rusya bunun üzerine yıllık konseye ödediği aidatı ödemedi. Bunun üzerine konsey kararını geriye aldı, Rusya da yıllık aidatını ödemeye başladı ve tekrar geri döndü. Bu örnek nedeniyle oradan da çok büyük bir şey beklemiyorum. Rusya örneği Avrupa Konseyi’nin bakanlar komitesinin karar alma süreçleri açısından bir örnek teşkil ediyor. Dolayısıyla beklentiyi yükseltmek istemiyorum açıkçası… Ancak Avrupa Konseyi ile sorunlu bir ülkeye yatırım gelmesi, akması güç. Zaten tıkanmış, çok zor, bütün bunlar olumsuz gelişmeler.

ÖM: Peki takip etmeye devam edeceğiz. 

AB: Kolay gelsin.

ÖM: Çok teşekkürler.

ÖÖ: Görüşmek üzere.

AB: Hoşça kalın!