"Adalet, iktidarın icra alanı içinde olamaz. Olursa o rejime ne denir?"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete’nin köşelerinden Ekonomi Politik’te Ali Bilge, gündeme yönelik yorumlarını paylaştı.

Ekonomi Politik: 11 Mayıs 2020
 

Ekonomi Politik: 11 Mayıs 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

(11 Mayıs 2020 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey.

Ali Bilge: Günaydın Ömer Bey, günaydın Özdeş, günaydın Feryal, herkese merhaba.

Özdeş Özbay: Günaydın Ali Bey. 

ÖM: Son 2 gününe girmiş bulunuyoruz dinleyici destek hareketinin diyeyim. Dinleyicilerden de çok güzel mektuplar gelmeye devam ediyor. 2 gün sonra da eski düzene döneceğiz, maalesef bu şartlar altında şenlik gerçekleştiremedik alışılmış olanı, 17.sini bu şekilde üzerinden yapıyoruz ve internet üzerinden yapıyorlar. 

AB: Şartlar düzelsin acısını çıkartırız! Son yıllarda her Pazartesi olduğu gibi iç açıcı olmayan konularla başlıyoruz gene. Öncelikle bir televizyon programı üstünde durmak istiyorum. Yazar mıymış kendisi, müzisyen miymiş, anlayamadım, Sevda Noyan isimli bir kadın, konuk olarak geldiği televizyon programında, AKP ve Erdoğan’a muhalif olanlar için şunları söylüyor; “15 Temmuz kursağımızda kaldı, boş bulunduk, istediklerimizi yapamadık, bizim aile bugün en az 50 kişiyi götürür. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hâlâ 3-5 kişi var, benim listem hazır, hazırlıklarımız bu sefer tamam, bizim aile 50 kişiyi götürür” Muhalifleri öldürmekten söz ediyor. Ülke TV’de cereyan etmiş bu görüşme. Noyan, yaşadığı sitedeki muhalif komşularından söz ediyor. İktidara muhalif komşularını tespit ettiklerini, bunları ortadan kaldırabileceklerini belirtiyor. İktidarın yayın organı olan bir TV’ de bir programda, ölüm listeleri konuşuluyor. Bu bir… 

İkincisi; geçtiğimiz günlerde yine benzer açıklamalar vardı, AKP İstanbul İl Başkanı, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nu tehdit etti, böyle devam edersen “Boğaz’ın derin sularında kendini görürsün!” dedi. 

Benzer tehditler CHP başkan yardımcılarından Özgür Özel’e de yapıldı. Bu tür tehditleri ağırlıklı olarak daha çok HDP’ ye yapılmasına şahit olurduk. Türkiye’nin en çok oy alan 3. Partisi HDP’ ye halen tehditler devam ediyor. 

Benim aklımda böylesi yer etmiş açıklamalardandır; 2018’deki başkanlık seçimlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı konuşmada Selahattin Demirtaş’ı ziyaret eden Muharrem İnce’yi eleştiriyordu, o sırada idam sesleri yükseldi meydandan, bunu üzerine Erdoğan, idamı kast ederek “getirmediniz ki önüme, getirseniz hemen onaylardım!” demişti. Bunu hiç unutmuyorum. İdam isteriz sesleri yükselirken, “getirin onaylayayım” diye karşılık vermişti. 

Bu ve benzeri pek çok tehdit ve gerilimler içinde yaşıyoruz. Sevda Noyan isimli şahsın kan akıtırız açıklaması da gerçekten çok etkileyici, korkutucu, ne durumda olduğumuzun teyidi. Noyan’ın açıklamaları üzerine, savcılıkların ve RTÜK’ün nasıl bir işlem yapacağı, gerçekten merak konusu.! Anında işlem yapılması gereken bir durum, ancak hukuk devletinden ve demokrasiden uzak bir ülke olunca, sessizlik devam ediyor. 

Kanlı açıklamaların sahibi Sevda Noyan’ın eşinin ailesi öncelikle tepkilerini gösterdiler. Açıklamalarında; “ailemizin soyadını evlilik yoluyla almış olan bu şahsın ne kimliği ne de düşünceleri, hiçbir şekilde ailemiz tarafından benimsenmemiştir, ailemizin diğer bireylerinin onurla taşıdığı Noyan soyadının, bu şekilde kirletilmesi bizleri fazlasıyla rahatsız etmiş ve üzmüştür” dediler ve hukuki süreci başlatacaklarını ifade ettiler. 

Türkiye’de bir televizyon kanalında, canlı yayında elinde 50 kişilik yok etme listesi olduğunu söyleyen bir kişiye karşı adli makamların nasıl bir işlem yapacağını görmek istiyoruz, bekliyoruz. Ayrıca her şeye ceza kesen RTÜK’ün bu televizyona ilişkin nasıl bir tasarrufta bulunacağı da merak ediliyor ve işlem yapılması bekleniyor. Günümüz Türkiye’si hukuk düzeninde, kalmayan hukuk düzeninde, bu işlerin elbette nasıl olacağını biliyoruz, tahmin ediyoruz ama soruyoruz.

Tüm bu gelişmelerden sonra bir soru aklımıza geliyor, bizim tarihimizde de benzer yakın örnekleri vardır ama esas olarak yapılan bu açıklamalar ve uygulamalar bana Kristal Gece’yi hatırlatıyor. Aynı zamanda ‘Kırık Camlar Gecesi’ de denir o geceye. Almanya’da, 1938 yılının Kasım ayında, 9’u 10’a bağlayan gecede, başta Yahudiler olmak üzere muhaliflere karşı başlatılan bir harekat gerçekleştirilir. Yahudilerin evleri ve işyerleri dümdüz edilmiştir, kundaklanmıştır. Gece boyunca, o kadar cam kırılmıştır ki, gecede dolunay vardır, her yer ışıl ışıldır, camların dolunay eşliğinde parlaması nedeniyle ‘Kristal Gece’ diye adlandırılır, yok etme olur, yağma olur, önceden tespit edilmiş evler, dükkanlar, iş yerleri ve insanlar yok edilir. Hatırladığım kadarıyla 400 insan o gece öldürülür, binlercesi yaralanır, ardından 30 bin insan tutuklanır, Kırık camlar gecesi bir yok etme gecesidir. 

Tüm bu açıklamalar ve yaşadıklarımız, insana bunları hatırlatıyor Türkiye’de yaşadığımız 1955 6-7 Eylül olaylarını hatırlatıyor, 4 Aralık 1945 Tan Matbaası’nın yakılışını hatırlatıyor. Şimdi bu insanlar, bu cesareti nasıl buluyorlar? Bu sözleri nasıl sarf ediyorlar? Bunun karşısında hukuk dünyası ne yapıyor? Bunları sormak ve üzerine gitmek durumundayız. Yoksa, ülke de bazıları kristal gecelere mi hazırlanıyor? 

 ‘Kristal Gece’yi talimatını veren iktidarın Führer’inin bir lafını hiç unutmam, Diyor ki Adolf Hitler; “zamanımızı mahkemelerde harcasaydık çok işimiz olurdu. Ben hukukçulara güvenmem, ben kendimin adalet bakanıyım, kendime bu hakkı tanıyorum.” 

Adaleti bu şekilde anlamaya başlayınca sonu neye varır? Kristal gecelere varır. Eğer bu açıklamalara adli makamlar bir tasarrufta bulunulmayacaksa neyin üzerine bir tasarrufta bulunulacaklar? Şu ana kadar adli makamlardan çıt yok. Bu açıklamalara soruşturma ya da dava açılmayacakta, başka neye dava açılacak? Elbette sorunun cevabını biliyoruz ama kamuoyu ve basın sormak ve diretmek zorundadır. 

Geçen hafta, Türkiye hukuk kırıntıları üzerinde yaşayan bir ülke haline geldi, demokrasi kırıntıları ve laiklik kırıntıları üzerinde yürüyen bir ülke haline geldi demiştik. Bu gelişmelerle durum bir kez daha teyit edilmiş oldu. Bu açıklama karşısında özellikle iktidar temsilcilerinden de şu ana kadar bir açıklama görmedik, nihayetinde sadece televizyon kanalı özür dilemiş bu açıklamalar nedeniyle, elbette bu da önemli. 

Ancak son dönemde arka arkaya gelen bu açıklamaları tarihimiz boyunca çeşitli yok etme uygulamalarını yaşayan bir ülke olduğumuzu da hesaba katarak değerlendirmek lazım. Kaybetme sürecine giren iktidarların bu tür yaklaşımları telafisi mümkün olmayan yaralar açabilir. 

ÖM: Ben de bir ilavede bulunmak istiyorum. Yazar diye belirtiliyor Sevda Noyan Ülke televizyonunda konuk olduğu programda sarf ettiği sözlerle gazeteci Cüneyt Özdemir’in Youtube’daki yayınına da konuk olmuş BBC News bildiriyor. Toplantıda ilk programda Esra Elönü’ye Ülke TV’de “15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık, bizim aile 50 kişiyi götürür. Biz çok donanımlıyız maddi, manevi olarak, bizim sitede halen 3-5 kişi var, benim listem hazır” demişti. Programda da “ayaklarını denk alsınlar” sözleri üzerine de sunucu “ayak az kalır, 4 ayaklarını denk alsınlar!” ifadelerini kullanmış. Cüneyt Özdemir’in yayınına katılan Sevda Noyan da “bağlamından çıkarıldı diye tepki çekti” demiş. Nasıl bağlamından çıkarıldığını izah etmemiş “savunma hakkını kullanacağımız için bu cümleleri söyledik” demiş. “Ben darbecilerin karşısındayım, hakkımı savunurum” demiş. Hatta Cüneyt Özdemir’in “bir yerde silah mı saklıyorsunuz?” sorusuna da “o dönemde herkes şaşırdı” 15 Temmuz 2016’dan bahsediyor “ne olduğunu anlamadan kendimizi darbenin içinde bulduk, şu anda böyle bir şeye hazırız, sadece silahtan bahsetmiyoruz, ruhen de hazırız” demiş. Ali bey sizin söylediğinize ilaveten bir de RTÜK’ün CHP kontenjanından seçilen üyesi İlhan Taşçı da Ülke TV’deki bu sözleri Kurul’un gündemine taşıyacağını, yayını RTÜK nezdinde bizzat takip edeceğini, Pazartesi yani bugün dilekçe vereceğini söylemiş. Sizin de dediğiniz gibi televizyonun kendisi –Ülke TV Kanal 7’ye bağlıymış- “maksadını aşan açıklamaları” diyor. “Kanal 7 medya grubunun kurumsal değerleri ve yayın ilkeleriyle hiçbir şekilde uyuşmamaktadır, Sevda Noyan darbe ve darbecileri eleştirmenin ötesindeki söylemlerini Ülke TV ve Kanal 7 medya grubu olarak asla tasvip etmiyoruz. Özür dileriz” diyor ama nasıl bir şey yapılacağını söylememiş. Bir de şeye dikkat çekmiş BBC Türkçe, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun da benzer sözlerinin yer aldığı bir video da paylaşılmış “biz 15 Temmuz’da esas yapacaklarımızı yapamadık, bu çok net. Bize o fırsatı bir daha verirler mi bilmiyorum, bir daha böyle bir şeye kalkışırlarsa o fırsatı almış oluruz” derken de görülüyor o videoda. Öyle de bir durum var. Bir de buna ilaveten şunu söyleyebilirim, Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in cenazesine yönelik saldırılar olmuştu ve “Kayseri’de cenazeyi gömdürmeyiz, gömülse de çıkarır yakarız!” demişti Ülkü Ocakları. Kayseri Ülkü Ocağı Başkanı Serdar Turan da görevden alınmış MHP tarafından. İldeki tüm Ülkü Ocakları da kapatılmış. Buna da bağlantı olarak ilave ettim. 

AB: Evet, tüm bu yaşadıklarımız insanın aklına ‘Sarı Yıldız’ı da getiriyor. Yahudilere ve muhaliflere sarı yıldız takmaları şartı getirilmişti kristal geceden sonra. Seçim olsa çoğunluğu kaybetmeye namzet bir iktidar var karşımızda, bunca yaşanandan sonra iktidarı kaybetmek ne demek? Onlar muhaliflere sarı yıldız takmadan, muhalifler içinde ‘M’ harfi olan mavi yıldız taksın, o zaman çoğunluğun mavi olacağı görülecektir. Korku budur.

Artık AKP’nin kurucularından muhalif olmayan kalmadı neredeyse. Mesela Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan gibi muhalifler de Noyan’ın tarif ettiği listede yer alıyor mu? Onlarda sarı yıldız listesin de mi? 

Çok tehlikeli büyük bir kutuplaşmaya çekiliyoruz. Kutuplaşmalar sonrasında yaşadıklarımızı çok iyi biliyoruz, yaralarımız iyileşmedi henüz. Bu ülkede, 1955, 6-7 Eylül olaylarını biliyoruz, 4 Aralık 1945’i biliyoruz, 1978 Kahramanmaraş’ı biliyoruz, Sivas katliamlarını biliyoruz, -2 kez Sivas katliamı oldu-, Çorum olaylarını biliyoruz. Nice yok etme ve katliam biliyoruz. Dolayısıyla böyle devam eden süreçlerin sonuçları hiç parlak olmuyor. Grup yorum müzisyeni Gökçek’in cenaze töreni öncesi ve sonrasında yaşadıklarımıza eklediğimizde, vaziyet çok çok vahimdir. 

Ayrıca yeni bir Danıştay Başkanı atandı. Giden Başkan’da Cumhurbaşkanı’yla çay toplayan bir başkandı, pozisyonunu, durumunu, iktidar yanlısı olduğunu belli eden bir başkandı. Ama gelen gideni aratacak cinsten. Gelen Başkan, 2 kez tekrar edilen İstanbul seçimlerinde olsun, özellikle mühürsüz oy pusulalarının kabul edilmesinde olsun, KHK’lıların oylarının geçersiz sayılması hususunda olsun, aleni tarafını belli etmiş, tarafsız bir hukuk adamı olması gerekirken iktidar elemanı sayılan bir YSK üyesiydi. Daha önce Başbakanlık’ta Güvenlik Müdürü olan kişi Danıştay Başkanı oldu.

Seçilen Danıştay Başkanı, hukukçuların değimiyle ‘ihsas-ı rey’de bulunmuş bir insan, tarafını açık bir şekilde belli etmiş bir kişidir. Demokratik hukuk devletinde mümkün olmayan bir durumdur. Yargıtay Başkanlığı’na da ve Yargıtay Cumhuriyet başsavcılığına da gene iktidara çok yakın Sancak ailesinden akrabalar getirildi. Türkiye’de yüksek yargı bu şekilde bir örgü içerisindedir, bu nedenle hukuk kırıntıları içerisinde yaşıyoruz. 

Aslında normal şartlarda ‘ihsas-ı rey’de bulunmuş, kendi tarafını belli etmiş bir insanın bu göreve atanmasına karşı dava açılması, hukuken itiraz edilmesi lazım. Yerini, tarafını alenen belli etmiş, tarafsız olamayacağı çok net. İktidar tarafını seçmiş, tarafını belli etmiş bir kişi Danıştay Başkanı seçilebiliyor bu ülkede. 

Geçen hafta değindiğimiz bir husus vardı, Diyanet İşleri Başkanı’nın aslında hem başkanlık yasasına hem de Anayasa’ya aykırı açıklamasına sonrasında Ankara ve Diyarbakır Barosu’ndan gelen tepkilere değinmiştik. Bunun üzerine bir gelişme oldu, iktidar oda ve baroların yasasını değiştirme hazırlığında, şimdi o gündemde. Barolar üzerine kuşatma vardı bu daha da artırılıyor. Danıştay, Yargıtay, yüksek yargı üzerinde iktidar denetimi ve yönlendiriciliğinde sıra barolarda. İktidara muhalif olan kişi ve kurumlar “iktidarın hukuku” ile bir kuşatma yaşıyor. 

Muhalif olan herkesin, 15 Temmuz’la ve darbecilikle ilişkilendirildiği bir süreçten geçiyoruz. Barolar da iktidarın ele geçiremediği son hukuki kurumlardan. Aynı zamanda mimar, mühendis odaları ve tabip odaları hakkında da bir tasarrufta bulunuyorlar, bu kurumları ele geçirebilecek, iktidarı rahatsız edemeyecek şekilde hale yola koymak için yasa hazırlığı içerisindeler. Maalesef, anlattıklarımın hiçbiri iyi haberler değil. 

ÖM: Ona ben de küçük bir ilavede bulunayım müsaadenizle. Siz de demin ‘Crystal Naht’ (Kristal Gece)’nin sözünü etmiştiniz, bir de Reichstag yangını var malum, gene Nazi partisiyle bağlantılı, Almanya’da Nazizmin iktidara giden günlerinde. Rıza Türmen de T24’te 8 Mayıs tarihinde ‘Barolar ve demokrasi’ diye bir özlü yazı yazdı. Aynı şekilde “bu dava ile ilgili olarak Almanya’da 1933’teki Reichstag yangınından sonra Nazi iktidarı barolar dahil bütün bağımsız kuruluşları Nazi partisine bağlamıştı. Baroların kendi kendilerini tasfiye etmeleri için fiziksel güç bile kullanılmıştı” diyor, bayağı kapılar kırılarak giriliyor filan. “Bu gelişmelere barolardan hiçbir itiraz gelmedi, mesela zaten kurulan halk mahkemelerinde savunma hakkı yoktu, sanık Nazi partisi bayraklarıyla donatılmış mahkeme salonuna polis eşliğinde getirilir, yargıç atılan suçu okuduktan sonra sanığı sorgular, sorgulama sırasında sanığı azarlar, ona hakaret eder. Avukata soru sormak isteyip istemediği sorulurdu, avukatlar genelde konuşmazdı. Avukatın varlığı bir formaliteden ibaretti” diyor, yani usül yerinde görülsün diye yani. “Yaklaşık 15 dakika süren bir duruşmadan sonra sanık suçlu bulunur ve çoğunlukla ölüm cezasına mahkûm edilirdi. Bu tarihsel olayda üzerinde durulması gereken iki husus var, birincisi Nazi Almanyası’nda bağımsız baroların ortadan kaldırılmasıyla bireyin savunma hakkının ortadan kaldırılması arasındaki yakın ilişki. İkincisi bütün olup bitenlere baroların direnmemesi, başlarına gelenlere itiraz etmeden mesleklerini yapabileceklerini sanmaları. Yani yanlışa düşmemek gerekiyor, o nedenle bu aşamada önceden itaat değil, yani böyle bir ‘önceden itaat’ diye bir kavram var Timothy Snider’ın otoriter yönetimler için ortaya attığı “olayın gerçekleşeceğini düşünerek kendilerini teslim ediyor otoriter rejimlerde insanlar olay meydana gelmeden önce. Böylece olayın gerçekleşmesini kolaylaştırıyorlar, bu yanlışa düşmemek gerekiyor, o nedenle bu aşamada önceden itaat değil önceden itiraz ve bu itirazın yaygınlaştırılması önemli” diye bir yazı kaleme almış. Buna da internet sitemizde yer vereceğiz.

ÖÖ: Ben birazcık itiraz edeceğim buna, hani bir tarafta demokrasi diğer tarafta Nazizm diye sanki şey yapılıyor, Türkiye’deki otoriterleşme hemen Nazizm’le bu şekilde benzeştiriliyor ama arada bir dizi form var tabii. Nazizm için bence çok özel bir rejim olduğunu unutmamak lazım ve tarihin çok özel bir döneminde aşağıdan paramiliter ağıyla devleti ele geçiren bir uygulama. Bence Türkiye’deki bunun eş değeri başka bir hareket, hani “cenazeyi bile yakarız!” diyen bir hareket. Dolayısıyla şu anda yaşadıklarımız 12 Eylül vs. dünyada başka otoriter benzerleriyle karşılaştırmak bana daha sağlıklı olur gibi geliyor. Yoksa böyle birtakım farklılıkları, yani bir taraftan Nazizm öteki tarafta demokrasi yok daha böyle geniş bir yelpaze var siyasi rejimlerde.

AB: Özdeş 20. yüzyıldan örnekler veriyoruz, elbette günümüzde yaşadıklarımızla tümüyle çakışmıyorlar, 20. Yüzyıl Faşizmi ve Nazizm’i, bugün yaşadıklarımızın büyük babası ve büyük annesi, ilham kaynağı. 21. yüzyıl faşizminin adına otoriterlik hatta otoriter demokrasiler de deniliyor. Türkiye biliyorsun geçen hafta uluslararası bir kuruluş tarafından “ılımlı otokrasi “olarak nitelendirildi. Bugün görülen rejimler 20. yüzyılda yaşadığımız rejimlerle benzeşme gösteriyor, özellikle hukuk alanında, Ömer Madra biraz önce Rıza Bey’in çok netlikte olan yazısını okudu, yazıya sadece bir cümle eklemek istiyorum. Almanya’da o devirde yargıçların odalarında “Führer emreder biz itaat ederiz” afişi asılıydı. Bizde de İstiklal Mahkemeleri çok vahimdir, “sanığın idamına gerekçesini sonradan yazılmasına” diye karar verilirdi. Avukat yok, savunma yok. 

ÖÖ: Bu tarz uygulamalar sizin de belirttiğiniz gibi eskiden de Türkiye’de mesela DGM’lerde vs. vardı. Bir yandan yeni de değil yani, bu şeyi normalleştirmek için söylemiyorum. 

AB: 12 Eylül’de Anayasa Mahkemesi ilga oldu, yani kapanmadı, üyeler maaşlarını alıp oturdular. O görevi, Milli Güvenlik Konseyi yaptı, ama Danıştay, Yargıtay, Yüksek Hakimler Kurulu, Uyuşmazlık Mahkemesi, vs. günlük hayatın içindeki hukuk işleyişi devam etti. Sıkıyönetim mahkemelerinde, askeri Yargıtay’da, askeri Danıştay’da yönetime karşı koyan hâkim ve savcılar vardı. Bugünkü İzmir Belediye Başkanı’nın babası Nurettin Soyer vardı, gazeteci arkadaşımız Evren’in babası Emin Değer vardı, benim şimdi aklıma gelenler, istifa müessesesi çalışıyordu. “Hayır, ben sizin emrinizi yerine getirmeyeceğim” diyen, sıkıyönetim komutanlarına karşı çıkan hâkim ve savcılar vardı. Benzer duruşlar, 12 Mart’ta da belli ölçülerde yaşandı. Gezmişlerin idamlarında da yaşadık. Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in asılması kararını onaylayan 16 kişilik Askeri Yargıtay’da karşı oy kullanan, yaygın söylemle karara "muhalefet şerhi" koyan iki yürekli ve dürüst yargıç vardı. Hâkim Albay Nahit Saçlıoğlu ve Tümgeneral Kemal Gökçen. Muhalefet gerekçeleri de şöyleydi:

1-Türk ordusunun ve Emniyet’in gücü dikkate alındığında sanıkların olanakları anayasayı ortadan kaldırma suçunu işlemeye yetmez.

2- Banka soyma, adam kaçırma gibi teşebbüslerle anayasa ortadan kaldırılmaz.

3- Sanıkların işlediği suçlar TCK 146’ya sokulamaz. Ceza hâkimleri suç unsurlarını zorlayamaz, kendiliklerinden suç unsuru yaratamazlar.

4- Sanıklar çok genç ve çoğu üniversite öğrencisi. Suçu işlemiş olsalar bile çağımızın geldiği noktada ölüm cezası benimsenemez." Sıkıyönetim var, askeri cunta iş başında ve 2 hâkim muhalefet edebiliyor. 

Bugün böyle bir şey göremiyorsun; şu ana kadar, “elimde ölüm listesi var, ailecek bunları yok edeceğiz” diyen kişiye karşı bir dava açıldı mı? 

ÖÖ: Bilmiyorum ben de.

ÖM: Yok hayır.

AB: Benim gördüğüm kadarıyla, memlekette hukuki bir işleyiş yok, hukuki refleks yok, çalışmıyor. İktidar hukukun alanını belirliyor. Adalet, iktidarın icra alanı içinde olamaz. Olursa o rejime ne denir? Elbette 20 yüzyılda yaşananlarla birebir örtüşmeyebilir, iktisadi sosyal, siyasal vbg koşulların farklılığı elbette var, ancak faşizm, diktatörlük, otoriterlik birbirine akraba ve geçişleri olan rejimler. Epeydir berbat bir hikâyeye sahip durumdayız. Hukuk ve demokrasi minimal, seküler hayatta ciddi kayıplar söz konusu, böyle bir halin, böyle bir yaşamın çeşitli tarifleri olabilir. Buna biz şimdilik, biraz da kibarca otoriter rejim diyoruz, bu kibar tarif için zaten yeterince önümüzde sunulmuş olgu bulunuyor. 

ÖM: Evet, sizin sözünü ettiğiniz Bertezman Vakfı’nın da sözünü ettiği şey, Türkiye’deki rejimi otokrasi olarak tanımlayınca demokrasi alanında faaliyetler gösteren Bertezman Vakfı tüm siyasal yetkilerin bir kişinin elinde toplandığı otoriter bir rejimden bahsediyor. 2020 raporunda Türkiye’yi otokrasi olarak nitelemesinin gerekçesini de şöyle açıklamış “basın özgürlüğüne getirilen kitlesel sınırlamalar bir, insan hakları alanındaki büyük ihlaller iki, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması üç” ayrıca raporda Türkiye’nin giderek daha fazla milliyetçi, İslamcı ve otoriter güçler tarafından biçimlendirildiği görüşünü de belirtmiş. Aynı zamanda şeyi de dikkate alırsak, ben bir de onu ilave edeyim izninizle. Artı Gerçek’te de yayınlanmıştı, aralarında aydınların, yazarların, gazetecilerin, akademisyen ve aktivistlerin de yer aldığı 393 kadının imza attıkları ortak bir metinle infaz yasasındaki eşitsizliğin giderilmesini hükümlü ve tutukluların yaşam ve sağlık hakkının korunmasını istediği bir durumda, Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel, Selma Irmak, Çağlar Demirel, Figen Yüksekdağ ve Aysel Tuğluğ’un da kaldığı Kandıra cezaevinden kaygı verici haberler geldiği de belirtiliyordu. Son olarak korona virüsüyle ilgili olarak Silivri’den bizzat başsavcılıktan gelen haberle beraber işin daha da endişe verici bir başka yönü de ortaya çıkmış oluyor. Onları da ben eklemek istedim. 

AB: Sanıyorum zaman bitti, ekonomik mevzulara giremeyeceğiz. Ben özellikle bir şey belirtelim, Dinleyici Destek Günlerimiz devam ediyor değil mi?

ÖM: Evet devam ediyor.

AB: Eraslan mı bağlandı, bir gelişmeler oldu. O zaman sözü Eraslan’a bırakayım ben çekileyim. Desteklerin devamını bekliyoruz diyelim.

ÖM: Çok teşekkür ederiz Ali Bey, biraz böyle geç girmemiz filan oldu, onun için de özür dileriz 

AB: Estağfurullah, iyi yayınlar diliyorum. 

ÖM: Çok teşekkürler görüşmek üzere.

ÖÖ: Sağ olun, görüşmek üzere.

AB: Hoşça kalın.