No.91 - Dünya yeniden forma girerken...

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!

22 Mart Dünya Su Günü, Birleşmiş Milletler’den bir raporla ‘kutlandı’. Rapora göre, dünya bugünkü hızıyla su tüketmeye devam ederse 2025 yılında 2 milyar 700 milyon kişi çok ağır su sıkıntısı içinde olacak. Buna ilaveten, 2.5 milyar kişi de yeterli içme suyunu bulamayacağı yerlerde yaşayacak. Yani, toplam 5 milyar 200 milyon kişinin hayatı, kelimenin tam anlamıyla ‘sudan sebeplerle’ heba olmak üzere. Tabii, BM Genel Sekreter’i Nobel Barış ödüllü Annan’ın işaret buyurduğu gibi, su savaşlarında birbirini parcalayacak insanlar da cabası. Onlar bu hesaba dahil değil. Bugünkü rakamlarla 6 milyarın biraz üstünde bir nüfuslu dünyanın 23 yıl sonraki kalabalığını tam bilemiyoruz, ama insanlık camiamızın kendini suya götürüp susuz getirmesindeki derin insanî hikmeti kavrayabilmek, tefrikacılarınızın tahayyül gücünü biraz zorluyor, itiraf etmek gerekirse. Gene de, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın sorunu neredeyse çözmek üzere olduğunu öğrenmek yüreğimize (kullanılabilir ve temiz) su serpti. Eldeki su rezervinin korunması ve yeni kaynaklar bulunmasına yönelik bir ‘Mavi Devrim’ uygulaması talep ediliyormuş.

Mavi Devrim’i bekliyoruz...

İmgelem demişken, Ortadoğu’daki siyaset erbabından gelmekte olan derunî mesajları kavrayabilmek de ayrı bir bilgelik gerektiriyor elbette: İsrail’den Arafat’a: Ateşkes olmazsa, zirve de olmaz şeklinde bir mesaj gelmiş. Yani, bu hafta içinde yapılacak Arap Birliği Zirvesi’ne Özerk Filistin yönetiminin lideri Arafat’ı (hani şu, Batılı devletlerin zaman zaman ‘Sn. Başkan’ diye hitap ederek devlet başkanı muamelesi yaptıkları Arafat) bu zirveye gönderip göndermeyeceği konuşuluyor bu günlerde. Ariel Şaron, “benim görüşüme göre, terorizm sürdükçe, Arafat buradan çıkamaz” demiş. Şaron’un fikriyatı önemli. Hani bilet alsa, gidiş-dönüş mü olacak, bunu bile bilemiyoruz. ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney de muğlak görüş beyan etmiş: Bence Arafat’a izin verilmeli, ama ABD’nin talebini, yani şiddeti azaltma yönündeki isteğini yerine getirmesi şartıyla, demiş. Şaron'u’ kendisi de Arap zirvesine katılım talebini dile getirerek herkesin ağzını bir karış açık bırakmış. Ama, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, “Gelmesine gelir de, dönebilir mi, orasını bilemeyiz...” şeklinde izah etmiş görüşünü. Bu olağanüstü söz oyunları arasında görüşlerinin artık hiçbir önemi olmayan 11 kişi sayabildik biz: “Nispeten sâkin” bir haftasonu tatili yaşayan bölgede 9’u Filistinli, 2’si İsrailli onbir kişi çeşitli çatışmalarda hayatını yitirmiş. Onlar için Oslo Barış sürecinin de, Arafat’la Şaron’un uçak biletlerinin de, Suudi barış planının da bir anlamı kalmadı artık...

Benzer bir kavrama zorluğundan, Monterrey ile ilgili mesajlar konusunda da bahsetmek mümkün. Haber son derece iyi: 170’ten fazla ülkenin liderlerinin buluştuğu toplantı, bir ‘Monterrey Mutabakatı’ ile sonuçlandı. Yaklaşık 60 ülke tarafından benimsenen mutabakat, yardımın arttırılması, borçların azaltılması ve küresel ticaretin teşvik edilmesi suretiyle 2015 yılına kadar dünyadaki açlığı bitirmeyi, çocuk ölümlerini de asgariye indirmeyi hedefliyor. Bu hedef bir taraftan iyiyken Başkan Bush’un, zengin ülkelerin yardımına hak kazanmak için bazı koşullar öne sürdüğü de dikkatlerden kaçmadı. Diyor ki Başkan Bush, ‘daha fakir ülkeler’ (öyle diyor) zenginlerin himayesine layık olabilmek için siyasi, ekonomik ve hukukî reformları tez elden tamamlamalılar. Yani, Bush’tan yoksullara; reform olmazsa, yardım da olmaz şeklinde bir mesaj gelmiş. Reformların yapılma yöntemini de veciz bir şekilde, El Salvador’a yaptığı 5 saatlik ziyaret sırasındaki bir çalışma yemeğinde açıklamış: Serbest ticaret. “Ticaret, Latin Amerika’nın siyasi, ekonomik ve sosyal reform hamlesini güçlendirecektir.” Görebildiğimiz kadarıyla bu mesaja en seri mukabele Fidel Castro’dan gelmiş. Bu trajediden fakir ülkeleri sorumlu tutamazsınız, diyor Fidel: “Koskoca kıtaları asırlar boyu fethedip yağmalayan onlar değildi. Sömürgeciliği de onlar icat etmediler, köleliği de yeniden tedavüle sokmadılar ve modern emperyalizmi yaratanlar da onlar değil.” Bir görüş ayrılığı var gibi görünüyor. Bakalım Fidel’in mi, ‘Dabya’nın mı görüşü ağırlıklı?

Bir başka reform haberi de ‘reform istemeyenlerin’ gövde gösterisi nedeniyle çok önemli bir habere dönüştü. Roma’da, kadim Roma İmparatorluğu’nun ünlü arenası Circus Maximus’ta en az 1 milyon kişi, İtalyan sendikalarının verilerine göre de 2 milyon kişi, Berlusconi hükûmetinin çalışma yasalarına getireceği reform için başparmaklarını aşağı çevirdi. Reformların gerçekleştirilmesi durumunda işten çıkarmaların kolaylaşacağını belirten İtalyan sendikacılar, iş hayatının sadece kâr güdümünde olmaması gerektiğini belirtiyor ve aynı zamanda her türlü şiddet politikasını mahkûm ediyorlar. (Aylar öncesinden planlanan büyük yürüyüşe gün boyu şenleklerin de eklenmesi düşünülüyormuş. Ancak, çalışma yasasındaki reformun mimarlarından Biagi’nin Kızıl Tugaylar tarafından öldürülmesi üzerine, bir saygı gösterisi olarak şenlikler iptal edilmiş.) Neyse ki Berlusconi sağlam duruyor. “Hiç kimse,” demiş, “Bizi reformları yapmaktan alıkoyamaz.” İtalya’daki reformlar konusunda da bir görüş ayrılığı var gibi görünüyor. Bakalım, Silvio’nunki mi, sokağın görüşü mü ağırlık kazanacak?

2015’e kadar serbest ticaret ve reformlarla açlık, 2025’e kadar da Mavi Devrim sayesinde su sorununu halledecek olan hamleci dünyada, Türkiye’den maalesef tatsız bir haber var. Tarım ve Köyişleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, 1977 yılına kadar Türkiye tarım konusunda kendine yeten bir ülkeyken şimdi bunun yerini kocaman bir hüsranın aldığını belirterek, “Tarımı öldürdük,” demiş. “Sadece adı kaldı.” Gerekli reformların gerçekleştirilmesi halinde tarımın neşvünema bulacağına dair ümidimizi koruyor ve, naçizane, ‘Sarı Devrim’ öneriyoruz.

Mesut Yılmaz da reformların önemi üzerinde durmuş. Avrupa konvansiyonunun, aday ülkelerin AB vizyonlarını anlattıkları aylık toplantısından dönen Yılmaz, tamamı yapısal reformlarla ilgili uyum paketinin çok önemli olduğunu söylemiş. Türkiye reform arayışı içindeyken Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in hukukta bir tür çığır açtığını da sölylemek mümkün. Yüksel, anayasal güvencede olan dilekçe haklarını kullanarak seçmeli Kürtçe dersi isteyen 17 üniversiteli hakkında 7.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı. TCK’nın 313. maddesine göre suç işlemek amacıyla çete kurmanın cezası bir yıldan iki yıla kadar hapisken dilekçe vermenin çete kurmaktan daha ağır bir suç olarak mütalaa edilmesinin uyum paketindeki müstakbel reformlarla nasıl bir uyum göstereceği de ayrı bir merak konusudur.

Devamı yarın...