Yeni Amerikan Yüzyılı (Arundhati Roy'un konuşması)

-
Aa
+
a
a
a

(Mumbay Dünya Sosyal Forumu Genel Toplantısında 16 Ocak'ta Arundhati Roy'un yaptığı konuşmanın metni; The Nation'da yayımlandı.)

 

Ocak2003'te dünyanın dört bir yanından gelerek Brezilya'da, Porto Alegre'de toplandık. Binlerce kişiydik ve " Başka Bir Dünya Mümkün" dedik; bunu cümle âleme yeniden ilân ettik. Kuzeyde, birkaç bin mil ötede George W. Bush ve avenesi de aynı şeyi düşünüyorlardı.Bizim projemiz Dünya Sosyal Forumu’ydu. Onlarınki, çoğu kişinin Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi diye adlandırdığı projeyi ilerletmekti. Daha birkaç yıl önce Avrupa'nın ve Amerika’nın büyük şehirlerinde böyle şeyler ancak kulaktan kulağa fısıldanabiliyorken, şimdi insanlar alenen emperyalizmin iyi yanından ve düzen tanımaz dünyaya polislik yapacak güçlü bir imparatorluğa duyulan ihtiyaçtan bahsedebiliyorlar. Yeni misyonerler, adaletin elden gitmesi pahasına düzen istiyorlar. Haysiyet pahasına disiplin. Ve, her ne pahasına olursa olsun, hükümranlık. Bazılarımızı "tarafsız" şirket medyası platformlarında olmak koşuluyla, bu konuyu "tartışmaya" davet ediyorlar ara sıra. Emperyalizmi tartışmak, ırza geçmenin iyi ve kötü yanlarını tartışmaya benziyor biraz da. Ne söyleyebiliriz yani? Hoşumuza gittiğini mi?Ne olursa olsun, Yeni Emperyalizm üstümüze çökmüş durumda. Bir zamanlar bildiğimiz emperyalizmin yeni bir modele sokulmuş, hatları inceltilip zarifleştirilmiş şekli. Tarihte ilk defa, tek bir imparatorluk, bir öğlen yemeğinden akşama kadar geçecek süre içinde dünyayı ortadan kaldırmaya muktedir silâh yığınağı ile tam ve tek kutuplu ekonomik ve askeri hegemonya kurmuş durumda. Farklı pazarların kapısını kırıp açmak için farklı silahlar kullanıyor. Şu yeryüzünde Amerikan füzeleri ile İMF'nin çek defteri arasında sıkışıp kalmamış tek bir ülke bile kalmamış. Neoliberal kapitalizmin poster yıldızı istiyorsanız, modeliniz Arjantin,  ailenin karakoyunu olmak istiyorsanız, Irak'a bakın. İmparatorluk için jeopolitik açıdan stratejik önemi veya herhangi büyüklükte bir "pazarı", özelleştirilecek herhangi bir altyapısı,  ya da --Allah korusun-- petrol, altın, elmas, kobalt, kömür gibi değerli doğal kaynakları olan ülkeler imparatorluğun her dediğini yapmak zorundalar, yoksa askeri hedef olmaları işten bile değil. Doğal kaynak rezervleri en zengin olanlar, en büyük tehlike altında. Kaynaklarını kendi rızalarıyla şirket düzenine teslim etmezlerse, ülkeleri içinde huzursuzluk tohumları ekilecek veya onlara karşı savaş açılacaktır.Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bu yeni imparatorluk çağında, ilgili şirket yöneticilerinin dış politika kararlarını etkilemelerine izin vardır. Merkezi Washington'da bulunan Kamusal Alanda Dürüstlük Merkezi (The Center for Public Integrity), Bush yönetiminin Savunma Politikası Kurulu’nda yer alan otuz kişiden en az dokuzunun, 2001 ve 2002'de 76 milyar dolarlık askerî ihale kazanan şirketlerle ilişki içinde olduğunu ortaya çıkardı. Eski Dışişleri Bakanı George Schultz, Irak'ın Kurtarılması Komitesi'nin başkanıydı. Shultz aynı zamanda Bechtel grubunun yönetim kurulunda da yer alıyor. Irak savaşı örneğinde bu iki görevinin bir çıkar çatışması yaratıp yaratmayacağı sorulduğunda, şöyle cevap verdi:Bechtel'in bu işten özel bir çıkarı olacak mı bilmiyorum. Ama ortada yapılacak iş varsa, bu işi Bechtel gibi firmalar yapabilir. Ama kimse meseleye çıkar sağlanacak bir şey gözüyle bakmıyor." 2003 Nisanı'nda Bechtel Irak'ın yeniden inşası ihalelerinden  680 milyon dolarlık iş aldı. Bu acımasız plan, Latin Amerika'da, Afrika'da, Orta ve Güneydoğu Asya'da defalarca uygulandı. Milyonlarca cana mal oldu. Söylemeye gerek yok kuşkusuz, İmparatorluğun açtığı her savaş, bir Haklı Savaş’a dönüşüyor. Bu işte büyük ölçüde şirket medyasının parmağı var. Şirket medyasının sadece neoliberal projeyi desteklemediğini anlamak önemli. Medyanın kendisi neoliberal proje. Bu onların seçtiği bir ahlâki duruş değil; yapısal bir şey. Medyanın ekonomik işleyiş biçiminin özünde olan birşey.  Ülkelerin çoğu, yeterince pis aile sırrını barındırır. Dolayısıyla, medya çoğu kez yalan söylemek zorunda kalmaz. Mesele sunuş biçimindedir; neyin üstünde durulacağında, neyinse yok sayılacağında. Diyelim ki, haklı savaş için Hindistan seçildi. Hindistan’a karşı savaş hazırlıkları sırasında şu olgular uluslararası gazetelerin manşetleri için biçilmiş kaftan olurdu: 1989'dan beri Keşmir'de büyük çoğunluğu Hindistan güvenlik kuvvetleri tarafından büyük çoğunluğu Müslüman 80 bin kişinin öldürüldüğü (yılda ortalama 6 bin kişi); 2002'nin Şubat ve Mart aylarında Gucerat eyaletinde sokaklarda 2 binden fazla Müslümanın katledildiği, sokak çetelerince kadınların topluca ırzına geçildiği, çocukların diri diri gömüldüğü, 150 000 kişinin evlerinden yerlerinden yurtlarından edildiği ve polisle yönetimin bütün bunlara tümüyle seyirci kaldığı, hatta bazen da bunları yapanlara aktif olarak katıldığı; işlenen bu suçlardan kimsenin ceza almadığı ve bütün bunları tezgâhlayan hükûmetin, seçimlerle yeniden işbaşına geldiği...Bütün bunlar manşetlere çıktıktan sonra, az gittik uz gittik bir de ne görelim: şehirlerimiz füzelerle yerle bir edilmiş, köylerimize dikenli teller çekilmiş, sokaklarımızda ABD askerleri devriye gezmeye başlamış, Narendera Modi, Pravin Togadia gibi o bildik bağnazlarımız da ABD tarafından gözaltına alınmış, prime-time televizyonda, Saddam gibi saçları bit muayenesinden geçirilirken, diş dolgularına bakılırken sergilenmiş değil mi? Ama "pazarlarımız" açık kaldıkça; Enron, Bechtel, Halliburton ve Arthur Andersen gibi şirketler de altyapımızı ele geçirmekte, işlerimizi elimizden almakta özgür olduğu sürece mesele yok:  "demokratik seçimle" işbaşına gelmiş liderlerimiz, demokrasi, çoğunluk tahakkümü ve faşizm arasındaki sınırları korkusuzca bulanıklaştırmakta beis görmeyeceklerdir.. Hindistan’ın hep gurur duyulan o bağlantısızlık geleneğinden hükûmetimizin aşağılık bir biçimde seve seve vazgeçme eğilimi göstermesi, Tümüyle Bağlantılı Ülkeler (günün moda deyimiyle buna "doğal müttefik" deniyor: Yani Hindistan, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri "doğal müttefik" oluyorlar) kuyruğunun en önüne geçebilmek için koştura koştura gitmesi ve ötekileri itip kakması; işte bütün bunlar hükûmetimize meşruiyetini yitirmeksizin baskıcı bir rejime dönüşmek için gepey geniş bir manevra alanı sağladı. Hükûmetimizin kurbanları, öldürdükleriyle hapse attıklarından ibaret değil sadece. Yerlerinden yurtlarından olanlar, mallarına mülklerine el konanlar ve ömür boyu yoksulluk ve açlığa mahkûm edilenler de elbette kurbanlar arasında sayılmalı. "Kalkınma" projeleri yüzünden milyonlarca insanın mülklerine el kondu. Hindistan'da son ellibeş yılda sadece büyük barajlar yüzünden 33 ilâ 55 milyon insan yerinden edildi. Başvuracakları hiçbir yargı yolu yok. Polis son iki yıl içinde bir dizi olayda, çoğu Adivasi ve Dalit olan silâhsız göstericilere ateş açtı. Fakirlere, özellikle de Dalit ve Adivasi topluluklarından olanlara gelince; hem orman arazilerine tecavüz ettikleri için öldürülüyorlar, hem de barajlar, madenler, çelik fabrikaları ve diğer "kalkınma" projelerinin orman arazisine tecavüz etmesine karşı çıktıkları için öldürülüyorlar. Polisin ateş açtığı her olayda hükûmetin stratejisi, bir şiddet eyleminin ateşe neden olduğunu, yani bir provokasyona karşı olduğunu söylemek. Üstüne ateş açılanlar, ânında militan damgasını yiyorlar. Ülke içinde çocuk yaştakiler da dahil binlerce masum insan Terörizmle Mücadele Yasası uyarınca tutuklandı; mahkeme önüne çıkarılmaksızın belirsiz bir süre için hapisteler. Teröre Karşı Savaş çağında fakirlik ve terorizm kurnazca birleştiriliyor. Şirket Küreselleşmesi çağında fakirlik, bir suç. Daha da fakirleşmeye karşı çıkmak, terorizm. Şimdi de Anayasa Mahkememiz greve gitmek suçtur diyor. Anayasa Mahkemesini eleştirmek de suç tabii. Bütün çıkışları sımsıkı kapatıyorlar. Yeni Emperyalizmin başarısı tıpkı Eski Emperyalizm gibi bir suç şebekesine bağlı: İmparatorluğun hizmetinde bulunan çürümüş bölgesel seçkinlerden oluşmuş bir şebekeye. Enron'un Hindistan'daki kirli hikâyesini hepimiz biliyoruz. O zamanki Maharaştra eyalet hükûmeti, Enron ile bir enerji alım anlaşması imzaladı. Bu anlaşma ile Enron'a garanti edilen kâr, Hindistan'ın toplam kırsal kalkınma projesinin % 60'ı kadardı. Tek bir Amerikan şirketine 500 milyon insana sağlanacak altyapı hizmetlerinin tutarı kadar kâr garantisi verilmişti!Eski günlerden farklı olarak, Yeni Emperyalistler sıtma, ishal veya erken ölüm tehlikesini göze alarak tropiklerde zahmetli yolculuklara çıkmak zorunda değiller artık. Yeni emperyalizm e-posta üzerinden yürütülebiliyor. Eski emperyalizmin adi, mıncık mıncık ırkçılığının modası geçti. Yeni Emperyalizmin temel taşını Yeni Irkçılık oluşturuyor. Yeni Irkçılığın en iyi alegorik örneğini, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki "hindi bağışlama" geleneği oluşturuyor. Ulusal Hindi Federasyonu, 1947'den beri her yıl ABD Başkanı’na Şükran Günü için bir hindi sunuyor. Başkan da her yıl muhteşem bir âlicenaplık gösterisi ile o hindinin hayatını bağışlıyor (ve başka bir hindi yiyor). Başkanlık affına mazhar olan Seçilmiş Kuş, Virginia'daki Kızartma Tavası Parkı'na gönderilip, ömrünü doğal bir şekilde tamamlıyor. Şükran Günü için yetiştirilmiş 50 milyon hindinin geri kalanının tamamı da kesilip Şükran Günü'nde âfiyetle yeniyor. Başkanlık Hindisi ihalesini kazanan ConAgra Foods şirketi, affı şâhâneye mazhar olmuş talihli kuşlara hem toplumsallaşma konusunda; hem de şehrin ileri gelenleriyle, okul çocuklarıyla ve basınla iyi ilişkiler kurma konusunda eğitim verildiğini söylüyor. (Bu hindiler yakında İngilizce bile konuşurlarsa, hiç şaşmayın!)Şirketler çağının Yeni Irkçılığı da işte böyle işliyor. Özenle yetiştirilmiş birkaç hindi: çeşitli ülkelerin yerel seçkinleri, zengin göçmenlerden, yatırım bankacılarından, arada bir Colin Powell veya Condoleezza Rice gibi rengi farklı olanlardan, bazı şarkıcılardan, (benim gibi) bazı yazarlardan oluşan bir topluluk affediliyor ve bu hindilerin ellerine Kızartma Tavası Parkı için birer giriş vizesi veriliyor. Geriye kalan milyonlarsa işlerini kaybediyorlar, evlerinden atılıyorlar, onların elektrikleri ve suları kesiliyor ve onlar AİDS'den ölüyorlar. Yani onlar tencere hindisi. Ama Kızartma Tavası Parkı'ndaki Talihli Kümes Hayvanlarının keyfi yerinde. Bazıları IMF ve DTÖ'de iş bile buluyor, öyleyse kim bu kuruluşları hindi karşıtı olmakla suçlayabilir? Bazıları Hindi Seçme Komitesinin yönetim kurulunda üye, öyleyse kim ‘hindiler Şükran Günü'ne karşı’ diyebilir? Onlar Şükran Günü'ne bizzat katılıyorlar! Kim ‘fakirler şirket küreselleşmesine karşı’ diyebilir? Fakirler Kızarma Tavası Parkının kapısına koşuşurken birbirini eziyor. Çoğu yolda telef olacakmış, ne gam?Yeni Irkçılık projesinin bir parçası da Yeni Soykırım. Yeni Soykırım, bu yeni ekonomik bağımlılık çağında, ekonomik yaptırımlar yoluyla yapılabiliyor. Yeni Soykırım, ta oralara kadar gidip bilfiil insan öldürmek zorunda kalmadan, kitle ölümlerine yol açacak koşulları yaratmak anlamına geliyor. 1997 ve 1998'de BM insani yardım koordinatörü olan (ve daha sonra durumdan iğrenerek istifa eden) Denis Halliday, Irak'taki ekonomik yaptırımları tanımlamak için soykırım kelimesini kullandı. Irak'a uygulanan yaptırımlar, yarım milyon çocuğun ölümüne yol açtı ve böylelikle, toplu cinayet ve kıyım konusunda Saddam’ın en gayretli çabalarını bile fersah fersah geride bıraktı. Yeni çağda resmi politika olarak ırk ayırımcılığı artık gereksiz ve modası geçmiş bir yöntem olarak görülüyor. Uluslararası ticaret ve finans araçları, çoktaraflı ticari ve mali anlaşmalardan oluşan karmaşık bir sistemi yürürlüğe sokuyor ve bu da, fakirlerin kendi bantustanlarında(*) tutulmasının, yani ayırımcılığın gereğini yerine getiriyor zaten.Bu sistemin asıl amacı, denkserlik ya da hakkaniyet yokluğunu kurumsal hale getirmek.Yoksa ABD, Bangladeş'te üretilmiş bir giysiden, Britanya'da üretilen giysiden aldığının yirmi kat fazlası gümrük vergisini neden alsın ki? Yoksa Fildişi Sahili ve Gana gibi ülkeler, ürettikleri kakao çekirdeklerinden çikolata yapmaya kalktıklarında, kendilerine uygulanan vergilerle pazarın dışına neden atılsınlar? Yoksa neden dünya kakao üretiminin % 90'ını gerçekleştiren ülkeler, dünya çikolata üretiminin sadece %5'ini gerçekleştirsinler? Yoksa gelişmiş ülkeler tarım desteklerine günde 1 milyar doların üzerinde para harcarken, Hindistan gibi fakir ülkelerden, elektriğe sağlanan destek dahil, bütün tarım desteklerinin kaldırılmasını neden istesinler? Yoksa sömürgeciler tarafından yarım yüzyıl boyunca yağmalanan eski sömürgeler, şimdi de gırtlaklarına kadar borçlandırıldıkları aynı ülkelere neden yılda 382 milyar dolar borç ödemek zorunda kalsınlar ki? İşte bütün bu nedenlerle, Cancún'da ticaret anlaşmalarının rayından çıkması, bizim için çok önemliydi. Her ne kadar hükûmetlerimiz bu işte aslan payının kendilerinde olduğu izlenimini vermeye çalışsalar da, birçok ülkede milyonlarca insanın yıllar süren mücadelesi sayesinde bu sonuca ulaşıldığını biliyoruz biz. Cancún bize şunu öğretti: Eğer gerçekten zarar verebilmek ve radikal değişikler elde edebilmek istiyorlarsa bölgesel direniş hareketlerinin uluslararası ittifaklara girmeleri hayati önem taşır. Cancún'da direnişi küreselleştirmenin önemini öğrendik. Tek tek hiçbir ülke, şirket küreselleşmesi projesine kendi başına karşı duramaz. İş neoliberal projeye geldiğinde, zamanımızın kahramanlarının birdenbire küçüldüğüne kimbilir kaç kez tanık olduk. Olağanüstü karizmatik adamlar, muhalefetteyken birer dev olan insanlar, iktidarı ele geçirip, devlet başkanı olduklarında dünya sahnesinde kolları kanatları kırılmış birer güçsüz figür haline geliverdiler. Burada aklıma Brezilya'nın Başkan Lula'sı geliyor. Lula geçen yıl Dünya Sosyal Forumu'nun kahramanıydı. Oysa bu yıl IMF programlarını uygulamak, emekli maaşlarında kesintiye gitmek ve kendi İşçi Partisi'ni radikallerden arındırmakla meşgul. Bir de, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin eski başkanı Nelson Mandela'yı düşünüyorum. Mandela hükûmeti 1994'te göreve başladıktan iki yıl sonra, neredeyse hiç itiraz etmeksizin PiyasaTanrısı karşısında diz çöktü. Milyonlarca insanı evsiz, işsiz, susuz ve elektriksiz bırakan büyük bir özelleştirme ve yapısal değişim programı başlattı. Neden bunlar oluyor? Göğsümüzü yumruklayıp, kendimizi ihanete uğramış hissetmemizin pek anlamı yok. Lula ve Mandela her halükârda muhteşem adamlar. Ama muhalefetten iktidara geçtikleri anda bir dizi tehdit tarafından rehin alınıyorlar. Bu tehditlerin en kötüsü de, her hükûmeti bir gecede yok edecek güçte olan sermaye kaçışı tehdidi. Liderin kişisel karizmasının ve uzun mücadele geçmişinin şirket kartellerini çökertebileceğini düşünmek, kapitalizmin nasıl işlediğini, hattâ gücün nasıl işlediğini hiç mi hiç anlamamak demektir. Radikal değişiklikler hükûmetlerin girişeceği müzakerelerle elde edilemez; bunlar halkın zorlamasıyla olur ancak. Dünyadaki en iyi beyinlerin bazıları Dünya Sosyal Forumu'nda bir araya gelerek etrafımızda neler olup bittiğini tartıştılar. Bu tartışmalar bizim nasıl bir dünya için mücadele verdiğimiz konusundaki vizyonumuzu geliştiriyor. Bu, asla baltalanmaması gereken hayatî bir süreç. Ancak, gerçek politik eylemi feda etme pahasına bütün enerjimizi bu sürece yöneltirsek, küresel adaleti sağlamada bu kadar önemli bir rol oynamış olan DSF'nin, düşmanın eline geçen bir koza dönüşme tehlikesi var. Âcil olarak tartışmamız gereken şey, direniş stratejileri. Gerçek hedeflere nişan almalıyız, gerçek muharebelere girişip, gerçek zararlar vermeliyiz. Gandhi'nin tuz yürüyüşü sadece bir siyasî tiyatrodan ibaret değildi. Binlerce Hintli denize yürüyüp kendi tuzlarını kendileri yapınca, tuz vergisi yasalarını çiğnemiş oldular. Bu Britanya İmparatorluğu'nun ekonomik temeline doğrudan bir saldırıydı. Gerçekti. Hareketimiz bazı önemli zaferler kazandı. Ancak, şiddet içermeyen direnişin körelerek etkisiz bir siyasi tiyatroya, kendini iyi hissetme tiyatrosuna dönüşmesine göz yummamalıyız. Bu, devamlı bilenmesi ve yeniden yaratılması gereken çok değerli bir silâh. Sadece bir gösteriye, medya için fotoğraf malzemesine dönüşmesine izin verilemez. Geçen yıl 15 Şubat bir harikaydı. Dünyanın beş kıtasından on milyon insan, muhteşem bir ahlâk gösterisi yaparak Irak Savaşı'na karşı çıktılar. Harikaydı ama yeterli değildi.15 Şubat hafta sonuna rastlıyordu. Kimse, bir gün olsun işinden geri kalmış değildi. Tatil günü yapılan protesto eylemleri savaşları durdurmuyor. George Bush bunu biliyor. Kamuoyunun ezici çoğunluğun düşünceyi hiçe sayarken gösterdiği özgüven hepimize ders olmalı. Bush, Irak'ın işgal edilip sömürgeleştirilebileceğine inanıyor. Tıpkı Afganistan'da, Tibet'te yapıldığı gibi. Tıpkı Çeçenistan'da yapılmakta olduğu gibi. Tıpkı Doğu Timor'a vaktiyle, Filistin'e hâlâ yapıldığı gibi. Bush, bütün yapması gereken şeyin, pusuya yatıp beklemek olduğunu düşünüyor. Nasıl olsa kriz odaklı medya, bu krizi kemiklerine kadar bir güzel sıyırdıktan sonra bir kenara atıp başka bir ava yönelecek. Çok geçmeden leş, çok satılan leşler listesinden düşecek, bizim gibi öfkeli insanların ilgisi de kaybolup gidecek. Böyle düşünüyor Bush, ya da böyle olacağını umuyor. Bizim şu hareketimizin büyük, küresel bir zafere ihtiyacı var. Haklı olmak yetmiyor. Bazen sırf kararlığımızı sınamak için bile olsa, bir şey kazanmak önemli oluyor. Bir şey kazanmak için, bir şey üstünde anlaşmaya varmamız gerek. Bu şey, hizipçilikten keyif alan o tartışmacı benliklerimizi ıkına sıkına içine soktuğumuz, herşeyi kapsayan ısmarlama bir ideoloji olmak zorunda değil. Bu şey, şu ya da bu direniş biçimine sorgusuz sualsiz bağlı kalma ve tüm öbür biçimleri dışarda bırakma zorunluluğu demek de değil. Bu, asgari bir gündem de olabilir pekâlâ. Eğer hepimiz emperyalizme ve neoliberalizm projesine sahiden karşıysak, o zaman gözlerimizi Irak'a çevirelim. Irak, her ikisinin de kaçınılmaz son noktası. Saddam Hüseyin'in yakalanmasından sonra, birçok savaş karşıtı eylemci kafası karışmış bir şekilde geri çekildi. ‘Peki ama,’ diye soruyorlardı çekinerek. ‘Saddam Hüseyin'siz bir dünya daha iyi bir dünya demek değil mi?’

Nihai bir şekilde olaylarla yüzleşelim. Saddam Hüseyin'i ele geçirdi diye ABD ordusuna alkış tutmak ve bunu yaptı diye geriye dönüp onun Irak'ı istilâ ve işgal etmesini haklı bulmak, İnsan Boğan Boston Canavarı'nın bağırsaklarını döktü diye Karındeşen Jak'ı tanrı katına çıkarmak gibi bir şey. Üstelik, son karındeşme olayı, çeyrek yüzyıl süren bir boğazlama ve karın deşme iş ortaklığının ardından gelmişken. Bütün olan biten, bir şirket içi kavgadan ibaret. Onlar, kirli bir iş peşindeyken birbirine düşmüş iki ortaktan ibaret. Jak da şirketin CEO'su.Öyleyse, eğer emperyalizme karşıysak, ABD işgaline karşı olduğumuz konusunda, ABD'nin Irak'tan çekilmesi ve Irak halkına savaşın yüklediği zararlar için tazminat ödemesi gerektiğine inandığımız konusunda anlaşalım mı? Peki, direnişimizi yükseltmeye nereden başlayacağız? Gelin, gerçekten küçücük bir şeyle başlayalım. Mesele Irak'ta işgale karşı yürütülen direnişi desteklemek, yahut da direnişi gerçekte kimlerin oluşturduğunu tartışmak değil. (Bunlar eski kaatil Baasçılar mı, yoksa köktendinci İslamcılar mı?)Biz, işgale karşı küresel direnişin kendisi olmalıyız. Direnişimiz, ABD'nin Irak'ı işgalinin meşruluğunu reddetmekle başlamalı. Bu da, İmparatorluğun istediklerini elde etmesini maddi bakımdan olanaksız kılmak için harekete geçmek demek. Bu, askerlerin savaşmayı, yedeklerin askere alınmayı, işçilerin gemilere ve uçaklara silah yüklemeyi reddetmeleri demek. Bu, ABD hükûmetinin arkasında bıraktığı pisliği temizlemek için Irak'a Hintli ve Pakistanlı askerleri gönderme planlarının, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde, bizim tarafımızdan durdurulması demek. Önerim şu: Irak'ın tahrip edilmesinden çıkar sağlayan önemli şirketlerden ikisini bir şekilde belirleyelim.Ondan sonra, bu şirketlerin ilişkili oldukları bütün projelerin listesini çıkarıp bunları afişe edebiliriz. Bu şirketlerin dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde ve şehirlerde bulunan bürolarını ortaya çıkarabiliriz. Bu büroların peşlerine düşebiliriz. Onları yere serebilir, kapanmalarını sağlayabiliriz. Bütün mesele ortak aklımızı ve geçmişteki mücadelelerden edindiğimiz deneyimi tek bir hedefe yöneltmek. Bu bir kazanma azmi meselesi. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nin amacı, eşitsizliği sürekli kılmak ve her ne pahasına olursa olsun hegemonyayı sürdürmek. Bu, kıyametin kopması anlamına gelse bile. Dünya Sosyal Forumu adalet talep ediyor ve sağ kalmak istiyor.İşte bu nedenlerle, savaş halinde olduğumuzu kabul etmeliyiz.

Çeviren: İnci Ötügen_______________________

* Güney Afrika Cumhuriyeti'nde siyahilere ayrılmış, kendi kendini yönetmekte kısıtlı haklar tanınmış yerleşim bölgelerine verilen ad

The God of Small Things ve War Talk adlı kitapların yazarı Arundhati Roy, Hindistan'ın Yeni Delhi kentinde yaşıyor. The Checkbook and the Cruise Missile adı altında biraraya getirilen söyleşileri (David Barsamian) ve An Ordinary Person’s Guide to Empire adı altında toplanan yeni makaleleri yakında South End Press yayınevi tarafından satışa sunulacak