AB rakamlarla oynayıp geleceğimizi çalıyor

-
Aa
+
a
a
a

“Paris Anlaşması ile uyum halinde olmadığımızı biliyoruz, aksini hiçbir zaman söylemedik zaten. Ama artık insanları yavaş yavaş yanımıza çekmeye başlamalıyız.”

(Bu mektup ilk olarak Medium'da İngilizce olarak yayınlanmıştır.)

Biz dördümüz, son iki yılda pek çok dünya lideriyle tanıştık. Onların, kameralarla mikrofonlar kapalıyken söyledikleri bazı şeyleri duysanız herhalde aklınız durur. Bu konuda pek çok makale yazabilirdik.

Ve inanın – yazacağız da.

İnsanlığın şu anda yüz yüze olduğu en büyük tehdit, iklim konusunda gerçekten yeterli adımların atılmakta olduğu, işlerin yolunda gittiği inancıdır. Oysa gerçekte öyle değil. Hiç değil. “Doğru yönde küçük küçük adımlar atma” zamanı çoktan geçti; ne var ki liderlerimiz –en iyimser hesapla– bunu sağlamaya çalışıyorlar. Yani kelimenin tam anlamıyla, gözlerimizin önünde geleceğimizi bizden çalıyorlar.

AB için önerilen, CO2 emisyonlarını 2030'a kadar %55, %60, hatta %65 azaltma hedefleri, Paris Anlaşması’nın küresel sıcaklık artışını 1,5°C'nin altında, hatta “2°C'nin iyice altında” tutma hedefine uygun düşmenin çok uzağındadır. 

Demokrasimiz bütünüyle yurttaşların kendilerini ilgilendiren konular hakkında bilgilendirilmesine dayanır; iklim aciliyeti hakkında bilgi paylaşımının, layıkıyla yapılmıyor olması ise – en hafif tabiriyle– hayli rahatsız edici.  İklim acil durumunun insanlığın geleceğini belirleyeceği gözönüne alındığında, bu büsbütün böyle. Dolayısıyla, biz de önerilen bu hedeflerin işe yaramaktan çok uzak olduğunu gösteren bazı temel noktaları sizler için derledik. Lütfen bunların herkese ulaşmasına yardımcı olun.

  • • Avrupa Birliği içinde önerilen azaltım hedefleri, 1990 yılı temel alınarak sunulmuştur. AB zaten – son 30 yıldaki çok yavaş tempolu emisyon azaltımını takip eden süreçte – bölgesel emisyonlarını yaklaşık %23 azalttığından, bu, AB Komisyonu tarafından açıklanan %55'lik azaltma hedefinin aslında 1990'lardan 2030'a kadar %55 eksi %23'lük bir azalmaya karşılık geldiği anlamını taşıyor. Günümüz seviyelerine dayanarak, salımlarımızda aslında takriben %42’lik bir azaltma hedefi olduğu söylenebilir. Ve bu, hedefe ulaşma azminden apaçık bir azaltma yapılmış olduğunu da gösteriyor. Dahası, AB’nin 1990'dan bu yana yaşanan salım azaltımı – büyük ölçüde – fabrikalarımızı dünyanın başka taraflarına taşımış olmamızdan kaynaklanıyor. Örnek olarak İsveç'e bakmakta fayda var. Tüketim endeksi verilerinin neyse ki yetkililer tarafından kamuya açık hale getirildiği İsveç’te CO2 salımları 1990'dan bu yana yaklaşık %27 oranında azaltılmış. Ancak, toplam tüketim endeksini (yani ülke dışında üretilmiş ithal mallarını) da ekler ve ayrıca (bildirilen resmi uluslararası hesaplamalara hiçbir zaman dahil edilmeyen) uluslararası havacılık ve deniz nakliyatını da bunlara dahil edersek, bu üç unsurdan kaynaklanan salım artışlarının İsveç ülke sınırları içerisinde gerçekleştirilmiş TÜM salım azaltımını telafi ettiğini görürüz. Yani, aslında İsveç de CO2 salımlarını hiç azaltmamış. Gerçekte yaptıkları şu; ya başka ülkelere ihraç etmişler ya da kurnazca yürüttükleri CO2 hesapları ile bizden gizlemişler: Avrupa’da ve hatta dünya genelinde sıklıkla başvurulan bir yöntemden bahsediyoruz. Temel mesele şu: AB liderleri 2030 yılına kadar, 1990 seviyelerine kıyasla %55'lik bir emisyon azaltma sözü verdiklerinde, o andan, yani işin başından itibaren dürüstçe ortaya çıkmalılar, bunun 2018 seviyesinden sadece %42'lik bir azaltıma karşılık geleceğini bildirmeliler.Ve tabii ki, Korona trajedisi nedeniyle yaşanan düşüşü de hesaba kattığımızda, gerçek azaltımların şu andaki seviyelerden çok daha düşük olduğunu da görebiliyoruz. Liderler ayrıca, bu hedefin AB’nin toplam emisyonlarının sadece bir kısmını kapsadığı konusunda da şeffaf olmalı — zira geri kalan kısım ithal ediliyor ve hesaba katılmıyor. Ki bunun sebebi de bir sonraki bölümde açıklanmıştır.
  • • Öngörülen azaltımlar ne uluslararası havacılığı, ne deniz nakliyatını, ne de – bir kez daha söylersek – AB dışında imal edilmiş malların tüketimini içerirler. Dolayısıyla, örneğin, dizüstü bilgisayarınız Çin'de imal edildiyse, ayakkabılarınız Endonezya'da, blucininiz Bangladeş'te, ceketiniz Hindistan'da, kahveniz Kenya'da, akıllı telefonunuz Güney Kore'de, bifteğiniz de Brezilya'da üretildiyse, o zaman bunların hiçbiri kayıtlarda AB içerisindeki salımlar olarak gösterilmez. Ve diyelim ki Köln'den Aachen'e kısa bir tren yolculuğu yaptınız, bundan kaynaklı emisyon miktarı da, Buenos Aires veya Bangkok'a gidiş geliş uçak yolculuğunun salımından daha büyük bir salım miktarı olarak AB sorumluluğuna kaydedilecektir. Ve bu, gelecekte yapılacak bir Sınır Karbon Ayarlaması (BCA: Border Carbon Adjustments) gibi muğlak bir öneriyle "çözülecek" bir sorun da değildir. AB’nin azaltım hedefleri ve istatistikleri AB’nin tüm emisyon hedefleri ve istatistikleri, AB’nin tüm emisyonlarını kapsamak zorundadır.
  • • Öngörülen azaltım hedefleri, Paris Anlaşması’nın küresel düzeyde işleyebilmesi için kesinlikle şart olan hakkaniyet boyutunu da kapsam dışında tutuyor. AB ülkeleri, dünyaya öncülük edeceklerine dair açıkça taahhütte bulundular: –çoğunu son iki yüzyıl içinde fosil yakıtları kullanarak– çoktan inşa etmiş olduğumuz altyapı tesislerinin birçoğunu kurmaları için düşük ve orta gelirli ülkelere de fırsat tanıyacaklarını beyan eden bir bildiriye imza attılar. Yollar, hastaneler, temiz içme suyu, okullar, elektrik vb’den söz ediyoruz. Eğer biz, söz verdiğimiz gibi emisyonların azaltılması yönünde liderlik etmez ve ilk adımı atanlar olmazsak, o zaman Çin ya da Hindistan gibi ülkelerin kendi üstlerine düşenleri yapmalarını nasıl bekleyebiliriz ki?
  • • Emisyonlarımızı 2030 yılına kadar yarı yarıya azaltma yönündeki rağbet gören fikir (2010’dan itibaren; AB'nin tercih ettiği şekliyle 1990 yılı değerlerinden değil), bize 1,5°C küresel sıcaklık artışının altında kalmak için yalnızca %50 şans veren bir karbon bütçesi hesaplamasına dayanıyor. Ne var ki, bu olasılıklar, doğal ekosistemlerin, okyanusların ve buz tabakalarının istikrarlı kaldığı, yani geri besleme döngülerini tetikleyip ısınmanın hızlanmasına yol açacak kritik eşiklerin aşılmayacağı varsayılarak ortaya konmuştur. Örneğin, kontrol edilemeyen yangınlarından kaynaklı emisyonlar, hastalık ya da kuraklık kaynaklı orman yokoluşları, deniz buzunun erip gitmesinden kaynaklanan albedo etkisi veya Kuzey Kutbu’nda hızla çözülen permafrosttan (donmuş toprak) salınan metan gazı bu hesaplamalara dahil edilmemiştir. Bu hesaplar, hâlihazırda devreye girmiş olan ve tek başına 0,5 ila 1,1°C'ye varan gizli bir ısınmadan sorumlu olduğu anlaşılan toksik hava kirliliğini de içermezler. Gelgelelim, geliştireceklerini hayal ettikleri ama henüz hayata geçirilme ihtimali bulunmayan müstakbel teknolojileri içerir, hatta bunlar sayesinde atmosferden olağanüstü miktarda CO2 emilebileceğine dair hayli mesnetsiz bir güven de içerir. Haliyle, bizim o “%50’lik şansımız” bile gerçekte bunun epeyce altındadır.

AB'nin emisyon azaltımı yol haritasında, “işler böyle gelmiş, böyle gider” savının en son örneğinde özetlendiği şekliyle, “net sıfır karbon”a giden yolda karbon yutaklarını hesaba dahil etmek gibi başka kaçamak noktaları da mevcut. Yani, örneğin orman varlığını, emisyonlarını azaltmamak için bir bahane olarak kullanabiliyorlar.

1997'den 2008'e kadar BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin salım azaltma çalışma grubuna eşbaşkanlık eden iklimbilimci Bert Metz, “Mevcut hedefler açısından ele alırsak, yutakların dahil edilmesiyle %55 hedefi fiilen %50'nin bile altında kalacak bir tasarıya dönüşür," diyor. Farkın %2 civarında olacağını öne sürenler de mevcut.

Yani, 1990 seviyelerinden yapılacak %55 eksi %23’lük azaltımdan bir de ithal malların tüketim değeri ile beraberinde uluslararası havacılığı ve denizcilik nakliyatını da çıkardığımızda, sonra bir de bu %2-5’lik bölümü eksilttiğimizde … doğrusu bu hesaplamaları yapmak için biraz aritmetik becerisi de gerekir – artık olayın boyutları hakkında genel bir fikre sahip olmalısınız. Mesele şu ki, kâğıt üzerinde %55, %60 veya %65 gibi görünen 2030 hedeflerinden bayağı büyük miktarda çıkarma işlemi yapmamız gerekiyor.

Hiç şüphe yok ki AB komisyonu, 1990 referansının "adil" olduğunu, "1990'ın AB’nin iklim hedefleri için daima baz yılı oluşturduğu" argümanlarını ileri sürecek, "AB ülkeleri emisyonlarını azaltmaya 30 yıl önce başladığı halde neden cezalandırılsınlar ki?" serzenişiyle karşımıza dikilecektir. Aslında bu sorunun yanıtı oldukça basit: İyi de, gerçekte o tarihte emisyonlarımızı azaltmaya başlamadık ki. Onları öylece AB dışına taşıyıverdik ve büyük kısmını da resmi rakamların dışında bırakıverdik.

Elbette bazı ülkelerle bölgelerin özel muameleye tabi tutulması gerektiği fikri de şüphesiz tüm Paris Anlaşması sürecini ciddi şekilde tehlikeye sokacaktır.

İklim adaleti yoksa sosyal adaletten de bahsedilemez. Ve, emisyonlarımızın büyük bölümünü başka ülkelerin üstüne yığdığımızı, ucuz işgücünü ve kötü çalışma koşullarını sömürdüğümüzü, ayrıca fırsatı ganimet bilerek, zayıf çevre düzenlemelerinden de yararlandığımızı kabullenmediğimiz sürece iklim adaletinin sağlanabilmesi de mümkün değildir.

Çünkü iklim krizinden en az sorumlu olanlar, onun sonuçlarından en çok etkilenenler olmakla kalmıyor, satın aldığımız nesneleri onlar ürettiklerinden, üstüne üstlük, şimdi kendi emisyonlarımızın suçunu da onların üstüne yıkmaya koyulduk. 

CO2 emisyonlarının azaltılması yönünde atılan her adımı büyük memnuniyetle karşılıyor olsak da, AB Komisyonu’nun ve Avrupa Parlamentosu’nun taahhütleri, yeterli olmanın çok çok uzağında. Buna rağmen, bu konuda bir tartışmanın kırıntısına bile rastlamıyoruz. Pek yakında geri dönülmez noktaya gelecek bir iklim faciasından kaçınabilmek için azıcık bir şansımız olsun istiyorsak bu gidişata acilen dur demeliyiz. 

Liderlerimiz, bizi bu pisliğin içine sürükleyen aldatmaca taktiklerine dayalı sözümona “taahhütler”i inşa ederken bir yandan da yeni kaçamaklar yaratmak yerine iklim acil durumu ile yüzleşmek zorundalar. 

Açık konuşalım. Öne sürülen tüm bu hedefler ve taahhütlerin vardığı nokta, büyük ihtimalle, Paris Sözleşmesi’ni yürürlüğe koymak için geriye kalan tek çıkış yolunu yitirmemize yol açacak. Başlangıç ​​olarak esas ihtiyacımız olan şey, yıllık bağlayıcı karbon bütçelerini mevcut en iyi bilimsel çalışmalara dayandırarak hayata geçirmek, iklim ve çevre krizini, ona gerçek bir kriz gibi davranmadan çözebilirmişiz gibi rol yapmayı bırakmak. Daha önce yazdığımız açık mektupta anlattığımız gibi:

Fosil yakıt kaynaklı küresel CO2 emisyonlarımızın yaklaşık üçte biri 2005'ten sonra salındı. Yüzde elliden fazlası ise 1990'dan bu yana meydana geldi. Yıllık salımlarımız artık o kadar yüksek ki, “işler böyle gelmiş, böyle gider” diyerek devam ettiğimiz her bir yıl, bizden sonraki tüm nesillerin gelecekteki yaşam koşullarına çok daha büyük bir darbe indirecek, günümüzde krizden en çok etkilenen bölgelerde yaşayan toplumlar için ise başedilemez bir tehdit doğuracağız. Bunun sorumluları, şimdiki liderlerimizdir. Bu krizi tartışmayı, uyarmayı ve iletmeyi sadece bilim insanlarına, STKlara ve aktivistlere bırakırsak çuvallarız.

İki yılı aşkın bir süredir aynı mesajı tekrarlıyoruz: Bilimi dinleyin, bilime göre hareket edin. Ama, şurası açık ki bu mesaj yerine ulaştırılamıyor. Bilimi görmezden gelmeye devam ediyorlar.

En çok etkilenen bölgelerde en çok etkilenen insanların adalet ihtiyacı sistemli olarak inkâr ediliyor.

İklim acil durumu üzerindeki kontrolümüz hızla ellerimizden kayıp gidiyor. Eğer bu krizi aşabilmek için bir şansımız olacaksa, o zaman onu ana odak noktamız olarak görmek zorundayız. Bu bakış açısı haberlere, siyasete ve nihayetinde tüm topluma hâkim olmalı. Hemen bugünden itibaren!

 

Bu metin 5 Ekim’de güncellenmiştir.

Çeviri: TN (Marksist.org)

Çeviri editörü: Ömer Madra