Elveda Maffy Falay!

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Açık Radyo olarak, Türkiye caz tarihinin önemli ismi Muvaffak "Maffy" Falay'ı kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Trompet sanatçılığındaki yeteneğini dünyanın önemli cazcılarıyla birlikte paylaşan Maffy anısına, onun 2005'te konuk olduğu Açık Dergi programını tekrar yayınlıyoruz.

Maffy Falay'ın Dizzy Gillespie'yı 1956 yılında Ankara'da karşılaması

(13 Haziran 2005 tarihinde Açık Radyo’da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)

Volkan Balkan: Bu akşamki konuğumuz dünyaca ünlü trompet sanatçımız Muvaffak Falay ya da Maffy Falay. Hoş geldiniz.

Muvaffak Falay: Hoş bulduk. Geldik burada çaldık geçen Pazartesi akşamı İzmir’de, Salı akşamı Babylon, dün akşam da Nardis’te çaldık. İyi oluyor böyle geliyoruz.

VB: İsveç’te yaşıyorsunuz?

MF: Son 38 senedir Stockholm’deyim. 

VB: Oraya gitmeden önce, caza nasıl başladınız? 

MF: 1947 senesinde imtihana girdim ve tabii çalıyordum trompeti, İzmir Şehir Bandosu’ndaydım, imtihana parça hazırladım, kulak terbiyesini de bana çok kıymetli, Türkiye’ye gelmiş geçmiş, benim için en büyük caz müzisyeni ve klasik müzisyen Erdoğan Çaplı verdi. Bizim mahallede oturduğu için, bizde de piyano olduğu için yazları gelir piyano çalardı. Tabii öyle zannediyordum ki annem ona “aman oğlum, sen Maffy’ye bir şeyler göster de girsin imtihana, kazansın” derdi. Ben okumadım, mektebe yolladılar, Sanatlar Mektebi, Türk müziği yoktu. 3 ay tahta çalışıyorsun, 3 ay demirin üzerine, 3 ay makina. Ben oraya 1 hafta gittim, 2 hafta gittim, sonra bir daha gitmedim. Kaçtım, sonra anladılar benim gitmeyeceğimi, onun için annem üzüldü, Erdoğan Çaplı ile konuştu. Erdoğan Çaplı geldi bizim eve, oturur piyanoya, gösterir, konservatuarda şöyle yaparlar, böyle yaparlar derdi, la verirdi. Başka notalar çalar ve sorardı bana. Ben o sesleri tanımıştım tabii, trompet çalıyorum, Şehir Bandosu da çok güzeldi, 46 kişilikti, klasik, Beethoven’ler, çalıyorduk. Yalnız bando marşlar çalmıyordu, çok güzel müzik yapıyorduk. Çok kıymetli bir hocamız vardı Fuat Türkoğlu, İstanbul Konservatuarı klarnetten mezun olmuş, İzmir Belediye Fuar Bandosu’na şef olmuş. Orada çaldığım için ben öğrenmiştim. “Tamam, bir de güzel bir parça çalarsın” dedi. O zaman bunları hazırladım, Ankara’ya gittim, elimde trompet de yok, Allah rahmet eylesin, Orhan Sezener trompetçi, belki duymuşsunuz, rahmetli oldu, girdiğim sene o mezun olmuştu trompetten, çok iyi bir arkadaş, ağabeydi. Bana bir trompet getirdi, imtihana girdim, çaldım, her şeyi yaptım, hepsi şaşırdı, parçamı çaldım, vs. “Oğlum çık sen dışarı” dediler. Tamam, kazanmışım, bir sene yukarı aldılar. 1947’de konservatuara girdim. Konservatuar klasik tabii, hep çalışıyorum, 7-8 saat trompet çalıyorum. Ankara Palas’a gidiyoruz, balolarda çalıyoruz, İngiliz Klübü var, Amerikalıların Klübü var, Amerikalıların konsolosluğunda çalıyoruz, Erol Pekcan davul, Aydemir Mete kontrbas çaldı. Piyanist olmadığı için ben piyano çalıyorum artık, yok ki, piyanist olsa trompet çalacağım. 50’lerde caz ne? Ben müziği bilmiyorum, foks trotlar, rumbalar, vs. çalıyoruz, o zamanlar Ankara Palas’ta balolar oluyor. Fakat cazın ne olduğunu bilmiyoruz, o zaman davul zilleri görüyorum, onlar caz gibi geliyordu bana. Bir gün bir abimiz vardı Kaya Ertan çellocu, klasik Ankara Senfoni Orkestrası’nda. Evi de 200 metre konservatuara, o zaman Cebeci’deydi Konservatuar, evi de oradaydı. Çok konuşurduk. Bir gün “Muvaffak yarın sen bana 3’te gelir misin?” dedi. “Ne var abi?”. “Sen gel, sana caz dinleteceğim” dedi. Allah! “Peki yarın gelirim” dedi. Caz nedir? Hemen kafama ziller geliyor, eyvah, anlamıyorum, daha çocuğuz, 17 yaşında İzmir’de yetişmiş, İstanbul’da olsam daha çakal olurdum. İzmir daha geriydi sanki. Ertesi gün gittim, kapıyı çaldım, girdim içeri, masanın üzerine bir şey koydu, eski gramafon, hani açılır böyle.. Açtı kapağını başladı kurmaya. Kurdu, bir taş plak koydu. Çalmaya başladı duyamıyorum, cızıltı, orada bir delik var, ses oradan geliyor. Kulaklarımı verdim oraya, o zaman duyuyorum, çok güzel. Bir dinledim ki kardeşim hayatım, ne hızlı çalıyorlar diyorum. Bir alto saksafon bir trompet, uçuyorlar! Müzikte bir serbestlik var, klasik gibi değil, tak-tak-tak. Öldüm yahu, çıldıracağım. Ama ben görüyorum notaları neler çalıyorlar, saksafonun da. Ne hızlı parça! Parça bitti, “abi bunlar kim yahu?” “Bu Charlie Parker ile Dizzy Gillespie” demez mi? Bilmiyorum o isimleri, sonradan anlıyorum kim olduklarını. Gelmiş geçmiş, cazı caz yapan iki adam, esas Charlie Parker tabi alto saksafon. Dizzy Gillespie’ye sormuştum benim çok arkadaşımdır ya, “aman bana anlat Charlie Parker’ı diyordum. “Charlie Parker geldi buraya” herkes caz çalıyordu güya, o öyle çalıyor, bu böyle çalıyor. Eski cazlar da var “dizyland”lar. “Herkes bir şey çalıyor, bu Charlie Parker geldi, hepsini toparlayıp bir mühendislik, mimar gibi, bu cazı yaptı, çaldı, bütün millet öbürlerini bırakıp, ‘bu nasıl olur?’ Cazı toparladı, icad etti, bir şey yaptı, sanat, muazzam, dahi geldi. Charlie Parker ve caz!

VB: Caz tarihinde önemli bir kırılmaya yol açıyor.

MF: Muazzam, herkes onun gibi çalmak istiyor, ondan sonra herkes o, başka bir şey yok, daha önce ne çaldıkları unutuldu artık. Beebop koydular ismini, Dizzy ile beraber. Caz buradan başlar. Tabii ondan çok evvel de vardı, buggy buggy’ler, vs. 

VB: Sizin de zaten müzik hayatınızı etkileyen beebop’la tanışmanız.

MF: Öyle öğrendim. Ondan sonra bütün plakları, topladım hep caz dinlemeye başladım. 

VB: Sizin de hayatınızda çok önemli yeri var, çünkü yıllar yılı beebop çalageldiniz. Dizzy Ankara’ya geliyor, sizinle tanışıyor, biraz anlatır mısınız?

MF: 1954’te konservatuarı bitirdim, hemen acele yedek subaylığa gittim, yaptım, bir de kura çektim, İskenderun’u çekmişim, haberim yok, bizim çocuklar “yahu cennete gidiyorsun” dediler. Hakikaten de cennetmiş, bir sene kaldım orada, ilk önce 6 ay Ankara’da piyade okulu, sonra orası. Bir sene bir gömlekle, ceket filan yok, kış yok.

VB: Anlatıyordunuz, “asker arabasının yanında, ben çalıyorum, askerler geçiyor, bakıyorlar” diyordunuz.

MF: Çok çalıştık orada. Ama nasıl sıcak biliyor musun? 45 derece, yazın yanıyor, kan ter içinde. Kışlanın altında bir ağaç var, baktım gölge, oraya girip çalıyorum. Hep klasik etüdler çalıyorum. Çünkü artık askerler geçiyor etraftan, yürüyorlar, tek tük, geçerken gizli gizli bakıyorlar bana, ben subayım çünkü, korkuyorlar. Düşünüyorum, bakıyorlar, öteki geçiyor, vs. ben de düşünüyorum, yahu yazık bunlar Anadolu’dan gelmiş, kim bilir hangi köyden geldi, trompetin ne olduğunu bilmez. Hele çaldığım şeyleri hayatta duymamışlardır. Herhalde bunlar ‘yahu bu deli galiba’ filan diye düşünüyorlar. Kendi kendime gülüyordum. Bir yandan da merak ediyorlar. Neyse, askerlik bitti, Ankara’ya geldim, baktım, beni buldular arkadaşlar, “Dizzy Gillespie geliyor!” dediler. “Aman bir karşılama yapalım hemen” dedim. Topladım çocukları, Erol Pekcan al trompeti, zili al yeter. Süheyl Denizci, eskiden Radyo Big Band’in şefliğini yapmıştı, şimdi emekli olmuş, o, trompet, alto saksafon, trombon, tenor saksafon, 4 tane ses, bir de bas, davul. Biz Esenboğa Hava Meydanı’na gittik. 

VB: Türkiye’nin en iyi cazcıları sayılır aslında, Süheyl Denizci, Erol Pekcan ve siz.

MF: Benim vasıtamla hep oldu, ben onları caza soktum, Selçuk San da öyle.

VB: Ve karşınızda dünyanın en iyi trompetçisi Dizzy Gillespie.

MF: Çok çalıştığım için artık virtüözdüm ben. Klasikte, cazda pek bilgim yoktu fakat çalıyordum parçaları. Gittik oraya, arkada da talebeler, kolej talebeleri, kızlar, erkekler, gençler, kocaman bir afiş yaptılar “Welcome Dizzy Gillespie” yazıyor. Bizde öndeyiz, bekliyoruz tayyareyi. Hiç duydunuz mu, Cüneyt Sermert, caz kritiği yazıyordu? Kitap da yazmış, orada da benim hakkımda yazmış. “Daha gelmedi, bir kere çalalım, sen bir dinle, eğer bir falso duyarsan bana haber ver” dedik. Biz parçayı geçtik, yazdım çocuklara aranjman gibi, sesler, vs. Çaldık, geldi “iyi, çok güzel” dedi. Baktık tayyare geliyor, o zaman küçük pırpırlar vardı, pervaneli, 150 metre önümüzde durdu. Bakıyoruz, merak, hadi hazırlandık, merdiveni koydular, bir baktık araplar iniyor, negrolar! Biri geliyor bize doğru, insanlar gidiyor ona bir şey diyorlar, konuşuyorlar, onları itiyor. Elinde de fotoğraflar var, geliyor, 2 metre kala gözü bende, dinliyor beni, hiç başka bir yere bakmıyor, göz göze geldik. En sonunda bitirince sarmaş olduk Dizzy’le. Hiç bir yerde böyle karşılanmamış, çok duygulandı, dünyada, ne Amerika’da ne bir yerde, şaşırdı. Fakat benim şeyimi de gördü, ne trompetçi dedi ve sonra da yazdı. 

VB: “Amerika’ya gittiğinde Miles Davis ayarında bir trompetçi ile karşılaştım” demiş.

MF: Tabii. Beni ilk akşam konsere çağırdı, bana sigara tabakası verdi, içi altın gibi, dışı gümüş. Onun için de saklarım. O kağıdı yolladılar bana müzik mecmuasında, “Dizzy Gillespie hükümetin Ortadoğu turnesinde Ankara’da muazzam bir trompetçi keşfetti, ismi Muvaffak Falay. Orada İntim gece klübünde çalıyor.”

VB: Size galiba “Amerika’ya gelirsen mutlaka başarılı olursun” diyor değil mi?

MF: Bana bir resim vermişti, öyle yazıyordu. İsmimin manasını söylemiştim onun için. 

VB: Dizzy’den bahsediyorduk, senin de ona bir hediyen var, bir tane çarık veriyorsun.

MF: Karşıladık, otele bıraktık, ondan sonra Ankara Büyük Sinema’da konser verecek 3 akşam, sonra İstanbul’a gidecekler. İlk akşam oturdum. Oturduk, big band dinleyeceksin, o zaman da Dizzy Gillespie’nin big band’i Amerika’da en güzel caz, belki de en iyisi, hayatta unutmam, o perde açılırken orkestra bir patladı, “param pa-pa-pa parabiii...” perde açıld, hii, ben mahvoldum. Bir parçayı Dizzy aldı trompeti bir şeyler çaldı, bir solo yaptı, parça bir bitti, mikrofona geldi “Muabak” diyor. ‘Muabank’ diyor gibi geliyor bana. O söyleyemiyor da tabii, ben bir şey anlamıyorum. Benim önümde de Mithat Fenmen var, meşhur piyanistimiz ve konservatuar müdürü o zaman, döndü bana “Muvaffak seni çağırıyor!” dedi. Aman, kalktım, yürüdüm çıktım sahneye, sarıldı bana, vs. başladı söylemeye “çok muazzam trompetçi” vs. çıkardı bana bir sigara tablası verdi. İçine yazdırmış “Dizzy Gillespie’den Muvaffak Falay’a. Karşılıklı caz sevgisi” vs. bir şey. Aldım bunu, sarmaş dolaş olduk “Thank you” dedim, sonra bunlar çaldı. O zaman daha çocuğuz tabii, 25 yaşındayım. Ertesi günü arıyorum Ankara’da turist dükkânlarını, vs. baktım köylü çarığı yapmışlar, deriden, vs. Bunlar giymek için değil, duvara asarsın, ben aldım bunu vereyim, evine asar. Ertesi akşam konser başladı, ben sahnenin arkasındaydım, işaret ettim ona, geldi, ben de çıktım sahneye bunu verdim. Koydu bongoyu –bongo çalıyordu-, açtı, kağıtları attık, oturdu ayakkabılarını çıkardı bunları giymeye çalışıyor. Bunlar giyilmez diyeceğim, ama o zaman İngilizcem yok o kadar. Giydi ve bütün akşam o çarıklarla konseri bitirdi. 

VB: Sonra sizin yurt dışı çalışmaları, kimler yok ki? Quincy Jones, Ron Cherry, vs.

MF: 60’ta İsveç’e geldim, orada kalınca; Quincy Jones orada yaşıyordu çünkü karısı İsveçliydi. Orkestrasının ¾’ü Amerikalı, Arap çocuklar, vs. Çok güzel bir orkestraydı, bir ben orada girdim, bir de İsveçli çok muazzam bir tromboncu, rahmetli dünyada gelmiş geçmiş böyle bir trombon yok. İlk önce J.J.Johnson, benim en güzel duyduklarım, o var. Bir de İsveçli bir gitarcı vardı. Biz burada bir sürü film müzikleri yaptık, plaklar yaptık, İsveç’in festivalinde çaldık. İlk festivali 1963, orada da çaldık. Quincy Jones orada kaldı bir müddet, bir sene filan kalmış, sonra yine geldi 63’de festivalde çaldı. Köln radyosundan istediler beni, 18 kişilik Köln Big Band Radyo, orada kaldım 5-6 sene, orada kalırken Kenny Clark, Francie Bolard Big Band plaklarını orada yaptık. Bolank bütün enstrümanları bilir, çalar, muazzam bir aranjör, o, bir de prodüktörlerle konuştuk, bana sordular, nedir bu, kimi alalım trompete, dedim “Benny Baily, vs.” bütün isimleri verdim Avrupa’da yaşayan Amerikalılar, arap. “Bunlar kim, tanımıyoruz?” dediler. Bizim orkestradan bir ben bir de bu İngiliz alto saksafon Derek Hambol. Bir de Carl Drevo diye Avusturyalı tenorcu var bizim radyo orkestrasında, koskoca orkestradan 3 kişi onlardan, ötekilerin hepsi Amerikalı, Amerika’nın en büyük müzisyenlerinden. 68 senesinde Downbeat’te, senenin en yüksek, en güzel big  band’i, Kenny Clark, Francy Bolan bing band. Dizzy Gillespie İsveç’e de geldi, orada da çaldık. Berlin’de çaldık, onu kimseye, ben kimseye kendimi anlatmam, kendimi meşhur etmek, resim çektirip Okay Temiz gibi buraya yollamak, burada meşhur olmak, kimseye bir şey yapmadım onun için unutmuşlar beni, 50 sene geçmiş. Esas 1960 senesinde Berlin’de 6000 kişinin karşısında Türkiye’ye temsil ettim. European All Star Band, her memleketten bir müzisyen, yani Avrupa’ya soktum Türkiye’yi, Türkiye’yi orada temsil ettim “Maffy Falay from Turkey!” diye anons edildi. Rusya’ya gittik bu radyo orkestrasıyla, bir aylığına gittik, Moskova’da 2 hafta, Leningrad’da 2 hafta, sonra Karadeniz’de Soçi diye bir yere yolladılar bizi. Orada muazzam bir şey oldu, ilk önce anlamamıştım, sonradan anladım tabii. Bu Alman orkestrasında bir tek benim, ötekiler çalamıyor solo, yazılı solo melodiler çalıyorlar trompetçiler, ben hepsini. Benim sıram geliyor, gidiyorum en öne, patlatıyorum trompeti, vs. Moskova’da iki hafta her parçada “Maffy Falay from Turkey!” diye anons ediliyor. Leningrad’a gittik orada da öyle oldu. Rusya’dan sonra Bakü’ye gidilecekti, Azerbaycan’a. Bir haber geldi gitmiyoruz Azerbaycan’a, bizi Karadeniz’e yolladılar, Soçi diye bir yer, 4 gün de orada çaldık. Sonradan anlıyorum neden değiştirdiklerini, Bakü’ye bir gelsek, Türk olarak yıkılacak orada ortalık, büyük hadiseler olacak muhakkak, düşündüler ve bizi yollamadılar oraya. Garanti bunun için. 

VB: Sohbetimiz bitecek gibi değil. 

MF: Sabaha kadar konuşabiliriz.

VB: Temmuz’da geldiğinizde tekrar ağırlamak isterim sizi. Bunu da duyurmuş olalım. 

MF: 7 Temmuz’da çalacağım.

VB: Bir kendi grubunuzda çalacaksınız, bir de Dizzy Gillespie orkestrada da konuk olacaksınız. 

MF: Orada bir kaç parça solo çalmamı istediler, onların hepsi benim arkadaşlarım zaten. 

VB: Yaşam Boyu Başarı Ödülü de alacaksınız.

MF: Öyleymiş, ama işte, ödül... Ahmet Ertegün değil de, Arif Mardin benim 15 yaşında burada İstanbul’a geldim, orada big band vardı, Ermeni çocuklar vardı, Hrant, İsmet Sıral, filan, İzmir’den geldim, bana 1. trompet çaldırdılar. O zaman Arif Mardin piyano, o zaman tanıştım kendisiyle. O beni Amerika’ya getirtmek için söz verdirtti, ama sözümü tutamadım, ayıp oldu, gidemedim, Atlantik Plakları’na gidecektim, gidemedim. İsveç’te kaldık, öyle bir yer ki, bir gittin mi kalıyorsun.

VB: Mesela caz ağacında bir Türk de neden olmasın? 

MF: İyi oldu, böylece hiç olmazsa beni bilmeyenler bunları duyar, bilenler de hatırlar. 

MF: Benim üzüldüğüm ne biliyor musun? Bu memlekete bu kadar geliyorum, getiriyorum İsveç’in ve Avrupa’nın en iyi müzisyenlerini, burada hiçbir müzisyen merak edip de gelip bakmıyorlar, dinlemiyorlar bir şey kapmak için. Ben küçükken hep yaşlı müzisyenleri dinlerdim bir şeyler öğrenmek için. Bunu yapsınlar, bir daha gelişimizde gelip dinlesinler, baksınlar caz nasıl çalınıyor, nedir, harmoni nedir, vs. bunları öğrensinler. 

VB: Kuşaklar arasında da bu köprüler olsun...