Haftanın Kitabı // Edebiyatın Yürüyüşçüleri

-
Aa
+
a
a
a

Werner Herzog, 23 Kasım’da başlayıp 14 Aralık 1974’te sona eren üç haftalık kış yürüyüşü boyunca notlar tutar. Aslında yayımlamak gibi bir düşüncesi yoktur, ama dört yıl sonra küçük not defterini eline yeniden alınca beklenmedik bir hisse kapılır ve bu metni tanımadığı kişilere gösterme arzusu, yabancı gözlere kapıyı ardına kadar açmanın dehşetine ve çekinliğine baskın gelir.

Yürümek mevzubahis olunca, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ının akla gelmemesi pek mümkün değil. Şehrin sokaklarında, kalabalıklar arasında etrafına pürdikkat kesilmiş “aylak adam” C.’nin peşine takılıp, bize biraz daha yakın tarihlere doğru ilerlediğimizde de Ayhan Geçgin’in karakterleriyle karşılaşıyoruz. 2003 tarihli ilk romanı “Kenarda”dan başlayarak, “Gençlik Düşü” ve “Son Adım”dan geçip, geçen yıl yayımlanan “Uzun Yürüyüş” isimli dördüncü romanına dek... Oradan oraya “savrulan” karakterlerine benzer şekilde, yalnız başına yaptığı –gerçekten– uzun yürüyüşleriyle de bilinen yazar Robert Walser’in, 25 Aralık 1956’da, tam da yaptığı bir yürüyüş esnasında geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrenmek de hiç kuşkusuz oldukça etkileyici.

Flâneurlerin, aylakların, gezginlerin, sokaktakilerin ya da vahşi doğadakilerin kaldırımdaki/patikadaki/kardaki ayak izlerini takip ettiğimiz hikâyeler yalnızca bunlarla sınırlı değil elbette. Ya da yalnızca tek bir güdü yok yola koyulmanın ardında. İşte bu noktada da David le Breton’un, yürümenin birçok yoluna açan deneme kitabı “Yürümeye Övgü” geliyor akla: “Yürüyüş dünyaya açılmadır. İnsanı mutlu yaşam duyguları içinde yeniden oluşturur. Tam bir duyumsallık isteyen derin düşünmenin etkin bir biçimine sokar insanı. İnsan bazen yürüyüşten değişmiş olarak döner ve çağdaş yaşamlarımızda ağır basan ivediliğe boyun eğmekten çok, zamanın keyfini çıkarmaya eğilimli hisseder. Yürümek geçici ya da kalıcı olarak bedenle yaşamaktır. Ormanlarda, yollarda ya da patikalarda yürümek dünyanın düzensizlikleri karşısında gittikçe artan sorumluluklarımızdan uzaklaştırmaz bizi, soluklanmamızı, duyularımızı keskinleştirmemizi, meraklarımızı yenilememizi sağlar. Yürüyüş çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeçtir.” (çev. İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, 2003)

David le Breton “Yürümeye Övgü” kitabında Thoreau, Kazancakis, Stevenson, Rimbaud, Rousseau, Kierkegaard, Nietzsche gibi isimleri de yanına katarak yürüyüş zevki, yürüyüş ritimleri, yürüyüşün tinsellikleri gibi konuları eşeliyor... Kitap boyunca birkaç kere, özellikle altı çizilen dikkat çekici husus ise, gezintinin entelektüel etkinlik üzerindeki olumlu etkisi. Duyuları ve zihni canlandırması. Örneğin Kierkegaard’ın bir mektubundan şu cümleler alıntılanmış: “Ben en verimli şekilde ancak yürürken düşünebiliyorum ve yürüyüşün uzaklaştıramayacağı hiçbir saplantının olabileceğini düşünemiyorum.” Nietzsche’nin “Şen Bilim”inden de şu aforizma hatırlatılmış: “Sadece elimle yazmıyorum; ayağım da katılmak istiyor bu etkinliğe her zaman. Yiğit, özgür ve güçlü bir tavır içinde oynuyor rolünü... bazen tarlalarda, bazen kâğıt üstünde.” Burada, koşuya olan düşkünlüğü de bilinen Haruki Murakami’den de bahsetmek gerekir. Murakami de, düzenli olarak koşması ile düzenli olarak yazması arasındaki bağlantı için şöyle diyordu “Koşmasaydım Yazamazdım” isimli kitabında: “Roman yazmak konusunda bildiklerimin çoğunu yollarda, sabahın erken saatlerinde koşarak öğrendim.”

David le Breton’un radarına takılan isimlerden biri de, ünlü Alman yönetmen Werner Herzog. “Kasım 1974’te, Paris’te Lotte Eisner ağır durumda hastaneye kaldırılır. Kendisi sinema tarihçisidir ve Alman sinemasıyla ilgili önemli yapıtlar kaleme almıştır. Durumunu öğrenen sinemacı Werner Herzog, dinsel bağlam dışında bir adak haccı geleneği uyarınca onun ölüm vaktinin henüz gelmediğine karar verir.” Werner Herzog’un verdiği karar, Münih’ten Paris’e yürümektir; Lotte Eisner’i ziyarete yürüyerek giderse onun ölmeyeceğine, iyileşeceğine dair çılgınca bir inançla ilk adımlarını bir cumartesi günü atmaya başlar. “Bir ceket, bir pusula ve gerekli malzemelerle dolu bir kamp çantası aldım. Çizmelerim o kadar sağlam ve yeniydi ki yüzümü kara çıkarmayacaklarına emindim.”

Werner Herzog, 23 Kasım’da başlayıp 14 Aralık 1974’te sona eren bu üç haftalık kış yürüyüşü boyunca notlar da tutar. Aslında yayımlamak gibi bir düşüncesi yoktur ama dört yıl sonra küçük not defterini eline yeniden alınca beklenmedik bir hisse kapılır ve bu metni tanımadığı kişilere gösterme arzusu, yabancı gözlere kapıyı ardına kadar açmanın dehşetine ve çekinliğine baskın gelir. İşte geçtiğimiz günlerde Türkçede de yayımlanan “Buzda Yürüyüş” kitabı, Werner Herzog’un bu benzersiz tecrübesi boyunca gün gün tuttuğu notları içeriyor; yalnızca bazı çok özel kısımlar çıkarılmış haliyle.

Werner Herzog, yolculuğu boyunca uğradığı durakları tek tek yazmış; dolayısıyla, bir harita üzerinde izlediği rotayı takip etmek mümkün. Teknolojinin imkânlarıyla hemen hesaplayabiliyoruz; yaklaşık 800 kilometrelik bir mesafe. Ancak böylesi bir bakış, “Buzda Yürüyüş”ün atmosferine oldukça aykırı elbette. Nasıl ki daha yolun eşiğinde, Münih’ten bile nasıl çıkacağını düşünmeden ya da mesela nerede uyuyacağı konusunu pek dert etmeden yola koyulduysa Werner Herzog; “Buzda Yürüyüş”ü okumaya da aynı şekilde başlamak gerekiyor sanırım. Bakış açısını değiştirerek...

Şöyle diyor Werner Herzog: “Arabamdan otoban üst geçitlerinde dikilip bakınan insanlar görüyordum bazen; şimdi ben onlardan biriyim.” Tarlaların güçlü kokusu, doğuya uçan kuzgunlar, traktörlerin bıraktığı izler, fırlatılıp atılmış eşyalar... Sadece yürüyen birinin görebileceği, fark edebileceği ayrıntılar eşliğinde, çoğunlukla kasvetli ve donmuş bir toprak üzerinde; David le Breton’un da dikkat çektiği gibi, yıkıntı halinde, bitmekte, dağılmakta olan bir dünyayı hatırlatan işaretlerle yoğrulmuş, zamanın ve mekânın karışmış gibi gözüktüğü her şeyi önceleyen bir yürüyüş Werner Herzog’unki. Üstelik bir sinemacının bakış açısının da dahil olduğu unutulmamalı. “Sadece yürüyen biri bu fareleri görebilir. (...) İnsan arabadayken pek fark etmiyor ne kadar çok köpek olduğunu, ateşlerin kokusunu ve de inleyen ağaçları.”

 

 

(Bu yazı ilk olarak Remzi Kitap Gazetesi'nin Nisan 2016 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)