Medya Konuşmaları XX: Televizyon Haberciliği

-
Aa
+
a
a
a

 

 

 

Ömer Madra: Bugünkü konuğumuz Mustafa Alp Dağıstanlı, 3 yıl süreyle yürüttüğü NTV dış haberler editörlüğünün ardından, şimdi de NTV Kitapları’nın editörlüğünü üstlenmiş durumda. Hoş geldin Mustafa.

 

Mustafa Alp Dağıstanlı: Hoş bulduk.

 

ÖM: Televizyon yayıncılığı kamuoyunu ne ölçüde etkilemekte, televizyon yayıncılığının, haberciliğinin etki alanı nedir?

 

MAD: Televizyonda görüntü var, akan görüntüler var, ve görüntünün bir etkileme gücü var. Görsel bir çağda yaşıyoruz, artık okumak zor geliyor çoğunluğa, dolayısıyla insanların aslında hayal dünyasını dolduran, kimi zaman bilgi yerine de geçen, ama her zaman bilgi olmayan bu görüntüler son derece etkili. Son olarak, Lübnan meselesinde de, Irak savaşında da öyleydi, daha önce 2002’deki Batı Şeria işgalinde de aslında öyleydi.

 

ÖM: Gördüklerimiz ve gördüğümüzü sandıklarımız arasındaki fark çok önemli galiba?

 

MAD: Aslında şöyle bir zorluk var, oradan başlamak belki daha iyi; televizyon görüntüye muhtaç olduğu için, asıl malzemesi görüntü olduğu için, o görüntüyü getirmek, elde etmek gibi bir sorunu var. Aslında haber, gazete haberi de olsa, televizyon haberi de olsa, radyo haberi de olsa pahalı bir iş. Diyelim ki Gürcistan’da bir olay çıktı, bir gazete orada muhabiri yoksa bile hemen gönderebilir, bir tane muhabirin kalemi ile oradan size gayet iyi haberler geçer ve bu yeterli olur. Ama televizyon için aynı şey söz konusu değil, kamera göndereceksin, muhabir göndereceksin, sonra o görüntünün gönderilmesi var, bütün bunlar pahalı işler. Dolayısıyla bu pahalılıktan ve erişme zorluğundan dolayı televizyonlar meşhur insanlar yaratmaya biraz mecburlar. Yani diyelim ki Hakkari’de bir olay oldu, orada sürekli de olay çıkıyorsa siz Hakkari’den birini bulursunuz ya da Hakkari’den olması da gerekmez, buradan birini bulursunuz, bir olay olduğunda sürekli o adamı çıkarıp konuşturabilirsiniz. Sonra bu adamların sayısı artar. O olayla özdeşleşmiş insanlardır bu kişiler, neredeyse her olayın kendi meşhuru var gibi düşünülebilir. Görüntü alma zorluğunu, biraz bunlarla kapamaya çalışır televizyon. Uluslararası haberlerden bahsediyorsak, görüntüyü ajanslardan alıyoruz, Türkiye’den bahsediyorsak da o ajansların görüntüleri Türk televizyonlarına haydi haydi yeter aslında. Ajansların neyi nasıl ele aldığı, hangi görüntüleri nasıl geçtiği eleştirilebilir, tabii ki, ama Türkiye’de öyle geri bir noktadayız ki, bu eleştiri kısmına çok da gelemiyoruz. Mesela Ebu Garib hapishanesindeki rezalet ilk başta görüntü ile duyurulmadı, hatta bu haberi ilk veren insanlardan biri NTV’nin Bağdat muhabiri Nazmi Akyol’du, 24 Saat programında gece anlattı.

 

ÖM: Evet, hatırlıyorum.

 

MAD: Doğrusu o kadar da dikkat çekici olmadı, zaten olay patlamadan önce, o fotoğraflar gelmeden önce, camilerin duvarlarında filan yazılar vardı, sonradan bütün her şey çıktı ortaya ama NTV Bağdat muhabiri Nazmi Akyol, bunları anlatmıştı zaten. Görüntü olmadığı zaman etki tam olmuyor televizyonda, belki gece geç bir saatte yayınlanan bir programında anlatılmasından gelen bir handikap da olabilir ama görüntü olmayınca o kadar da çarpıcı olmadı. Sonra o görüntüler birdenbire patladı, görüntü dediğimiz de fotoğraf aslında.

 

ÖM: Görüntüyü kullanmanın da çok farklı anlamları olabiliyor. Mesela medyada, bir konu sessizlikle geçiştirilerek de nasıl algılanacağı belirlenebiliyor. Bazı şeyleri hiç göstermemek de çok önem taşıyabiliyor. Çok somut bir örnekten bahsedecek olursak, Gazze’de ve Lübnan’da cereyan eden olaylar hakkında BBC World hiçbir şey göstermiyor diyebiliriz, 325 kişi öldü bir haftada füzelerle parçalanarak ve bunların %90’ına yakını da siviller, kadınlar, çocuklar, bunları göstermedikleri için de ben, gerçeğe ulaşılmasını önlüyor diye düşünüyorum.

 

MAD: CNN International daha da beter. Bu BBC’nin iyi hali, 2-3 ay önce BBC bir bağımsız komisyon kurdu, özellikle Ortadoğu haberleri konusunda, ve bu komisyona bir rapor hazırlattı. Epey kuvvetli bir komisyon, içinde Financial Times’ın bir yazarı da vardı. Mesela BBC’de prensip olarak terörist kelimesi kullanılmaz ama bu komisyon “terörist kelimesi kullanılabilir” diyor. Bir de, “Filistin-İsrail meselesinde adil davranmıyor, iki tarafı da eşit şekilde göstermiyor, meseleyi anlamamızı sağlamıyor” diyordu rapor. BBC de bunun üzerine bu raporu değerlendirdi, bizdeki gibi, “bir rapor hazırlattık, bildiğimiz gibi devam edelim” demediler. O rapor üstüne kendileri de bir hazırlık yaptılar; bazılarını kabul ettiler “hayır, bizim anayasamızda var, terörist dememe ilkemizi sürdüreceğiz, ille de demeyeceğiz diye bir şey yok ama mümkün mertebe biz bunu kullanmayacağız” dediler. Ama “öbür konularda haklısınız, bazı eksikliklerimiz var, bu Filistin meselesini adil gösterme konusunda, onunla ilgili bir çalışma yapacağız” dediler. Yanılmıyorsam Ortadoğu bölümünü genişlettiler ve başına birini getirdiler, onu da tanıttılar. Doğrusu çok televizyon seyreden biri değilim ama internet sitesine bakıyorum, orada da 2 ay öncesine göre bir fark var, biraz daha düzgün haberler var, o yüzden “bu düzelmiş hali” diyorum.

 

ÖM: Robert Fisk de yazdı geçenlerde, insanların morallerini bozacağı gerekçesiyle bu görüntülere hiç yer verilmeyince gerçek dünyayı yansıtma görevi de televizyonun yerine getirilemiyor, biraz önce görselliğin büyük öneminden bahsettik, ama pek gerçeğe dönüşmüyor.

 

MAD: Tabii “nezih görüntüler verelim” diyoruz ama nihayetinde bir savaştan bahsediyoruz, bir savaş ne kadar nezih olabilir, “ceset göstermeyelim, kan göstermeyelim, fazla şiddet göstermeyelim” demek nereye kadar mümkün? Realitenin kendisi bunlardan oluşuyor zaten. Bunları vermediğiniz zaman gerçeklik duygusunu yok etmiş oluyorsunuz. Zaten aşırı görüntüden dolayı bir kanıksama var bütün dünyada. Savaşı da bu hale getirdiğimiz zaman, “görüntülerde kan olmasın şiddet olmasın” diye uğraşıp sonuçlarını iyi göstermediğimiz zaman o kanıksama hali artıyor, savaşla ilgili endişe de azalıyor. Türkiye’de de dünyada da televizyon haberlerinin süresi kısıtlı. Örneğin bir Irak haberi, ya da Lübnan haberi, kaç dakika olabilir? Türkiye’deki haber kanallarının birinin ana bültenine bakalım, birinci haber bile olsa en fazla 1-1,5 dakika sürüyor. O zaman mecburen görüntüyü seçiyorsun, ayıklıyorsun, öyle veriyorsun, bunun kendisi bir problem zaten. BBC’de, haber 5 dakika sürer, 2003’te yanılmıyorsam Doğu Avrupa’yı sel basmıştı, BBC muhabiri, 5-6 dakika boyunca sel sularının içinde sunmuştu haberi. Bizde bu mümkün değil, haber en fazla 1,5 dakika ile sınırlı olacak. Televizyondan bahsediyorsak, akan görüntü son derece kısıtlı bir zamanda kullanılıyor. Gazeteler içinse durum böyle değil, nihayetinde somut bir eşya var elimizde, sınırları belli de olsa, daha çok şey anlatılabiliyor bir gazetede. Tabii Türkiye’deki gazeteler ile yabancı gazeteler arasında da haberlerin ve yorumların uzunluğu, içeriğin doluluğu bakımından bir fark var. Bizde her şey spotlaştırılıyor, ilkokul çocuklarını okumaya alıştırma kitapları gibi bizim gazeteler, büyük büyük yazılar, iyice özetlenmiş haberler… Dolayısıyla bir şey anlamıyoruz.

 

Görüntü çok etkili, ama, hangi görüntüyü verirseniz verin, görüntünün kendisi başlı başına bir meseleyi anlamamıza yetmez, görüntüyü başka bilgilerle ve aslında analizlerle, hatta yorumlarla doldurmak gerekir.

Neden İngiliz gazeteleri, Amerikan, Fransız gazeteleri yorumlara bu kadar değer veriyor? Çünkü sadece haberi verdiğinizde mesele tam da anlaşılmıyor. 11 Eylül’de aynı görüntüyü yarım gün boyunca seyretti herkes. Peki ne oldu? Hatırlıyorum, tam o olay olduğunda, Atlas dergisinde atom bombaları ile ilgili bir yazı yazmaya çalışıyordum, “birinci uçak, ikinci uçak” derken olayı gördük, ama bu bize ne olduğunu anlatmıyor aslında. Herkes internete üşüştü, “dur bakalım ne oldu?” diye, ama internette hiçbir şey yoktu, çünkü hiç kimse bir şey anlamamıştı ki, kim ne yazacak? Anlama ihtiyacı, olayın görünen kısmının ötesine geçti. Aslında 11 Eylül saldırılarından sonra analize ve yoruma yer veren internet sitelerine giriş 3 katına filan çıktı.

 

ÖM: Son derece tayin edici bir kırılma noktasından söz ediyorsun, ben de paylaşıyorum bu fikri. Biz de Radyo’da 11 Eylül’ü bizzat burada nasıl verebileceğimiz üzerine tartışmaya bile pek fırsat bulamadan ele aldık, ama daha çok anlamı ve bağlamı kovalamaya çalıştığımız için iyi bir yayın yaptık diye düşünüyorum. 11 Eylül’den bir gün sonra The Guardian’da’  “bu üçüncü dünyanın cevabıdır” şeklinde, durumu anlamaya çalışan, bir yazı yayımlandı ve biz bunu hemen dinleyicilerimizle paylaştık. Ya da, Noam Chomsky’nın olaydan bir kaç saat sonra, “bu olaya nasıl tepki vereceğimiz bütün geleceğimizi ilgilendirir. Tabii bu korkunç bir olaydır ama bizim önümüzdeki iki yol var, ya teröristleri yok etmek üzere savaşa gireriz ve bütün geleceğimizi ipotek altına almış oluruz ya da bu olayın altında yatan sebepleri anlamaya çalışır ve önlemeye yönelik şeyler yaparız” diye yazmıştı, biz bunları dinleyicilerimizle paylaşmıştık. Bugün de Lübnan, İsrail, Filistin meselesine aynı şekilde bakmalıyız, ama her zaman olduğu gibi, eğer bunun kökünde işgalin yattığını gözden kaçırırsak bu işi hiç anlayamayız, ebediyen de çözemeyiz. Olayın bu tarafının görüntülere de yorumlara da eklenmesi lazım. Bugün Independent’ta Robert Fisk’in tam da bir görüntüden yola çıkan, bir bombardıman sırasında vurulan bir sivil arabanın içinden, bir bez bebek gibi fırlayan çocuk bedeninin fotoğrafından yola çıkan, “bu fotoğraf bütün Lübnan savaşının sembolüdür” dediği ve tüm olan biteni anlamaya çalışmak üzerine bir yazısı vardı. Ama kolaycılığa kaçıldığı için mi, tembellik mi bilmiyorum, özellikle Türkiye’de bu tür yorumlara pek sık rastlamıyoruz?

 

MAD: Gazeteler ve televizyonlar olaya orta yerden bakıyor, biraz daha geriye doğru gidip oradan bakmak lazım. 11 Eylül gibi bir olay olduğunda tabii ki bir gazete bununla ilgileniyor. Ama illa ki böyle büyük bir olay lazım, yoksa bu memlekette büyük bir ilgisizlik var, sadece dünyaya karşı ilgisizlikten bahsetmiyorum, kendi kendine de ilgisiz. Lübnan’la bu kadar uğraşıyoruz, o zaman önce de ilgilenmeliydik, aynı şey Irak için de geçerli, Irak’ta savaş çıktı, öyle ilgilenmeye başladık. “Irak’ta 91’den 2003’e kadar 1,5 milyon insan öldü” diyor UNICEF raporları. Avi Haligua: Bu medyadan çok işlemeyen siyaset problemi değil mi? Medya bunu bir kere söyleyebilir, senede bir kere haberini yapar, onun açısından kapanmış olur aktif bir siyaset olmadıkça.

 

MAD: Ama bunlar birbirinden çok kopuk şeyler değil, bizde medyadaki kimi yazarlar da, siyasetçilerimiz de hep “bölgesel güç olacağız” derler, bu medya ile bir bölgesel güç olunabilir mi? Bırakın Endonezya’yı vs. kendi komşuları ile ilgilenmeyen bir medya bu. İran’da kaç gazetenin muhabiri var? Gürcistan’da var mı? Ermenistan’da var mı? Irak’ta, Suriye’de var mı? Bulgaristan’da var mı? Üstelik “bölgesel güç”ten söz ediyoruz. Osmanlı’dan söz ederiz hep “biz buraları 500 yıl yönettik, kültür bağımız, tarih bağımız var, komşuyuz, akrabalık var” vs. deriz. Evet, ama Irak’ta o akrabalarımız 500 yıl beraber yaşadığımız insanlar, ambargo yüzünden ölürken ilgilenmedik. Ama Independent gazetesi, Guardian gazetesi yardım kampanyaları yaptılar, bu meseleyi dünyanın gözüne sokmak için uğraştılar. Biz bunların hiçbirini yapmadık, ama büyük bir olay olduğu zaman ilgilenmemek acayip bir şey çünkü bu satar, o zaman işin ortasından dalıyoruz, orada da ne anlatabiliyoruz? İran nükleer krizi önemli bir örnek bence ve Türkiye’yi son derece yakından ilgilendiriyor.

 

ÖM: Dünyada daha önemli çok az şey var.

 

MAD: Türkiye’de sadece Türk gazetelerini, televizyonlarını izleyen bir insan hem Türkiye hem de dünya hakkında cahil kalır. İran meselesi aslında habercilik bakımından dünyada da çok temiz bir mesele değil, bir sürü şeyi Independent, Guardian gibi gazeteler de yazmadılar.

İran’ın geçen sene bu konuda önerileri oldu, bu öneriler hiç bir yerde çıkmadı. “Nedir bu öneriler?” diye baktım, “acaba AP ve Reuters geçmiş mi?” diye, AP bir cümle ile geçmiş ama önerilerin ne olduğunu söylemiyor. Reuters da özetin özetini yapmış ki oradan da fazla bir şey anlaşılmıyor.

 

Kabul edilebilir bir öneri var ve bunun üstünde durulmamış, gazeteler de vermemiş. 2004’te AB bir öneri sunuyor, İran da bunu kabul edilebilir buluyor. Sonra ABD devreye giriyor ve AB kendi hazırladığı öneriden imzasını çekiyor. Bunları söylemezseniz o zaman İran meselesini anlatmış olmazsınız. İran, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na aykırı davranmakla suçlanıyor, ama bu anlaşmanın 5. ve 6. maddesini söylemezseniz, o zaman anlatmış olmazsınız.

 

ÖM: Aslında bu anlaşmanın uygulanmasını geçen sene oylamada baltalayanın da ABD olduğunu söylemeyince kavramaya imkân yok.

 

AH: Bunların hepsini söyleyince de hemen “Amerikan karşıtı” oluyorsunuz, marjinal kanal olmuş oluyorsunuz.

 

ÖM: Geçen hafta, düşünür ve Amerikan siyasetinin en önemli eleştirmenlerinden Noam Chomsky, Amerika’da yayın yapan Democracy Now! radyo ve televizyonunda katıldığı bir söyleşide, Amy Goodman’a Lübnan’ın işgali ile ilgili şöyle bir şey söyledi; “bütün dünyanın dikkatinden kaçan bu olayların başlangıcına bakacak olursak, Filistinli bir doktorla kardeşinin İsrailliler tarafından kaçırılması var.” Basında Chomsky dışında bundan söz  eden var mı? Dünyadaki bu suskunluk inanılmaz. Meselenin ilk olarak Gazze’de Gilad Şalid adlı İsrailli bir askerin kaçırılmasıyla başladığını zannediyoruz ama kaçırılan Filistinlilerin niye kaçırıldıklarını, şu anda onlara ne olduklarını ve adlarını bile bilmiyoruz.

 

MAD: 2-3 ay önce Seymour Hersh New Yorker’da çıkan bir yazısında, Amerika İran’ı nasıl vuracak onu anlatıyordu. Sonra Amy Goodman, Hersh’le bir röportaj yaptı, çok ilginç bir röportajdı ve bence Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyordu. Bu röportajdan öğrendiğimiz kadarıyla, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda nükleer silahların kontrolünden sorumlu bir bakan yardımcısı, Uluslararası Atom Enerjisi Başkanı Baradey’le görüşmek için Viyana’ya gidiyor ve Baradey’e çıkışıyor; “Sen ne yapıyorsun, İran’la bize, Batı kampına eşit muamele ediyorsun? Böyle olamaz, biz iyiyiz, onlar kötü” diyor, hatta “bu mesele bizim milli çıkarlarımız için hayati derecede önemlidir, bunu kafana sok” diyor. Aynı adam sonra Ankara’ya geliyor, ve Ankara’da Türk yetkililere yaptığı toplantı son derece şiddetli geçiyor, orada da aynı şeyleri söylüyor.” Türkiye’de medya hiç olmazsa bununla ilgilenmeliydi ama bununla da ilgilenmiyor. Tuhaf bir ilgisizlik var ama son bir ayda basında “Ankara, İran diplomasisinde merkez oldu” diye haberler çıktı. Bunların konuyla alakası yok aslında, gerçeği de yansıtmıyor. Bazı irtibatları da Ankara sağlıyormuş, Rus Dışişleri Bakanı, Rice’ın teklifini Gül’den öğrenmiş vs. Hem doğru bilgi yok, hem abartılı bir yansıtma var.

 

Türkiye’deki önemli problemlerden bir tanesi budur. Şöyle bir yanlış anlama var, “tavır yok gazetelerde” deniyor, tavır önemli ama bir gazetenin asıl görevi bir tavır göstermek değildir, gazete bilgi verir. Doyurucu bilgi verirsen zaten o bilgi seni belli bir tavrı almaya zorlar, başka türlü olamaz. Lübnan’ı konuşuyorsak, zaten o bilgileri verince, bir kepazelik yaşandığı ortaya çıkıyor kendiliğinden, ama o bilgileri vermeyince, kimisi siyasi tercihine göre “İsrail kahpelik ediyor” diyor, öbürü “bizim de PKK sorunumuz var, İsrail’e o kadar yüklenmeyelim” diyor. İş buraya geliyor o zaman; bu bir tavır değil.

 

ÖM: Tekrar 11 Eylül örneğine dönersek, 11 Eylül’den sonra Türkiye’de, “bak işte gördü Batı da, biz çok çektik bu terörden, bizim öğreteceğimiz çok şey var” diyenler çok oldu. İçeriğe odaklı ve objektif gerçeklerden hareket eden haberler yapmak yerine, konu milli bir galeyan duygusuyla ele alındı. Lübnan meselesinde de aynı yaklaşım var. Irak meselesinde de gayet net hatırlıyorum; daha Afganistan bombardımanı devam ederken, Türkiye’nin en büyük gazetesi olduğu iddiasındaki bir gazetede, Washington mahreçli bir haber çıktı, Irak’ın vurulmasından 17 ay önce, 2001’de, Ramsfeld Planı diye bir plandan söz ediyor, Türkiye’ye de pay verilecekmiş Kerkük’ten. “Ne Irak’ı?” diye düşünüyorsunuz okuyunca, gazetenin birinci sayfasında değil ama  23. sayfasında yer almış, planın özü anlaşılıyor; Ülke üçe bölünecek, kuzeyden de Türkler de girecek. Böyle bir plan haber olarak yayımlandı. Bir de bu tarafı var işin.

 

MAD: 2-3 ay önce İran’la ilgili Hürriyet gazetesinin iç sayfasında, “İran da kaşınıyor” gibi koskoca bir başlık vardı; “bu nasıl bir şey, kim yazmış?” diye baktım, olacak iş değil! Jerusalem Post da böyle yazmıyor, hiç kimse böyle yazmıyor. Türkiye’de ise böyle bir garabet var. Bir duygu seli yaratma hasleti var, bizim gazetelerde, televizyonlarda. Mesela cenazeleri ele alalım, insanlar orada haliyle ağlıyor, bu gösteriliyor vs. Aslında burada bir duygusallık yok, büyük bir duygusuzluk var bana kalırsa. 84’den 99’a kadar, “düşük yoğunluklu savaş” adıyla devam eden süre boyunca sadece kaç kişinin öldüğünü söylediğinizde, aileleri ne tür zorlukla yaşıyor, -ille de maddi zorluk olması gerekmiyor- bunları anlatmadığınız zaman o mesele ile, o sıkıntıyı çeken, o trajedinin sahibi olan insanla yüzleşmekten kaçındığınız zaman, sadece istatistiksel  olarak, “30 bin can verdik buraya” tarzında haberler yaptığınızda, bu duygu filan değil, tam tersine... Biz bu insanlarla, okurları karşılaştırırsak, o zaman “bir dakika, ne yapıyoruz biz?” diyeceğiz belki.

 

ÖM: Hep söyleniyor ya, bölgeler arası dengesizliği gidermek için başta Güneydoğu olmak üzere geri kalmış bölgelere yatırım yapmak gerektiği, belki bu söylediğin türden bir yaklaşım, işin iktisadi ve sosyal tarafını da daha anlaşılabilir kılar, tabloyu tamamlayabilir.

 

MAD: Tabii ki. Lübnan meselesinde de aynı şey geçerli, sadece kanlı bir olay patlak verdiğinde ilgileniyorsanız bu gazetecilik falan sayılmaz.

 

AH: Benim görebildiğim kadarıyla, artık büyük kanalların ana haber bültenlerinde kan yoksa haber de yok, özellikle hepsini seyrediyorum her akşam,. Bu trafik kazası da olabilir, bir hırsızın camdan düşüp kolunu kırması da olabilir, Lübnan’da patlayan bomba da olabilir, her şey olabilir ama kan olması gerekiyor anladığım kadarıyla.

 

MAD: Doğrusunu isterseniz ben televizyon seyretmiyorum, asabımı bozuyor, Türkçe gazeteye de bakmamaya çalışıyorum. “Zararlı neşriyat” diye görüyorum bunların hepsini. Zaten işim gereği her gün dünyayı taramak zorundayım, zaten vaktim de yok bu paçavraları okumak için. Ne öğreneceğim? Sinirimi bozmak için mi okuyayım bütün bunları? Ben güven duymuyorum Türk gazetelerine ve okurlarının da güvendiğini zannetmiyorum. Bazen öyle bariz yanlışlar oluyor ki, “bu nasıl olabiliyor?” diyorsunuz. Geçen sene Hadi Uluengin bir yazı yazdı, Haziran ayında, takip ettiğim biri değil, bir arkadaşım uyardı beni, biraz ilgili olduğum bir konu olduğu için. “Japonlar mağdur rolü oynuyor, tepelerinde bombalar patladığı için” diyordu, acayip, her tür insani duygudan yoksun bir ifade ile. İlan ediyordu, “zamanı geldiğinde, yani 6 Ağustos’ta, yıldönümünde bu meseleyi yazacağım, bir de göstereceğim” diyordu, ben de bekledim. Yazdı yazıyı, keşke yanımda getirseydim; hiçbir bilgi doğru değil, iddia ediyorum, ona da bir cevap yazdım ve bir yerde de yayımlandı. Atom bombalarını savunmak artık çok gözden düşmüş bir şey bütün dünyada, artık hiçbir tarihçi atom bombalarının savaşı bitirmek için atıldığını söyleyemiyor. Bu neredeyse kanıtlandı, yeni açılan belgeler vs. gösteriyor bunu. Yine de bunu savunabilirsiniz, ama hiç olmazsa verdiğiniz bilgiler doğru olsun, tarih doğru olsun, yer doğru olsun, hiçbiri doğru değil. Burada sadece bir yazarlık problemi yok bir editörlük problemi de var. Editörün her şeyi bilmesi gerekmiyor belki ama o yazılarla ilgilenen editörün bunu ele alması lazım. Böyle bir mesele olduğundan haberdar olması lazım.

 

ÖM: Bu son derece önemli bir başka noktaya da getiriyor bizi, medya ve medya izleyicisi, vatandaş kitlesi açısında;, bunlardan bir tanesi şu, nükleer tehdidin varlığıyla, insanlığın, hatta pek çok canlı türünün topluca yok olmak gibi büyük bir tehlike altında olduğu. Özellikle ABD’nin yeni yönetiminin yeni stratejileri ile beraber, bir de bütün dünyada yükselen terör eğilimi ile beraber ne kadar vahim bir tehlike altında olduğumuzu kavramaya imkân yok o zaman böyle bakıldığında. Atom bombasının ikinci bir kullanımının hepimizin sonunu, dünyanın büyük bir bölümünün sonunu getirebileceğini kavramak açısından Russel-Einstein manifestosunu okumak iyi olabilir. Günümüz için de ne kadar geçerli olduğunu görüyoruz. İkinci büyük tehdit, -hangisi daha yakın bilmiyorum-, küresel iklim değişikliği. Bu konu da magazinleştiriliyor gazetelerde. Bunun arkasındaki, muazzam, yılda 2 trilyon dolarlık bir endüstriden bahsediyoruz; fosil yakıt endüstrisi, petrol, doğalgaz ve otomotive bağlı endüstrilerden. Oradaki çıkarların ne kadar önemli olduğunu görmeden bu meseleyi kavramak mümkün değil. Bağlam meselesi hayati bir önem taşıyor medya ve tüketicisi için.

 

MAD: “Cehalet neşrediyor” diyorum ya, bunu bilerek yapıyor. Aslında toplum da bu vaziyette. Toplum kendisi de kendisiyle ilgilenmiyor. Bergama’da bir şeyler oldu değil mi? Altın madeni vardı, bunun için davalar açıldı, bütün davaları kazandı Bergamalılar. En son Avrupa’ya gitti, onu da kazandılar. Devlet hiçbir şeyi uygulamıyor, peki nasıl yapacağız, biz bunu nasıl uygulatacağız? Toplum hiçbir meselesine sahip çıkmıyor.

 

ÖM: Bergamalılar sahip çıkıyor ama...

 

MAD: Toplum, Bergamalının problemini kendi problemi olarak kabul etmiyor.

 

AH: Ya da bir çözüm olacağına inanmıyor da olabilir.

 

MAD: Böyle başka madenler de var, ama bu artık altın madeni sorunu da değil. Mesele bir toplu itiraza bir karşılık alma meselesi. Türkiye’de olmayan şey bu, benim aklıma bir örnek gelmiyor. Buna bir cevap alabilirse toplum, “bir dakika, bu Bergama meselesi, altın madeni meselesi değil” diyecek. Bu adamların bir davası var, üstelik de kazanmışlar, bir şey istiyorlar, hukuken de üstün durumdalar. Bu herkesin sorunu, benim de sorunum, senin de sorunun, Hakkari’deki adamın da sorunu.

 

ÖM: Bergama’da kan örneği alınarak siyanür testi yapılması söz konusuydu. Müracaat eden bin kişiden bahsediliyor, dokuz kişiden ancak alınabilmiş, diğerlerine kaymakamlık engel olmuş. Bunu televizyonlar, gazeteler böyle vermiyor, nedense? Buna neden sahip çıkılmıyor? Aynı şekilde Kyoto antlaşması, küresel ısınmaya karşı uluslararası tek yapılmış anlaşma  ve taraf olmayan, Amerika, Avustralya, Monako ve Lictenstein var, bir de Türkiye var. Çevre Bakanı çıkıyor ve diyor ki; “Biz olmayacağız, çünkü kalkınmamızı yapmalıyız, ondan sonra Kyoto’yu yapacağız.” Medyadan kimse de çıkıp “efendim, ne diyorsunuz?” diye sormuyor.

 

AH: Sadece Afrika ülkelerinin imzaladığı, üçüncü dünyaya oynanan bir oyun olarak görüyor herhalde.

 

ÖM: 180 küsur ülke imzalamış durumda, bütün dünya nerdeyse, Amerika, Avustralya hariç büyük ülke kalmamış, bir de Türkiye imzalamamış. Bunu kimse sormuyor, “Kyoto zaten 2012’de yürürlükten kalkıyor, ondan sonrasını konuşuyor dünya, siz bunu nasıl söylüyorsunuz?” demiyor gazeteler.

 

MAD: Bu zaten bir kere demekle olmaz, bunun üstünde tepinmek lazım, bütün meselelerin üstünde tepinmek lazım. Çürümüş bir medya ortamında yaşıyoruz, toplum da aşağı yukarı öyle ve ancak daha fazla çürüyerek yaşanabilir bir durum var. Ortada bir çaresizlik var, buradan kurtulamıyoruz. Ertuğrul Özkök bir şey yazmış, Herald Tribune gazetesinde okumuş, “şehirdeki sokak kedilerinin popülasyonu bu kadar artarken vahşi kediler neden nesillerinin tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıya?” diye. İlginç bence de. Bunu kendi köşesinde yazıyor, baktım Herald Tribune bir bilim dergisinden almış. Geçtim İran, terör, vs. can sıkıcı konulardan, peki bununla ilgilen. O da yok. Peki gördün, bunu haber yap, o da yok, kendi köşesinde yazıyor.

 

ÖM:  Angelina Jolie var bütün gazete ve televizyonlarda benim görebildiğim kadarıyla, hamileliğinde ve sonrasında uyguladığı diyet üzerinde durdular. CNN’de 2,5 saatlik çok uzun bir mülakat dizisine çıktı. Bütün dünyada yoksullukla mücadele, hastalıkla mücadele için, BM’in elçisi olarak, tüm seyahatlerini kendi cebinden ödeyerek yapmış, bu konu ile ilgili tek kelime yer almıyor bizim basında, diyetinden bahsediyorlar, nasıl zayıflamış, kadın tek kelime bundan söz etmiyor.

 

MAD: Bu istemeden yapılan bir şey olamaz, bu ancak bilerek verilmiyordur. Çünkü bu konuda bilgilendirirseniz olmaz, şu gazetelerdeki haberlere, yorumlara falan kimse tenezzül etmez o zaman. Böyle ele alınmaz tabii.

 

Madem televizyonla başladık onunla bitirelim, televizyonların şöyle ortaya çıkarıp patlattığı bir haber hatırlıyor musunuz? Hoş kim patlatıyor, kimse patlatmıyor, en fazla biriyle röportaj yapıyorlar, orada biraz dikkat çekici bir şey söylüyor biri, Tayyip Erdoğan ya da bilmem kim. Bu böyle olmaz, memleketin hali ortada, bu kadar yolsuzluk, hırsızlık var, hiçbir şeyle uğraşmıyoruz, nükleer santral, vs. Bir gazeteci yazmış, “birisi doğrusunun ne olduğunu söylese de bizi aydınlatsa” diye. Yahu sen gazetecisin, bu işi sen yapacaksın, araştıracaksın. Guardian’ın George Monbiot’su aptal mı da uğraşıyor, yıllarını verip çalışıyor, araştırıyor, soruşturuyor. O da gazeteci, köşe yazarı. O zaman sen niye oradasın? Televizyon için hep “aptal kutusu” derler ya, kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum. NTV’de de haber merkezinde çalışırken de arkadaşlara söylerdim, bilirler, “evet, televizyon bir aptal kutusudur ama önce içinde çalışanları aptallaştırır, dikkat edelim” diye. Ben bunun böyle olduğunu düşünüyorum. “Oradaki herkes aptaldır” demek istemiyorum, ama aptallaşıyorlar. Mesela anket yaptırılır ya, bizim kanalla ya da gazete ile ilgili, millet ne düşünüyor diye, ben de yaptırdım, ama hep söylerim, “tamam usta, yaptır, ama önce kendi çalışanların içinde bir anket yaptır, bu üründen ne kadar memnunlar, kendi yaptıkları işten ne kadar memnunlar, bu iş ortamından, iş yapma şeklinden ne kadar memnunlar?” Yani insanlar memnun olmadıkları bir işi, memnun olmadıkları bir şekilde yapıp, memnun olmadıkları bir ürün üretiyorlarsa, izleyen niye memnun olsun?

 

 

(27 Temmuz 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır)