Deprem, Propaganda ve Mantıksal Yanıltmacalar

-
Aa
+
a
a
a

Dr. Canan Özbey Gül tarafından 6 Şubat 2023 Antep ve Maraş ikiz depremleri üzerine, 07.03.2023 tarihinde kaleme alınan yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.

Fotoğraf: REUTERS/Susana Vera
Fotoğraf: REUTERS/Susana Vera

Sciences Po Toulouse/LaSSP

Dün itibariyle depremin üzerinden bir ay geçti. İkiz depremlerden sonra enkaz altında günlerce süren can pazarının yanına hayatta kalanların yaşam mücadelesi eklendi. Toplumsal dayanışmanın gücü umut verse de bir silsile halinde sayabileceğimiz sorumlulardan hala tek bir istifa olmaması bu durumun salt bir doğal afetle açıklanamayacağına yönelik en basit gösterge. Can pazarından sonra yüreğimizi dağlayan hayat mücadelesinde “barınma sorunu” içinde bulunduğumuz yıkımın en önemli unsuru olarak öne çıkmış durumda. Çadır meselesinin önemi ilk depremlerden iki hafta sonra 20 Şubat’ta meydana gelen Hatay Samandağ merkezli 6,4 ve 5,8 büyüklüğündeki depremlerle acı bir biçimde anlaşıldı. Maraş ve Antep ikiz depremleriminin üzerinden iki hafta geçmesine karşın hala çadır, tuvalet ve su gibi temel ihtiyaçları karşılanmayan halk hasarlı dahi olsa evlerine girmişti. Bu depremler sonucu ikiz depremlerden sonra ayakta kalmayı başarabilen birçok bina da yıkıldı ve bu durum yine can kayıplarına sebep oldu. Bütün bu hengamenin içinde maalesef yöneticiler sorumluluğun gereğini yerine getirmediği gibi türlü skandal açıklamalarla “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali pişkin ve vicdansız tavırlar sergilediler. Tüm bunlar halkın halihazırda açık yarasına tuz basılmasıydı adeta… Elbette buradaki amaç iktidarı muhafaza etmek için zihinlerin bir şekilde manipüle edilerek kamuoyunu “mevcut düzen” (müesses nizam-establishment) lehine biçimlendirmek. Politikacılar bunu yaparken çoğunluk farketmese de sıklıkla propaganda yöntemlerine ve özellikle “mantıksal yanıltmacalara” başvurur.

Mantıksal yanıltmacalar (safsata olarak da adlandırılır) zihinlerin manipüle edilmesine yarayan etkili propaganda teknikleridir. Bu yanıltmacaların farkına varmak veya bunları farketmeyi öğrenmek bireyin eleştirel düşünme yetisini yüksek oranda geliştirebilir. İdeolojilere saplanıp kalmayan, basmakalıp fikir ve düşüncelerden sıyrılabilen, değişebilme becerisine sahip, berrak, parlak, esnek ve açık bir zihin ancak eleştirel düşünme yetisine sahip bir beynin ürünü olabilir. Eleştirel düşünme yetisine sahip beyinler, taraf tutsa dahi tuttuğu tarafı da yeri gelince eleştirebilirler. Hatta belki de en sıkı eleştiriyi kendi ait oldukları cenaha yapabilecek cesarete de sahiptirler. Eleştirel düşünce “uyum sağlama”, “ayak uydurma”, “nabza göre şerbet verme” tutumlarını da alaşağı eder. Ancak belki de en önemlisi, eleştirel düşünce yetisine sahip beyinler, ait oldukları cenahın manipülasyonları da dahil, herhangi bir propaganda girişimini farkedebilecek parlaklıkta, esnek bir zihne sahiptir. Bu türden zihinlerin dünyanın etrafındaki manyetik alana benzer bir koruma kalkanına sahip olduklarını mümkündür. Dünya kendisine sayılamayacak kadar faydası olan güneşinin acımasız rügarlarından bu manyetik alanı sayesinde korunur. Kendi düşüncesini dahi eleştirebilen eleştirel düşünce yetisine sahip beyinler dünyanın manyetik alanına benzetebileceğimiz bu yetenekleriyle kendilerini propagandaya karşı korurlar.

Propagandaya karşı bağışıklığı yüksek olan, eleştirel düşünme yetisine sahip beyinler, özellikle “şimdi sırası değil”, “şimdi birlik ve beraberlik zamanı” gibi talimatların sıklıkla duyulduğu zamanlarda dahi eleştirirler. Bu sayededir ki propagandanın tuzağına düşme ihtimalleri zayıftır. Propaganda alanında naçizane fikir işçiliği yapan biri olarak propagandaya karşı duyarlı olunabileceğini, bu yeteneğin eleştirel düşünce yetisinin geliştirilmesiyle doğru orantılı olacağı fikrindeyim. Propagandaya duyarlı ve hassas olmak, tespit edildiğinde onunla mücadele etme refleksini de devreye sokacaktır. Bu doğrultuda son 6 Şubat depremlerinden beridir her cenahtan şahit olduğumuz mantıksal yanıltmaca ve propaganda örneklerini bu yazıda ele almak istiyorum.

İlk örneğimiz Suriyeli göçmenler hakkındaki kara propagandasına depremden sonra da tam gaz devam eden ve hatta kara propagandanın dozunu iyiden iyiye artıran Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın bir twiti. Türkiye ve Arap Yarımadası’nı birlikte gösteren “Arap levhası”nın fay haritası eşliğindeki Özdağ’ın twiti şöyle:

Kahramanmaraş Depremi’nin sebebi, Arap Levhasının, Anadolu’yu itmesidir. Arap Levhası yaklaşık 10 Milyon yıldır Anadolu Levhasını itiyor. Bir yandan Suriyeli istilacılar, Bir yandan Arap Levhası. Maalesef Coğrafya Kaderdir.

Belli ki çarpıcı bir analoji eşliğinde Özdağ göçmen karşıtlığını bu twitiyle de körüklemek istiyor. Ancak bu kanıyla yetinmeyerek teknik açıdan bu mantıksal yanıltmaca örneğini açıklamak gerekir. Özdağ’ın twiti tam da bir ‘zayıf analoji’ (weak analogy) örneği. Zayıf analoji mantıksal yanıltmacası, bir argümanı kanıtlamak veya çürütmek için bir benzetme kullanıldığında, ancak bu benzetme etkili olamayacak kadar zayıf olduğunda meydana gelir. Bir nevi elmaların armutlara benzetilmesi gibi, birbiriyle eşdeğerde olmayan iki şeyin argümanı kanıtlamak için benzetilmesiyle olur. Sonuçta benzetme o kadar zayıf kalır ki argümanı kanıtlamaya veya çürütmeye yetmez. Bu durumda kamuoyunun şu an çok hassas olduğu ve endişe yaratan “fiziki fay hatları” (örneğimizde Arap levhası) “Suriyeli istilacılara” benzetiliyor. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz mevcut kötü durumdan hem “Arap” levhası hem de “Arap” olan Suriyeli göçmenlerin mesul olduğu bu analojiden kuvvet alarak ileri sürülüyor. Suriyeli göçmenlerin Türkiye toplumunun dokusundaki etkileri ve onların hangi “müdahaleler” sonucunda on yılı aşkın bir süredir Türkiye’de bulundukları bir başka tartışmanın konusu olabilir. Ancak bu örnekte yanıltmaca içinde yanıltmaca, propaganda tekniği içinde propaganda tekniği olduğu üzerinde durmamız gerekir. Zayıf analojinin yanı sıra bu twitte ayrıca yer alan depreme dahi Suriyelilerin sebep olduğu anlaşılan ima ‘günah keçisi’ (scapegoating) tekniğiyle açıklanabilir. Çoğumuzun malumu günah keçisi deyimindekine benzer şekilde bu teknik, sevilmeyen bir kişi veya grup bir sorun için haksız yere suçlandığında veya böyle bir suçlama için kolay hedef olan bir kişi veya grup haksız yere suçlandığında meydana geliyor. Özdağ’ın twiti bu koşulları hakkıyla yerine getiriyor. Kısacık twitin içinde bir üçüncü propaganda yöntemi gizli. Bu belki de en tehlikelisi. Özdağ twitinde Suriyelilere “istilacı” diyor. Böylece bu twitin barındırdığı üçüncü tekniğe geliyoruz: ‘İsim takma’ (name calling) propaganda tekniği. İsim takma, kitleye konuyla ilgili fazla bilgi vermeden belli bir yargıya kestirmeden varılması için kullanılan bir tekniktir. Bu teknikte nefret ve korku duygularına seslenilir. Kişilere, gruplara, uluslara, ırklara, siyasalara, uygulamalara, inançlara veya ideallere kitlenin yargılaması ve reddetmesi için kötü isimler takılır. Özdağ her şekilde kötü çağrışım yapan “istilacı” sıfatıyla isim takma tekniği için gereken şartı yerine getiriyor.

Geçirdiğimiz meşum ayda şahit olduğumuz ve incelemeye değer bir diğer örnek Süleyman Soylu’nun depremzedelere yardım görüten HDP’li belediyeler hakkında sarfettiği sözlerdir. İçişleri Bakanı Soylu, bir televizyon programında aşağıdaki açıklamayı yaptı:

Kendimin hazzetmediği, terör örgütüyle ilişkilendirdiğim bir partinin belediyesine de ‘Burada çadır kurabilirsin, kur, engellemiyorum’ dedim.

Halk arasında kısaca ‘şecaat arz ederken sirkatin söylemek’ deyimiyle tanımlanabilecek bu açıklama yine de teknik bir incelemeyi hak edecek cürette. Açıklamada öne çıkan yanıltmaca ‘önyargılı dil’ (prejudicial language). Bu teknikte argümanı geçerli kılmak için önermeye öznel, duygusal ve moral nitelikler yüklenir. Soylu’nun ifadesinde Türkiye halkının oylarıyla yasal bir seçim sonucu seçilmiş, meşru bir belediye, “atanmış” bakan tarafından “şahsi” kanaati çerçevesinde yargılanmaktadır. O yargı ki ‘hazzetmemek’ gibi son derece öznel gözlem ve hislere dayananan bir fiille ifade edildiğinden çok zayıf bir argümantasyonla kurulmuştur. Daha sonra bu ifadenin argümanı kurmada çok zayıf kalacağını kendisi de hissetmiş olacak ki devamında ön yargıyı güçlendirmek adına yine şahsi kanaatiyle bahsi geçen belediyeyi terör örgütüyle ilişkilendirdiğini eklemiştir. Bu durum yine teknik içinde teknik örneğidir. Yani, Soylu’nun açıklaması önyargılı dilin yanı sıra, HDP’li belediyeye ‘terörist’ diyerek ‘isim takma’ (name calling) tekniğini de ihtiva etmektedir. Basit, akılda kalır ve duygulara seslenen mesajlar yaratmada son derece işlevsel olan önyargılı dil ve isim takma tekniklerinin birleşimininden “güçlü” bir kara propaganda elde edildiği kuşku götürmez. Bu açıklama elbette atanmış bir devlet görevlisi olan bakanın şahsi kanaatlerini kamu idaresine karıştırmaması gerektiği, HDP’li belediyelerin yasal yerel yönetimler olduğu, bu yerel idarelerin hizmetlerinin bakanın keyfi kararlarına göre engellenemeyeceği sağduyulu her bireyce malumdur. Buna karşılık deprem bölgesinde o çok ihtiyaç duyulan yardım için çabalayan bir belediyeye ‘Burada çadır kurabilirsin, kur, engellemiyorum’ şeklindeki lütfeden tavır mevcut iktidarın deprem sonrası tutumuyla besbelli uyumludur.

Bir diğer incelemeye değer örnek 6 Şubat depremlerinden ancak günler sonra bölgeye giden iktidarın ortağı Devlet Bahçeli’den. Bahçeli deprem bölgesinde dinleyicilere de adeta “sır gibi” gelen bir açıklamada bulundu:

Bu büyük felaket mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan bir olay gibi geliyor bana. O bakımdan Cenabıallah’ın büyük lütfuyla bu felaketi aşacağız.

Bahçeli’nin bu açıklaması tam da bir ‘argument by gibberish’ örneğidir. Gibberish kelimesi İngilizceden dilimize ‘abuk sabuk, anlamsız söz, saçmalık’ olarak çevrilir. ‘Argument by gibberish’ yani abuk sabuk argüman, anlamsız argüman tekniği argümanı sağlam kurmak için geçerli nedenler yerine, güçlü bir argüman görünümü vermek adına anlaşılmaz bir jargon veya tutarsız, anlamsız sözler kullanıldığında meydana gelir. Görüldüğü kadarıyla Bahçeli, anlamsız sözlerini mucize, sır, Cenabıallah, lütuf gibi yüklü (loaded) ve bu bağlamda olumlu çağrışım yapan kelimelerle desteklemek amacında. Ancak ne yazık ki tüm bunlar da argümanı sağlamlaştırmaya yaramak yerine daha çok ‘şaşaalı genellemeler’ (glittering generalities) propaganda yöntemiyle örtüşüyor. Bu teknikte erdem yüklü, olumlu çağrışım yapan kelimelerin kullanımıyla kitlenin zihni biçimlendirilmeye çalışılır. Bu iki tekniği birden görebildiğimiz Bahçeli’nin bu sözleri makul bir açıklama yerine zihinleri bulandırarak argümanı geçerli kılmaya yöneliktir. Diğer yandan argümanın bir diğer önermesi olan Allah’ın lütfuyla felaketin aşılacağına yönelik ifade ise sorumluluğun gerektirdiği herhangi bir somut çözüm önerisinden yoksun, yine bir başka kaderci temenniden başka bir şey değildir. Bu üç örneğin yan sıra kamuoyunda hem farklı hem aynı cenahtan insanların kendi aralarında anlaşmaya varamadıkları bir diğer örnek de üzerinde düşünmeye değerdir. Kızılay’ın bir sivil toplum kuruluşu olan Ahbap Derneği’ne 6 Şubat depreminin üçüncü gününde fahiş fiyattan çadır sattığı gazeteci Murat Ağırel tarafından ortaya çıkarılmıştı. Bugün ise mesele hala daha tartışılmaya devam ediyor. Elbette bu vakada çok güçlü bir biçimde eleştirilmesi gereken taraf Kızılay. Buna hiç şüphe yok. Hatta bu gibi durumlara biz halkların inatla alışmaması ve itiraz etmesi gerekiyor. 150 yılı aşkın geçmişiyle memleketin sosyo-kültürel dokusunda çok kıymetli bir yeri olan Kızılay’ın bir sivil toplum kuruluşundan şirkete dönüştürülmüş olması zaten büyük bir tartışma konusu olması gerekirken böylesi bir günde bile şirket mantığıyla satışları düşünüyor olması kabul edilemez. Öncelikle bu bariz skandalın altını kalın çizgilerle çizmiş olalım. Diğer yandan Ahbap Derneği’nin bu meselede mantıksal yanıltmacaya konu olacak bir fiili olduğu kanısındayım. Her ne kadar bu fiil iyi niyetle gerçekleştirilmiş ve belki bile isteye yapılmamışsa da yine de bu durum onu bir mantıksal yanılmacanın konusu olmaktan alıkoymuyor. Bilindiği üzere toplumun büyük kesiminin Ahbap’a itimat ve itibar ederek gönderdiği devasa maddi desteğin temel bir şartı vardı: “Desteğimiz güvenmediğimiz devlet kurumlarına gitmesin, yerine ulaştığından emin olalım, Ahbap bunu yapar”. Bu durumda derneğin çadır satışı esnasında kamuoyunu bilgilendirmesi yerinde olurdu. Bu sayede dernek, Kızılay’ın skandalının ortaya çıkarılması sonucu açıklamalar yapmak zorunda kalmaz, bir kısım destekçisinin kafasında soru işareti bırakmamış olurdu. Böylece bu tartışmalar üzerinde harcanan efor da deprem bölgesine yönlendirilirdi. Belki spekülatif, ancak bu durum hakkında dernek kamuoyunu bilgilendirmiş olsaydı, belki bu satış baştan engellenecek, Kızılay çadırları deprem bölgesine yapması gerekitği gibi ücretsiz bir şekilde ulaştıracaktı (Kızılay başkanının da bir televizyon programından ifade ettiği gibi). Ahbap’ın çadırlara verdiği bu büyük meblağ da deprem bölgesinde başka yaraları sarardı.

Yanı sıra örneği teknik olarak da açıklamak durumu anlamayı kolaylaştıracaktır. Bilmeyerek ya da istemeyerek bile olsa Ahbap’ın bu olaydaki fiili ‘bastırılmış kanıt’ (suppressed evidence) veya ‘eksik kanıt’ (incomplete evidence) yanıltmacasına örnek teşkil ediyor. Bu yanıltmaca ilgili ve önemli olabilecek bilgileri kasten kullanmamakla ortaya çıkabileceği gibi, yanıltmaca, istenmeden de olsa bir meseleyle alakalı farklı görüş ve ihtimallerin es geçilmesiyle ortaya çıkabilir. Dolayısıyla meseleyle bağlantılı hakikatlerin bazılarının bilmeden saklanması ya da dikkatsizlik sonucu görmezden gelinmesi de aynı sonucu doğurur. Ahbap’ın Kızılay’dan aldığı çadırlara fahiş fiyat ödediğini kamuoyuna açıklamamış olması bu sebeple eksik kanıt yanıltmacasına örnektir. Çünkü derneğe gelen bağışlarla çadır temin edildiği, bu çadırların depremzedelere ulaştırıldığı kamuoyuna açıklanmış, ancak bu çadırların fahiş fiyatla Kızılay’dan satın alındığı belirtilmemiştir.

Deprem sonrasındaki yönetim esnasında Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın yaptırdığı yaklaşık iki dakikalık video gibi karşımıza birçok bariz propaganda örnekleri de çıkmıştır. Kimisi bariz, kimisi farkedilmesi güç, kimisi bilerek, kimisi bilmeden meydana gelen bu propaganda örneklerinin ayırdına varabilmek en başta söylediğim gibi, büyük ölçüde eleştirel bir zihne, yani eleştirel düşünme yeteneğine bağlı. Buna sahip olabilmek için de kemikleşmiş ideolojilerden, olaylara taraflı yaklaşmaktan, kendi mahallemizi eleştirmeme tutumundan, önkabüllerden mümkün mertebe kaçınmak gerekiyor. Tabii bu süreçte en vazgeçilmez klavuzumuz vicdan, sağduyu ve etik olmalı. Kuşkuculuk ve eleştiri parlak bir zihin ve esnek bir genç beynin (yani gerektiğinde değişebilen, hatasını kabul edebilen) temel özelliğidir. Bu bir nevi bilimsel düşünme şekline de benzer. Bilimsel düşünme yanlışlamalar sonucu hata yapıldığının kabulünü ve akabinde değişimi gerektirir. Dogmalara saplanıp kalmaz. Propagandanın etkilerinden kendini bu sayede korur. Bizler de eleştirel düşünce yetimizi geliştirip, körü körüne belli düşüncelere saplanıp kalmadan, zihnimizi politik, ekonomik, sosyal her nevi biçimlendirme girişiminden koruyarak meseleleri tarafsız, önyargısız ve makul yargılamayı başarabiliriz. Ve aynı zamanda ancak ona karşı her daim uyanık olarak ve onun tekniklerini öğrenerek propagandaya karşı bağışıklığımızı güçlendirebiliriz.