Mart 2011

-
Aa
+
a
a
a

Dinlemek için:

 

İndirmek için: mp3, 15.6 Mb.

 

Gazeteler yılın ilk iki ayında yaşananları ucuz deprem klişeleri ile tanımlayadursun, Japonya'nın kuzeydoğusu açıklarında yaşanan dokuz şiddetindeki deprem ve ardından gelen tsunami “Adın ne değeri var ki?” sorusuna yanıt veriyor ve bu semantik tartışma noktalanıyordu.

 

 

 

Tsunami, sahil yerleşimlerinde önüne gelen herşeyi sürükledi. İnsanlar, evler, araçlar dev dalgaların altına gömüldü.Tarihteki 5’inci büyük deprem ve tsunaminin bilançosu, 20 bin ölü olarak kaydedildi. Felaketten kurtulmayı başarabilen binlerce kişi ise çok kısa sürede daha sinsi bir felaketle karşı karşıya kaldı.

 

 

 

Fukuşima nükleer santralinin reaktörlerinde ardarda sorunlar yaşanıyor, santral radyasyon sızdırıyordu. Sızıntıyı durduramayan TEPCO elektrik şirketi, çareyi 50 “gönüllü” personeli yüksek radyasyona rağmen reaktörlerin soğutulması için santrale geri göndermekte aradı. İlk başlarda gerek Japonya hükümeti gerekse TEPCO’dan yapılan açıklamalarda felaketin boyutu hafife alınıyor, sorunun kontrol altında olduğu söyleniyordu. Fukuşima Daiichi santralinin etrafındaki 20 kilometrelik bir kordon gecikmeli olarak tahliye edildi. Hükümete göre daha geniş bir tahliyeye gerek yoktu.

 

Sorunun haftalardır çözülememesine tepki gösteren Japon halkı, başkent Tokyo ve Nagoya gibi kentlerde, nükleer enerji karşıtı gösteriler düzenliyor, TEPCO, sızıntıdan zarar görenlere tazminat ödeme kararı alıyordu.

 

Aynı günlerde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, durumun çok ciddi olduğunu,bunun sadece Japonya'nın üstesinden gelebileceği birşey olmadığını bildirdi ve tüm dünyayı işbirliği yapmaya çağırdı. Fukushima felaketinin derecesi nihai olarak Çernobil ile aynı seviye olan 7’ye çıkarılacaktı.

 

Japonya’daki nükleer felaket, tüm dünyada nükleer enerji kullanımını da tekrar tartışmaya açtı. Sonradan, Fukuşima kazasının nükleer enerjiye bakışını değiştirdiğini söyleyecek olan Almanya başbakanı Angela Merkel, ülkesinde 1980 öncesinde yapılan tüm nükleer santrallerin kapatılacağını, orta vadede yenilenebilir enerji kaynaklarına geçileceğini açıkladı. Fransa, ABD ve Rusya da, topraklarındaki nükleer santrallerin güvenliğini kontrol etmeye başladılar. Çin, yeni nükleer tesislerin yapımını askıya aldı.

 

Türkiye’de ise bir idrak sorunu yaşanıyordu. Başbakan Erdoğan, Japonya’daki sızıntının, Türkiye’nin nükleer enerjide atacağı adımlara engel olmayacağını söylerken sofizme selam çakıyor ve “riski var diye tüpgaz da mı kullanmayalım” sözünü sarf ediyordu. Başbakan düşüncelerinde yalnız değildi. Cumhurbaşkanı’ndan anamuhalefet partisi genel başkanına ülkede nükleer enerjiye karşı kimse bulunmuyordu…

 

Gezegen deprem kelimesinin kullanımı üzerindeki haklarını tesis ediyordu etmesine ama Tunus’ta başlayan bozkır yangını da son hızla yayılıyordu. Libya’da Kaddafi rejimine karşı ayaklanma hız kazanıyor, Kaddafi yanlıları artık açıktan sivilleri de hedef alıyordu. Batılı ülkelerin ardarda aldığı yaptırım kararları da Kaddafi’yi etkilemiş görünmüyor, ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Kaddafi’nin “gitme zamanının geldiğini” söylüyor, Kaddafi ise pürneşe, sokaklardaki gösterilerin kendisine destek amaçlı olduğunu iddia ediyordu. Kaddafi’ye bağlı kuvvetler, o günlerde karşı atağa geçti. Savaş uçakları ve tanklarla ilerleyen Kaddafi güçleri muhalifleri bazı kentlerden püskürtmeyi başardı. Kaddafi, Libya televizyonunda gösterilen iki buçuk saatlik konuşmasında, ABD veya NATO’nun müdahale etmesi halinde, binlerce kişinin öleceğini, Libya’nın Amerika için ikinci bir Vietnam olacağı tehdidini savurduğunda büyük çoğunluğu siviller olmak üzere ölü sayısı iki bini bulmuş, yüzbinlerce kişi ise mülteci durumuna düşmüştü.

 

BM Güvenlik Konseyi, bu şartlar altında Libya'da uçuşa yasak bölge oluşturulmasını içeren karar tasarısını kabul etti. Ancak, uçuşa yasak bölgenin nasıl oluşturulacağı, vurucu güce hangi ülkelerin dahil olacağı gibi birçok konu daha konuşulmadan Fransız ve Amerikan uçakları işi sağlama aldı: 19 Mart Cumartesi gecesi ansızın bombardımana başladılar. Dahası, kapsamı “sivillerin zarar görmesini engellemek” olan BM kararı birkaç gün içinde BM kılıfından sıyrılıverdi. Artık komuta NATO’da, harekatın komuta üssü ise İzmir’deydi.

 

Bu sırada Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da bozkır yangını ilerliyor diğer ülkelerdeki rejim karşıtı protestolar sürüyordu. Suriye’de Beşşar Esad Şam, Dera, Hama, Humus’ta göstericiler öldürülürken devlet memurlarına zam yapıyor, Bahreyn’de hapishaneler boşaltılıyor ve ülke Suudi Arabistan tarafından Bahreyn hükümetinin davetiyle işgal ediliyor, Sudan’da El Beşir bir daha başkanlığa aday olmayacağını açıklıyor, Ürdün Kralı Abdullah, anayasal monarşi fikrini incelemeye başladığını söylüyor, Fas Kralı, reform programı açıklıyor, ama protestocuların öfkesi asla dinmiyordu. Tüm bu isyanların ortak bir noktası vardı. Diktatörlerin tümü, isyanların “dış mihraklı” olduğuna kalıbını basıyordu.

 

Öte yandan, ABD Afganistan ve Pakistan’da sivillere kan kusturmaya devam ediyor, Amerikan insansız hava aracının Pakistan'ın Güney Veziristan bölgesinde düzenlediği saldırıda 11 kişi ölüyor ve böylece ABD'nin son 2 yılda Pakistan'da düzenlediği saldırılarda ölenlerin sayısının 1,700’ü aştığı ifade ediliyordu.

 

 

 

Afganistan’da ise odun toplayan dokuz çocuk NATO ateşi ile öldürüldü. Neyse ki NATO, yoğun tepkilerden de etkilenerek, “yanlışlıkla” öldürdüğü çocuklar için özür diliyor ve olay böylece “tatlıya bağlanıyordu”. Bu günlerde, Afganistan'da yanlarında sivil cesetler ve ellerinde kesik başlar ile gülümseyerek poz veren bazı Amerikalı askerler yüzünden bir özür de Pentagon’dan geliyordu.

 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika böyle çalkalanırken ABD'nin Wisconsin eyaletinde kamu çalışanlarının haklarını kısıtlayan ve pazarlık güçlerini azaltan yasa tasarısı, senatonun ardından eyalet meclisinde de onaylanıyor, tasarının çıkmasını engellemeye çalışan protestocular kongre binasının önünde sabahlarken bir yandan da yaklaşmakta olan kusursuz fırtınanın haberini önceden veriyorlardı.

 

Türkiye’de ise Ergenekon davasında yeni dalgalar geliyordu. Gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık ile, Yalçın Küçük'ün de aralarında bulunduğu, 6 kişi tutuklanıyor, çeşitli adreslerde yapılan aramalarla, Ahmet Şık’ın henüz yayımlanmamış kitabının taslağının kopyalarına el konuluyor ve taslağın Ergenekon gibi davaları etkilemek amacıyla bir ekip tarafından hazırlandığı iddiasıyla yine basılmadan toplatılıyordu. Dünyada böylesine ender rastlanırdı: henüz basılmamış bir kitapla, suç işlenebileceği kabul edildiği gibi, basılmamış kitap basılmadan, yani kitap olmadan toplanıyordu.

 

Tutuklanan gazeteciler için eylemler düzenlendi, bunun bir susturma ve sindirme harekâtı olduğu iddiaları ortaya atıldı, ülke dışından tepkiler yağdı. Avrupa Konseyi, Türkiye'yi basın özgürlüğü konusunda uyardı, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı da, Türk makamlarını, gazetecileri yıldırma ve tehdit etmeye son vermeye çağırdı.

 

Hükümet yetkilileri meseleyi basın ve ifade özgürlüğüyle hiç ilişkilendirmediler bile. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “sadece gazetecilikten alınsalardı, basına darbe olurdu” diyerek, bu gazetecilerin, meslek dışı faaliyetlerinden dolayı tutuklandığını ima ederken, soruşturmanın sonucunun beklenmesini isteyen Başbakan Erdoğan, Türkiye’deki basın özgürlüğünün bulunduğu noktayı ağır şekilde eleştiren Avrupa Parlamentosu’nun raporunu hazırlayanlar için “dengesiz” sıfatını kullanıyordu. Kitap yasaklamanın doğru olmadığını ve Türkiye’ye yakışmadığını söyleyen Cumhurbaşkanı Gül ise, aynı zamanda, olanların o gazeteciler ve kitapları için bir tanıtım çalışması olarak da algılanabileceğini vurguluyordu. O esnada Ahmet Şık'ın olay yaratan kitap taslağının tamamı, sosyal medyada paylaşıma girdi, özel yetkili başsavcılık hemen inceleme başlattı, bir sürü kişi taslağın bir kopyasını bulundurdukları gerekçesiyle kendilerini savcılığa ihbar etti.

 

Türkiye’nin ilk ve tek Nobel ödüllü kişisi yazar Orhan Pamuk, daha önceki yıllarda bir İsviçre dergisine mülakat verirken söylediği ''30 bin Kürt'ü ve 1 milyon Ermeni'yi öldürdük" sözleri nedeniyle tazminata mahkûm oldu, PKK yöneticileriyle Kandil’de röportaj yapan gazeteci-aktivist Hakan Tahmaz 10 ay hapis, Birgün gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürü de para cezasına çarptırılırken Mart ayına Türkiye açısından ifade ve basın özgürlüğü mührünü vuruyordu. Ama pek övünülecek bir mühür sayılmazdı bu.

 

Türkiye 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü, Türk Tabipleri Birliği’nin kadın cinayetlerinin son 7 yılda %1400 arttığını gösteren araştırmasının gölgesinde kutladı. Mart ayında Hükümete, 6 ay süreyle bazı konularda Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi veren yasa tasarısı TBMM’de sessiz sedasız kabul ediliyor, Meclis’in bypass edilmesinin yolu bizzat Meclis tarafından ardına kadar açılıyordu.

 

Yıl olağanüstü bir olay yoğunluğuyla devam ediyor, bizler de Açık Gazete’yi acaba dört saate mi çıkarsak diye kafamızı kaşıyorduk.

 

OcakŞubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık