Amerika'nın kanlı toprakları

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Politikanın merkezi dağılıp giderken, halkın öfkeden kudurmuş, kutuplaştırılmış kesimleri hızla birleşip bütünleşiyor.

(Chris Hedges'ın Sheerpost'ta 8 Eylül 2020 tarihinde yayınlanan bu yazısı Ömer Madra tarafından Türkçeleştirilmiştir.)

Yakında Amerika Birleşik Devletleri’ni boydan boya saracak olan şiddet salgınını tutuşturacak çıralar uğursuz bir şekilde dört bir yanımıza istiflenmiş duruyor. İçine battıkları ekonomik ve sosyal sefalet batağından hiçbir çıkış yolu göremeyen, duygusal bir boşluk içinde bocalayan, haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca beyaz Amerikalı, çürümüş, yoz bir yönetici sınıfa, durgunluğa batmış siyasi hayatı ve o tuhaf-ötesi toplumsal eşitsizliğin yükselişini yönlendiren müflis liberal seçkinlere karşı öfkeden kuduruyor. Aynı şekilde ekonomiden dışlanmış, ilerleme ya da toplumla bütünleşme konusunda gerçekçi bir umudu kalmamış, ötekilerle aynı duygusal boşluğun içine düşmüş milyonlarca genç erkek ve genç kadın da anti faşizm adına yönetim yapılarını yerle bir etme konusunda hiddet ve öfkelerini dizginlemekte. Politikanın merkezi dağılıp giderken, halkın öfkeden kudurmuş, kutuplaştırılmış kesimleri hızla birleşip bütünleşiyor. Bu kesimler, askerî silahlarla dolup taşan, COVİD-19 pandemi kriziyle ve onun sonuçlarıyla baş edemeyen, yurt içi işgal güçleri ve neofaşistlerin fiilî müttefikleri olarak işlev gören askerî polis güçlerinin lanetine uğramış ABD’yi paramparça etmek üzere alesta bekliyorlar.

Böylesi çıra yığınlarını tutuşturan kıvılcım, çoğunlukla “şehitlik”tir. Patriot Prayer (Yurtsever Duası) adını taşıyan sağ kanat grubun destekçilerinden Aaron “Jay” Danielson, 29 Ağustos’ta Portland sokaklarında iddialara göre bir antifa destekçisi olan Michael Forest Reinoehl tarafından vurularak öldürüldüğü sırada üzerinde kılıfı içinde dolu bir Glock tabanca, ayılara sıkılan spray ve uzayabilen bir çelik cop taşımaktaydı. Vurulma olayının ardından, kalabalığın içinden bir kadının “bir kahrolası faşistin bu gece ölmesi beni üzmüyor” diye bağırdığı duyulabiliyordu. Perşembe günü de Reinoehl, iddialara göre elinde bir tabanca varken, Washington eyaletinde federal polis memurları tarafından vurularak öldürüldü.

İnsanlar bir kez dava uğruna feda edilmeye başlandı mı, radikal solun ya da radikal sağın demagogları (yani halk avcıları) hiç vakit kaybetmeden harekete geçerler ve öz savunmanın şiddeti zorunlu kıldığını, zafer kazanmak için de şiddetin önşart olduğunu inatla öne sürmekte gecikmezler.

Şiddet bir uyuşturucudur. Duygusal boşluğu doldurur. Güçsüzlere adeta tanrısal bir “kaadir-i mutlak”lık duygusu verir. Topluma yabancılaşmış olan insanlara bir yoldaşlık ve aidiyet hissi aşılar. Toplumdan dışlanmış, aşağılanmış ve ondan dolayı reddedilmişlikten dolayı felce uğramış olanlara bir anlam ve daha yüce bir amaca hizmet etme duygusu kazandırır. Bir zamanlar onların hayatlarını belirleyen çaresizlik duygusunu yok eder, onun yerine mest edici bir kendini önemseme ve kendine hayran olma duygusunu, kendisinin dışında var olma halini geçirir. Dünya birdenbire “onlarla biz”, karanlığın güçleriyle aydınlığın güçleri arasında Manihaist bir savaş alanı halini alır.

Orta Amerika’da, Afrika’da, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da yirmi yıl muhabirlik yaptıktan sonra savaş kültürü üzerine bir tefekkür çabası olarak Savaş Bize Anlam Veren Bir Güçtür(War is a Force that Gives Us Meaning) adlı kitabı yazdığımda, bu konuda samimiydim. Bu karanlık iksirin başka çözülen toplumlarda nasıl işlediğini gözlemlemiştim. Şiddetin meydana çıkarttığı o furyayı, bir çeteyi ya da silahlı birliği, insanları bile yok ettiğinde pençesine alan o baskın ihtirası, bütün kişisel ahlak kurallarını ve şiddetin o yabanıl sarhoşluğu uğruna kişisel sorumluluğu askıya almanın sarhoş edici cazibesini de fazlasıyla yakından gözlemiştim. Bu, empati yokluğudur ve belki de kötülüğün en iyi tanımıdır.

Şiddet iletişimin öncelikli biçimi haline bir kere gelmeye görsün, sol ve sağ sözcükleri anlamını yitirir. Bunlar ölüm tarikatlarıdır. Ölümü kutsar, ölüme tapınırlar. Şehitler düşmanların katledilmesini haklı çıkarırlar: Anlayış, uzlaşma ve şiddetsizlik çağrısında bulunanların o tiksinç sesleri de bu düşmanlara dahildir. Düşmanın – ki davayı bütünüyle ve kayıtsız şartsız desteklemeyenlerin tümü düşman tanımına dahildir – topyekûn imhası dışında bir seçenek önermek dönekliktir; mürtedliktir. Bu diyara hükmedenler, ölülerdir. Ölenlerin intikam talep eden, yeni kahramanlar ve yeni şehitler talep eden haykırışları ta mezarlığın ötesinden işitilir. Dava uğrunda toprağa düşenlerin hatırlanması için de hiç durmadan yeni eylemler düzenlenir.

Bu ölüm tarikatı, ordu içindeki savaşan birliklerin de ayrılmaz bir parçasıdır. Silahlı Devriye olmak için Georgia’da Fort Benning karargâhında verilen 8 haftalık Silahlı Devriye Seçme ve Yerleştirme kursuna katılanlar Silahlı Devriye eri olmak için, savaşta toprağa düşmüş olanlar arasından bir “Semadaki Devriye” seçmek zorundadırlar. Acemi erler Pat Tillman’ı seçmemeleri konusunda uyarıldıkları gibi, bu ölü Devriyenin askere alınmadan önceki kişisel hayatını ve askerlik kariyerinin ayrıntılarını bilmekle de yükümlüdür. Bu bilgileri bir kâğıt parçası üzerine yazılmış olarak daima yanlarında taşımakla da yükümlüdürler. Bu teftişe tabi bir belgedir. Toplumsal bilinmezlik kuyusunun derinliklerinden kendilerini çekip çıkartmayı ve kahramanlar olarak kutsanmayı arzulayan idealistler, ister Silahlı Devriye, isterse şiddet kullanan milisler olsunlar, gönüllü kurbanlar statüsüne ulaşırlar. Ne var ki, ölümlerin sayısı arttıkça, bir zamanlar çok kıymetli ve mühim olan bu şehitler zamanla meçhul, isimsiz cesetler yığını içinde yitip giderler.

Nazi Partisi 1930’da birincil şehidini 19 yaşındaki kahverengi gömlekli Horst Wessel’in kimliğinde bulmuştu. Wessel Komünistlere, özellikle de Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği (RFB) adlı rakip Komünist milis teşkilatındaki komünistlere saldıran Nazi paramiliter grup kollarından birine komuta ediyordu. Wessel’i vurup öldüren, Albrecht “Ali” Höhler adlı bir Komünist militan ve adi suçluydu. Kendisi de daha sonra Komünist ev sahibesinin Partiye şikâyeti üzerine Naziler tarafından katledildi. Wessel, ânında “Üçüncü Reich şehidi” ilan edildi. Horst Wessel şarkısı Nazi Partisi’nin resmî marşı haline geldi. Faşistlerle Komünistlerin karşılıklı şiddeti, her iki taraftan artan sayıda ölümlerle, 1930’ların ilk yıllarında Weimar Almanyası sokaklarında bir yangın şeklinde patlak verdi. Büyük kısmını faşistlerin başını çektiği kargaşa, nihayetinde Alman halkını tüketti ve onu sağcıların ve faşistlerin “kanun ve nizam” tesis etme vaadlerine yatkın hale getirdi.

Şehadet kavramı eski Yugoslavya’da savaşın patlak vermesinde de merkezî önemde bir rol oynadı. 1 Mart 1992’de Saraybosna’da Bosnalı Sırpların bir düğün töreni Ramiz Delaliç adlı birinin saldırısına uğradı. Çelo (yani kel) lakabıyla bilinen bir Müslüman olan Delaliç, azılı bir suçluydu. Saldırıda damadın babası Nikola Gardoviç öldürüldü. Bir Sırp Ortodoks rahip de yaralandı. Gardoviç’in vurulması, tıpkı Wessel’inki gibi bir kan davası haline getirilmek üzere Sırp milliyetçileri tarafından körüklenerek kullanıldı. Cinayeti Sırpların bütün şehirde silahlı barikatlar, yollara da bariyerler kurmaları izledi. Bunlar da kısa süre sonra bir savaşa dönüşüverdi ve Bosna Hersek’in büyük kısmı yakılıp yıkıldı, 2 milyon 200 bin insan yerini yurdunu, en az 100 bin kişi de hayatını kaybetti.

Gazze’de de birçok kez Filistinli şehitlerin cenaze merasimine tanık oldum. Bu törenler militanlar ve intihar bombacıları için yeni asker devşirme törenlerinin pek ötesine geçmiyordu. Cenaze merasiminin arka kısmında jeneratörlü bir kamyon bulunuyor, baş kısmında ise taksi üzerine yerleştirilmiş dev hoparlörlerden avaz avaz Kur’andan ayetler okunuyor, bir yandan da sloganlar atılarak kahramanlar Filistin için çarpışıp şehit olmaya çağırılıyordu. Kamyonun ardından koşan delikanlılar vardı. Cenaze tören kafilesi mülteci kamplarının tozlu, daracık sokaklarından yavaş yavaş geçiyor, beton yığını barakaların önünden ilerliyordu; duvarlar en son şehidin resimleri ya da geçmişteki saldırıları betimleyen duvar resimleri ile bezenmiş oluyordu. Mesela bir duvara, üstünde İsrail bayrağındaki Davud’un Yıldızı’nı taşıyan bir otobüsün, müthiş bir infilakla yanıp kül olduğu resmedilmişti. Otobüs resminin altında Arap harfleriyle “İçindekilerin Gözyaşına Bakmayın!” yazılıydı. “Havaya Uçurun, Vurun Onu!”

“Herkesin içine tehdit altında olduğu duygusunu salan, işte o ilk ölümdür.” Kendisi de Nazi zulmünden kaçan bir Bulgar mültecisi olan Elias Canetti, “Kitle ve İktidar”kitabında böyle yazıyor. Ve devam ediyor:

“Savaşların patlak vermesinde ilk ölen o adamın oynadığı rolü abartmak imkânsızdır. Savaş ateşini tutuşturmak isteyen yöneticiler, bir ilk kurban bulmaları ya da icat etmeleri gerektiğini çok iyi bilirler. O adamın özellikle önemli biri olması şart değildir, hatta hiç tanınmamış, duyulmamış biri de olabilir. Ölmesi dışında hiçbir şeyin önemi yoktur; bu ölümden düşmanın sorumlu olduğuna inanılması şarttır. Ölümüne yol açmış olabilecek diğer tüm sebepler örtbas edilir – biri hariç: ölenin, kendisinin de ait olduğu grubun üyesi olduğu.”

Artık her yanımızda çakıp duran kırmızı uyarı ışıkları var. Joe Biden ve Demokrat Parti, toplumsal bağların yeniden kurulması ya da on milyonlarca Amerikalı’nın çektiği sosyal eşitsizlik ya da haklarından yoksun olmaları, evlerinden atılacak veya iflas edecek olmaları gibi toplumun çöküşünü tetikleyen olgulara çare bulma konusunda pek az şey yapacaktır. Donald Trump ve Cumhuriyetçi Parti, iktidarı ellerinden kaçırmamak için, FOX News gibi medya kuruluşları ile birlikte şiddet alevlerini körüklemekte, aşırı sağcı çeteleri kışkırtarak gaddar bir polis devletine giden yolu açmaya çalışmaktalar.

Silahlı çatışmalarda olgular ve hakikat artık herhangi bir önem taşımıyor. Söylenen yalanlar, eğer davayı ilerletmek adına kullanılmaktalarsa, haklı sayılıyorlar. Hakikatse, eğer davaya zarar verecekse, kâfirlik sayılıyor. Eğer kendi tarafınız bir mezalime girişiyorsa bu, düşman tarafın işlediği gerçek ya da hayalî bir mezalimle haklı çıkartılıyor. Amaç daima aracı haklı çıkarıyor. Ahlak evreni sürgüne gönderilmiş, yerini de kendine hizmetle görevli yalancı bir ahlak anlayışına bırakmış durumda.

“Başlangıcında savaş, aşk gibi görünür ve öyle hissedilir.”  Savaş Bize Anlam Veren Bir Güçtür kitabımda böyle yazmıştım.  Ve şöyle devam etmiştim: “Ama aşk ve sevginin aksine savaş, karşılıklı değildir; karşılığında, bütün uyuşturucular gibi. insanın kendisini yıkıma götüren yolun üzerinde gittikçe derinleşen bir bağımlılık dışında hiçbir şey vermez. Savaş hiçbir şeyi doğrulamaz ama üzerimize gittikçe büyüyen talepler yıkar. Dışımızdaki dünyayı öylesine berhava eder ki artık savaşın pençesi dışında yaşamak neredeyse imkânsız hale gelir. Herhangi bir şeyden heyecan duymak için, ondan gitgide daha yüksek dozlar almak gerekir. Ve nihayet, insan, sadece o uyuşuk hali sürüp gitsin diye durmadan savaşı içine çekmek zorunda kalır. Dışımızdaki dünya, Freud’un yazdığı gibi tekinsiz hale gelir. Aşina olduğumuz, tanıdık şeyler, tuhaf biçimde yabancılaşır – savaşa gidenlerin pek çoğu eve döndüklerinde bu yabancılaşmayla karşılaşır. Bir zamanlar anladığımız ve dönmeyi arzuladığımız o dünya önümüzde öylece durmaktadır: Yabancı, tuhaf, ve kavrama yetimizin hepten dışında.”