Chick Corea’dan bize kalan…

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

"Chick Corea ne kadar yenilikçi şeyler de yapsa bu yaptıklarının içinden müziğinin bir kısmında aynı zamanda Latin bir kültüre ait olduğunu, ya da o kültürden bir şeyleri yeni yaptığı müziğe taşıdığını hissedebiliyorsunuz. Müziğinde iki taraftan değişik yaşantılar ve üsluplar mı desek, incelikler, coşkular, kıymetler mi desek, hepsi birleşiyor, füzyona uğruyor."

(Ayşe Tütüncü'nün bu yazısı K24'ün internet sitesinden alınmıştır.)

İçli dışlı olduğum ilk Chick Corea eserleri Armando's Rhumba ve Love Castle idi galiba… Önce dinleyip severek sonra da kulaktan çalmasını öğrenip çalışarak onlarla hemhal olduğumu hatırlıyorum.

Küçükken yedi yaşlarında konservatuardayken ilk Bartok ödevimi aldığımda merakla koşturarak eve gidip piyano başına oturmuştum ve onun müziğine derhal ısınmıştım; Bartok’ta bana, bize çok yakın düşen şeyler vardı. Hem o sırada piyanoda öğrendiğim, radyodan dinlediğim klasik Batı müziği eserlerinin havası vardı, hem de bir nevi türkü gibiydi, mırıldanabileceğiniz nağmeli melodileri vardı. Bu hissettiklerim Bartok’un piyano için yazmış olduğu Çocuk Şarkıları ile ilgili. Üstelik çocuklar için olması nedeniyle çok basit ve saf, kısa melodiler geçiyordu içinde, ama sonra o saf melodilerin başına öyle şeyler geliyordu ki, izlemesi ve peşinden koşması çok heyecan vericiydi. Genellikle o yaşlarda olan etrafımdaki çocuklarda durum şöyleydi, Bartok’u ya çok seviyorlardı ya da hiç çalmak istemiyorlardı. Nitekim sonraları öğrencilerimde de aynı şeyi izledim. Ben Bartok seven çocuklardandım, sonraki yıllarda da Bartok’u hep çok sevdim. Onu sevmek demek "tanıdık müziklerin tanımadık hallere bürünüşünü, ani değişimleri, sürprizleri, ritmik oyunları, hiçbir şeyin yandım Allah otomatiğe bağlanmayışını, dinlerken de neredeyse çalarkenki kadar aktif olmayı sevmek" demekti. Bu kanıma girmişti bir kere, Bartok’un müziğiyle getirdiği bütün bu kıymetleri sevip hazneme aldım, almışım.

Çocukken düşünüp de bu şekilde adlandıramıyordum belki ama şimdi görüyorum ki Bartok’ta iki yaka bir araya geliyordu, müzikte Doğu usülü ve Batı usülü, ya da Doğu üslubu ve Batı üslubu, ya da ahengi diyebileceğimiz şeyler Bartok’ta birarada yaşayabiliyordu. "İki yaka"ya şunları da ekleyebilirim: otantik olan ile modern olan, geçmiş zamandan gelen ile şimdiki zamanda üreyen, kuzeyin müzikleri ile güneyin müzikleri…

Küçüklüğümde böyle bir müzikal beslenmeyi ve süreci yaşamış bir müzisyen olarak yıllar geçtikten sonra fark ettim ki, müzikte bestecinin tarzı ne olursa olsun, hangi tür müzik yapıyorsa yapsın –klasik müzik, caz veya rok veya…– geldiği / yaşadığı yeri ve kültürü belli ediyorsa bu çok hoşuma gidiyordu. Herhalde bunu ilk Bartok’ta tecrübe etmiştim. Sonra fark ettim ki Grieg de böyleydi. Astor Piazzola’da da durum buydu ve işte Chick Core’da da. Chick Corea ne kadar yenilikçi şeyler de yapsa bu yaptıklarının içinden müziğinin bir kısmında aynı zamanda Latin bir kültüre ait olduğunu, ya da o kültürden bir şeyleri yeni yaptığı müziğe taşıdığını hissedebiliyordunuz.

Bütün caz piyanistleri bu yoldan gitmiyor. Örneğin Keith Jarreth de benim için bir okul oldu, onu dinlemeyi, öğrenmeyi de çok sevdim, ama onun çalışında geldiği kültürü ayırt edebiliyor değilim, ya da belki ben bir müziğin içindeki Latin damarını daha net ayırt ediyorumdur… Bill Evans, Herbie Hancock, Shirley Horn, Richie Beirach, Lennie Tristano, Lynne Arriale, hepsi çok önem vererek sevdiğim ve değişik nedenlerle örnek aldığım, çalışlarını can kulağıyla tekrar tekrar dinlemiş olduğım piyanistler, hepsinin yeri ayrı, insan her “sevgili insanı” ayrı seviyor... Daha sonra sevdiğim iki piyanist daha geliyor aklıma geldiği yeri, kültürü belli eden, Bojan Z (Zulfikarpasiç), ki onun çalışı için de hem % 100 caz ve hem de % 100 Balkanlar diyebilirim. Ve Mikhail Alperin, Ukrayna’da doğmuş ve oraların atmosferini hissediyorsunuz çalarken. Bir de besteci Avniye Nazife Aral Güran var, 1921 - 1993 yılları arasında yaşamış ve piyano eserleri de vermiş olan, onun da iki eserini dinlerken "İstanbul ve Anadolu kültürü-bilir" bir müziği olduğunu fark ettim.

Kısaca Bartok ve Chick Corea'da sözünü ettiğim bu tür eserlerde iki taraftan değişik yaşantılar ve üsluplar mı desek, incelikler, coşkular, kıymetler mi desek, hepsi birleşiyor, füzyona uğruyor. Gerçi bana kalırsa her müzik, ya da üreyen her şey illaki bir füzyondur, bir'den çok şey bir araya gelmiştir ki "o şey" ortaya çıkmıştır, ama füzyonların derinliği, büyüklüğü değişir, o nedenle de görünürlüğü, hissedilirliği değişir. Kimi sanatçıların bazı işlerinde füzyon çok görünür hale gelir, kimilerinde gelmez.

Chick Corea'nın müziğinden bahsederken söylenecek çeşitli şeyler ve ele alınması gereken değişik müzikal durakları var, başka başka noktalardan bakarak değerlendirilebilir. Miles Davis ile çalışmalarından sonra kurduğu ilk iki grubu Circle ve Return to Forever ve sonra gelen Electric Band ve Acoustic Band’leri, tarz olarak "free caz" ya da "avant garde caz", "caz füzyon", tek piyano çaldığı Solo Piyano Emprovizasyonları ve Çocuk Şarkıları (ki bunların nota kitabı da var), geleneksel caz üçlüsü soundu ve her daim süren Düet çalışmaları ile daha başka geniş işbirlikleri...

Bense bu çerçeveden değil de, haberi alır almaz öncelikle bende bıraktığı en derin izden söz etmek istedim. Corea’nın aramızdan ayrıldığını okuyunca hem çok şaşırdım (sanki o hep yaşayacaktı…) hem de içim cız etti, “artık onu dinleyemeyeceğiz, artık onun yeni bir bestesi de olmayacak” diye. Ama aslında bir yandan da onun şimdiye kadar üretkenliğiyle yaptıklarının hepsini ince ince dinlemeye kalksak, ayrıca bütün sevdiğimiz ve örnek aldıklarımız başka sanatkârların işlerini de hiç kaçırmadan izleyip her biriyle hemhal olmaya kalksak herhalde bizim ömrümüz vefa etmez. Çünkü sevdiğiniz birinin bir eseriyle veya herhangi bir şeyiyle kurduğunuz ilişki çabucak geçip biten, kısa sürede tüketebileceğimiz bir yaşantı olmuyor, malûm. Hele de birileriyle önce sanatsal, fikirsel bir ilişki, sonra da giderek derinden bir bağ kuruyorsak bu kuşatıcı bir süreç oluyor ve incelikle harcanan büyük bir emek sonucu ortaya çıkıyor.

Şöyle hissediyorum: Sanki bir insan hayatı boyunca bir kutuya bir şeyler dolduruyor, ara ara o kutuyu açıp bakıp "ben ne koymuşum buraya bakiym!?" diyerek bir şeyleri atıyor, eliyor, saklamak istediklerini saklıyor, giderek dola boşala, dola boşala o kutu eninde sonunda doluyor ve günü geldiğinde de kapağı kapanıyor; o artık bir hazinedir. Kişinin yaşadığı sürece kendi haznesine aldığı, elediği, damıttığı paha biçilmez ve ona özel kıymetlerle dolu bir hazine. Sonra o kişi günü geldiğinde o kutuyu dünyamıza bırakıp gidiyor, "artık ona sizler iyi bakın" dercesine. Sonra birilerimiz çıkıyor, hayatının başında olan, kutu onun ilgisini çekiyor, yanına varıp önce kurdelesini çözüyor, belki çekinerek kapağını açıyor ve içindekileri bir bir çıkarıp ışığa tutup tutup bakıyor, hayran hayran seyrediyor. "Acaba ben de buna benzer bir şey yapabilir miyim?" diye soruyor, belki de "bundan benim de olsun mu?" diyor, sonra giderek bu istek "benim de olsun ama şuraları farklı olsun"a doğru değişmeye başlıyor. Demek ki artık bu kişinin de haznesi yavaş yavaş oluşmaya, gelişmeye, dolmaya başlıyor o’na özel bir tarzda; taa ki…

Evet, böyle böyle birinden ötekine geçen bir bayrak yarışı misali yaşayanlarımız daha sonra yaşayacak olanlarımıza kutusunu bırakıyor, kime ve nerede olduğunu bilemese de teslim ediyor, o kutuyla beraber o kutuda yer alan hedefleri, arzuları ve hayalleri de… Kutuyu bulan, teslim alan, içindeki hazineden başı dönerek, büyülenerek kutudakilerin şifresini çözüp onların ve hayranlıkla izlediği o insanın yapmayı istemiş olduklarının sırrına ermeye çalışıyor, şifreyi çözsün ki hazinenin parçalarıyla konuşabilsin. Bütün şifreler çözülemiyor belki ama şifreyi çözmeye çalışmak bu emeği sarf edene yavaş yavaş kendi yolunu bulduruyor.

Bize teslim ettiğin hazine için teşekkürler Chick Corea ve senin nezdinde bize eserlerini emanet eden nice “sevgili herkes”e de… Devri daim olsun!