Osman Kavala bağımsız bir sivil toplum ve sanatla uğraştığı için cezalandırılıyor

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Kavala, devletle, iktidarla kavga ettiği, karşı geldiği için değil, onlara nasıl iyileşebileceğini gösterdiği için cezalandırılıyor; ona sivil toplumla, sanatla uğraştığı için eziyet ediliyor.

(Korhan Gümüş'ün bu yazısı Yeşil Gazete'nin internet sitesinden alınmıştır.)

Osman Kavala‘nın ne yapmadığını kimse bilemez, ama ne yaptığını onu tanıyan herkes bilir. Gezi Direnişi’nin düzenleyicilerinden biri olarak suçlandığı ve iki yıldan fazla tutuklu kaldığı davadan beraat etmesinden sonra, 15 Temmuz Darbesi ile ilişkili olduğu iddiasıyla daha önce salıverildiği bir soruşturmadan dolayı gözaltına alınması bu vakaya hukuki bir yorum yapılmasını iyice imkansızlaştırdı.

Osman Kavala’yı 15 Temmuz ile irtibatlandırmak, olsa olsa patolojik bir zihinsel duruma işaret edebilir. Bu iddialar, AKP’liler dahil kimsenin inanacağı şeyler değil. İsnat edilenlerle bir ilgisinin olmadığını iddianameyi hazırlayan insanlar da büyük ihtimalle biliyor. Kavala’nın bir yasadışı olayla, hele hele bir darbe girişimi ile ilişkilendirilebilecek en son kişi olduğunu herhalde herkes gibi devletin bilgisini sağlayan akıl da biliyor olmalı.

Peki, o zaman bu saçma sapan hayaller neden üretiliyor? Neden yönetimlerin aklı böylesine fantazmagorik bir dünyaya doğru savruluyor? Bu kadar anlamsız, bu kadar saçma, bu kadar akıllara ziyan bir iddialar neden üretiliyor?

Bu sorulara iddianamede yer alan suçlamalara, yani onun ne yapmadığına bakarak cevap vermek mümkün değil. Tıpkı vakaya hukuk tarafından bakmanın bir anlamı olmadığı gibi…

Ne yaptığı için cezalandırılıyor?

Buna karşılık sosyal alandaki anlaşılmaz gibi gözüken şeylerin, yaşanan tuhaflıkların da bir anlamının olabileceğini, bir soruna işaret ettikleri söylenebilir.

Kavala’nın örneğin hiçbir zaman “Gezi olaylarının örgütleyicisi” olduğuna dair en ufak bir delil ortaya konamadı. Gezi gibi kitlesel olaylarda değil “örgütleyici” olarak öne çıkmak, kararların alındığı toplantılara katıldığı bile söylenemez. İddianamenin bir buçuk yıl boyunca hazırlanamamış olması, neyle suçlandığını bu uzun süre içinde bilmemesi, sonunda ortaya konan iddianamenin beraatle sonuçlanan bir önceki “Gezi Davası” iddianamesinden bir adım öteye gitmemesi; üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken bir tuhaflık olmalı.

Eğer devlet bu kadar basit bir şeyi bile bilmiyorsa, o zaman herhalde daha çok korkmamız ve “vay halimize” dememiz gerekmez mi? Çünkü bunu bile bilmeyen bir devlet halkının başına kim bilir ne dertler açar? Tıpkı Hrant Dink’in “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla yargılanması gibi. Buradaki benzerlik şaşırtıcı. O tarihlerde “Dink’in böyle bir iddiayla suçlanmasından daha vahim şeyin ve asıl korkulması gerekenin; okuduğunu anlamayan, suçladığı kişinin düşüncelerini, yaptıklarını tanımaya, anlamaya çaba göstermeyen, olmayacak iddialar ortaya atabilen, hayal dünyası içinde yaşayan bir yargı olduğunu” söylemiştim. Böyle bir yargının olduğu yerde kimsenin hak ve hukukundan söz edilebilir mi?

Sorun yalnızca bu saçma sapan iddiaların ortaya atılmış olması değil. Bu iddiaları ortaya atanların, değerlendirenlerin de bunu bildikleri halde bilmiyormuş gibi yapmaları. Sorun “devlet aklı” dediğimiz şeyin gerçeklikle temasını kaybedip bir yerlere doğru savruluyor olması. Otokratik yönetimlerde devlet aklının içindeki bilgiyi üreten, araştıran, öğrenen unsurlar bağımsızlıklarını kaybederler ve doğrudan kendi çıkarlarını, imtiyazlarını korumak için en tepedeki kişinin gölgesi altına sığınırlar. Yöneticiler sözleri dinlendiği için onların kendilerine itaat ve hizmet ettiklerini zannederler. Oysa görüntü aldatıcıdır, imtiyazlı çıkar tabakası kamusal alanı kapatır, kendi çıkarlarını kollarlar. Neo-klasik devletlerde, iktidar gücü ile bilgi üretimi örtüşür. Yönetimler devlet aklından yoksun kalırlar.

Neden birilerinin garezi var?

Otokratik yönetimlerde sorun yöneticilerdeymiş gibi gösterilir, oysa asıl sorun devlet yapısının işleyişidir. Hiç şüphesiz buna bir “sistem krizi” diyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, neo-klasik milli yapısını koruyan sekülerleşmemiş sembolik üretim yapısıyla, bu krizin sürekli yeniden üretildiği bir sahnedir. Bu krizin yaratıcısı politik sınıf gibi gözükmekle birlikte asıl fail asimetrik yapıyı imtiyazcı ilişkiler içinde üreten sembolik sınıftır. Bu imtiyazlı tabaka iktidar ayrıcalıklarını kullanarak bilgiyi kapalı uçlu hale getirirler, entelektüel ortamı kuruturlar ve rakiplerini saf dışı ederler. Bürokratik yapı içinde yaratıcılığı felç eden, bilgi üretimini tekellerine alan paralel bir yapı oluştururlar. Hem kamu hem özel nitelikleriyle ve eylemsellikleriyle hukuku çiğnerler.

Bu nedenle haksızlığın yalnızca tepeden gelen talimatlarla yapıldığını düşünmüyorum.

Osman Kavala gibi insanlar hiçbir suç işlemedikleri, hukuka aykırı bir fiiliyatta bulunmadıkları halde bu yapıyı, kamu imkanlarını kendileri için kullanan kişileri rahatsız ettikleri için cezalandırıldıkları kanısındayım. Hukuki olmayan bu yapı her zaman, her ortamda kendi sırlarını ele veren kişilere musallat olur. Onlarla uğraşır, yaşam olanaklarını elinden alır. Haklarında ipe sapa gelmez iddialarda bulunur. Kamu gücünü kullanan bu imtiyazlı tabakanın uyguladığı görünmez şiddet, uyguladığı görünür şiddetten çok daha büyük boyutlardadır. Bu şiddet çoğu zaman işleyiş içinde görünmez kılınır. Düşünce üreten, araştıran, deneysel işler yapan sanatçı, gazeteci, düşünce üreten kişileri sürekli yaralanabilir kılınır. Yalnızca mevcut değerler değil, doğmamış fikirler, yaratıcı işler imha edilir. Bu yüzden sembolik ya da yaratıcı büyük sermayenin hayırseverlik alanına sığınır. Özel alana izole olarak yaşama şansına sahip olur ya da kolay yolu seçer. İktidar ilişkilerinin içine girerek yaşamsal işlevini kaybeder. Kitleler şiddete, yoksulluğa, basmakalıp fikirlere mahkûm olur. Düşünce alanın kapatılmasının bedelini sermayesi olmayanlar öder.

Sistemin nasıl iyileşebileceğini gösterdi

Onun iktidara karşı geldiği için değil, daha fazlasını yaptığı, yönetimin nasıl iyileşebileceğini, nasıl nefes alabileceğini gösterdiği için cezalandırıldığını düşünüyorum. O, bir seçkin olarak kendisinden beklendiği gibi davranmadı. Fırsatları kendisi için kullanmak yerine tersini yaptı, kendi imkanlarını kullandırdı. İktidarla hiçbir zaman çatışmadı. Hatta bu yüzden eleştiri bile aldı. Ama daha fazlasını yaptı. Sistemin nasıl iyileşebileceğini gösterdi. Siyasal sembolik alan içinde yer alan imtiyazlı seçkinler gibi sistemin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak şekilde hareket etmedi. Araştırmacı deneysel pratiklerin, güncel sanatın büyük sermayenin hayırseverlik alanına izole olması yerine kitlelerle temas etmesi, buluşması için uğraştı. Sanatın, kültürün, entelektüel ortamın nasıl özgürce gelişebileceğini gösterdi.  Anadolu’nun uzak köşelerine ulaşması için çaba gösterdi. Bunu yaparak güncel sanatı seçkinlerin bir uğraşıymış gibi gösteren, kamu sahasına çıkmasını engelleyen, kitleleri basmakalıp kültürel politik alana mahkûm eden neo-klasik rejimin kutsal sözleşmesini çiğnedi. Bu yüzden güç odaklarını, kamu gücünü kullanan her türlü imtiyaz sahibini rahatsız etti.

Çünkü çatışma eksenlerine bakılırsa iktidarlar, daima dönüşüm yaratabilecek potansiyele sahip olan gelişmeleri iktidar alanına taşıyacak bir “muhalefet”e ihtiyaç duyarlar. İktidarlar kendi başlarına ayakta duramazlar. Filizlenen her türlü yaşamsal dinamiği, yaratıcı fikirleri daha doğmadan etkisiz hale getirmeye yarayan çatışmacı ilişkilerle güçlenirler. İktidarlar yarattıkları çelişkileri, krizleri ancak bu yöntemle denetimleri altına alabilirler. Neo-klasik rejimin efendileri, çatışma halinde de olsalar, birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Şiddetle beslenirler ve karşıt da olsalar birbirlerine çok benzerler. Bu yüzden çatışma istemeyen, şiddetle ilişkisi olmayan insanlardan nefret ederler. Patronaj altına alamadıkları için sürekli arkalarından bir iş çevirdiğini zannederler ve onlardan korkarlar. Nefretlerini açıkça dile getiremedikleri için büsbütün çıldırırlar, histeriye kapılırlar. Onlar için en büyük tehdidin fikir üretiminin, sembolik üretimin bağımsızlığı olduğunun bilincindedirler. Bu yüzden onları iktidar alanına çekmeye çalışırlar.

İşte bu yüzden yıkım, şiddet, yoksulluk var. Bu rejim şiddetle nefes alır. Bu nedenle de onu ele geçirmeye çalışanlar, toplumu yönetilecek bir nesne olarak görenler değil, bağımlı ve eşitsiz ilişkileri sorun edenler bu rejimi değiştirebilir.