İnsan hakları, devlet ve uluslararası düzen

-
Aa
+
a
a
a

Peter Singer

 

 

i.         Bir olay incelemesi: 2003 Irak Savaşı

 

2002’nin Eylül ayında Birleşmiş Milletlerde bir konuşma yapan Bush şöyle diyordu: “Irak halkının özgürlüğü büyük bir ahlâki dava, büyük bir stratejik hedeftir. Iraklılar bunu hakediyor.” Saddam Hüseyin yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan acımasız bir diktatördü. Öyleyse Saddam’ı düşürme sürecinde Irak’da meydana gelecek ölümler, yaralanmalar ve maddi tahribat Saddam’ın kendi halkına karşı yapmaya devam edeceği kötülüklerden daha fazla olmamak kaydıyla, açık bir etik argümana dayanarak haklı gösterilebilirdi. Dolayısıyla Amerika ve İngiltere’nin Irak’a saldırısını, hükümeti vatandaşlarının insan haklarını ihlâl eden egemen bir devlete müdahale etmenin haklı olup olmadığı sorusunu beraberinde getiren bir olay olarak inceleyeceğim.

 

Geleneksel olarak uluslararası hukuk devletlerin egemenliklerini hükümet biçimlerinden ve neredeyse kendi vatandaşlarına karşı işlediği suçlardan bağımsız olarak kabul eder. Saldırı eylemleri veya barışa yönelik tehditlerin dışında Birleşmiş Milletler Şart’ı da bunu doğrular. “Şart, Birleşmiş Milletlerin esas itibariyle bir devletin iç hukukunu ilgilendiren meselelerde müdahalesini uygun bulmaz ve üyelerini bu tür meselelerin işbu şart hükümlerine göre çözülmesini istemekle yükümlü tutmaz.”1 Birleşmiş Milletlerin bu hükmü bazen çok geniş yorumladığı doğrudur. Geçmişteki böyle bir geniş yorum Irak’la ilgilidir. 1991’de Güvenlik Konseyi sivil bir halk üzerinde baskı kurmanın uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden sonuçlar doğurduğu ve müdahaleyi haklı kıldığına karar verdi. Konsey, sığınmacıların başka ülkelere gittiklerinden söz ettiği için baskının Irak dışında sonuçlar doğurduğu tartışılabilir.2 Başka örneklerde mesela Haiti’de Konsey demokratik yollarla seçilen başkan Jean-Bertrand Aristide’i yeniden iktidara getirdiğinde bu müdahalenin barışa yönelik bir tehdidi önlemek için gerekli olduğu iddiası tartışma götürür.3

 

Uç durumlarda ise ahlâka dayanan insancıl amaçlı müdahaleler kabul görmüştür. 1994’te Ruanda’da soykırımı durdurmak için müdahale etmenin etik ve yasal gerekçeleri olduğu çok kimse tarafından kabul edilmektedir. Böyle yapmamaktan doğan vicdan azabı NATO devletleri liderlerinin Kosova’da halkın öldürülmesini önlemek için Yugoslavya’ya müdahale etmelerini teşvik etmiş olabilir. Başkan Clinton’dan başlayarak birçok kişi o tarihte Birleşmiş Milletlerce yetki verilmiş olmadığından yasallığı kuşkulu bu müdaheleyi doğru bulmuştur. Uluslararası hukukun devamlı gelişme gösterdiğini ve ilerde insancıl amaçlı müdahale gibi ahlâki konularda dünya kamu oyunu izleyeceği ileri sürülebilir.

 

Ne var ki 2003’te Irak’daki durum 1994’de Ruanda’daki ve 1999’da Kosova’daki durumdan önemli ölçüde farklıydı. Irak’a saldırıldığında Saddam herhangi bir soykırım ya da geniş katliam faaliyeti içinde değildi. Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada Bush şöyle diyordu: “Saddam Hüseyin Iran’a 1980’de ve Kuveyt’e 1990’da saldırdı. İran, Suudi Arabistan, Bahreyn ve İsrail’e güdümlü füzeler fırlattı. Bir defasında Saddam rejimi Kuzey Irak’ta bazı Kürt köylerinde yaşayan 15 ile 70 yaş arasında herkesin öldürülmesini emretti. Bir çok İran’lıya ve 40 Irak köyüne gaz bombaları attı.”

 

Kuzey Irak’taki Kürtlerin öldürülmesi 1988 yılındaydı, İran ve Irak köylerinde gaz bombaları kullanılması da aynı dönemdedir. Saddam daha sonra, 1991’de, güneyde bir Şii ayaklanmasını büyük bir vahşetle bastırdı ve 1990’ların ortalarında İran sınırı yakınındaki bataklıklarda yaşayan Araplara saldırdı. Bu olaylar sırasında Saddam’a karşı yapılacak insancıl müdahale  etik gerekçelerle savunulabilirdi. Bush’un Irak’a saldırısından önceki yıllarda hernekadar Saddam’a muhalefet ettiklerinden şüphelenilen kişilerin işkence görmesi ve öldürülmesi devam ettiyse de bunlar daha önceki vahşetlerin çapında değildi. Saddam’ın uzun vahşet sicilinin tarihini  yazan Con Coughlin, Saddam, Terör Kralı başlıklı kitabında 2002 yılına geldiğimizde “sıradan Irak’lıların 1990’ların çok büyük bir bölümünde katlandıkları korkutucu yoksunluklardan yavaş yavaş kurtulmaya” başladıklarını yazıyor.4 Bu durumda Bush Irak saldırısını gerekçelendirmeye çalışırken Irak hükümetinin kendi insanlarına karşı Burma, Kuzey Kore ve Türkmenistan’daki gibi baskıcı diğer rejimlerden daha büyük suçlar işlediğini iddia etmek güçtür.

 

Ne savaşın başladığı zaman insancıl müdahale tezini savunmanın daha önceki yıllara kıyasla daha zayıf olması ne de diğer baskıcı rejimlerin Saddam’ınki kadar kötü olması Saddam’dan kurtulmanın haklılığını göstermenin önünde aşılamaz engeller değildir. En dolambaçsız bir ifadeyle, Irak halkına yardım etmek için Saddam’dan kurtulmak yararcılık ilkesine uygun bir gerekçedir. Savaş başladığında yapılması gereken tek şey, aralarında -kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi- masum insanların ölmesinin de bulunduğu zararlar karşısında elde edilecek yararın daha fazla olduğunu gösterebilmekti. Belki de Saddam’dan daha önce kurtulmak gerekirdi ama bunu hiç yapmamaktansa geç yapmak daha doğruydu. Belki dünyada Saddam Hüseyin kadar kötü diktatörler de vardır ancak onlardan kurtulmak için Saddam’ı devirirken canlarından olanlardan daha da çok sayıda masum insan ölebilirdi.

 

Kurtarma savaşını haklı gösterecek güçlü yararcı gerekçeler sahiden var mıydı? Yararcılık açısından Bush’un Irak saldırısının haklı olup olmadığı, Bush’un kârların zararları aşacağına inancının ne ölçüde makûl olduğuna bağlıdır. Bunun hesabını yapmak ise çok güç. En dolaysız zararlarda bile odaklansak bu güç bir iş olacaktır. Savaşta ölen sivil sayısı 5.000’i aşmıştı; ciddi şekilde yaralananların sayısı çok daha fazla olmalı. Ana babaların çocukları öldü, çocuklar öksüz bırakıldı, hem yetişkinler hem çocuklar sakat kaldı. Bu hesaba ölen askerleri de katmamak için bir neden yok. Amerikan ve İngiliz güçlerinden 200’den fazla asker öldü. Irak’lı savaşçıların ne kadarının öldüğünü bilmiyoruz ama sayıları 10.000’leri bulmuştur. Belki bazı Irak birlikleri Saddam’ın acımasız politikalarını isteyerek uyguladıklarından sempatimizi hak etmiyorlar. Ama Saddam rejimi bu kadar acımasız olduğu içindir ki Irak ordusu gönüllü askerlerden değil zorla silah altına alınanlardan oluşuyordu. Desteklemedikleri bir rejimi savunmak için savaşan binlerce genç öldü. Onların da anneleri, karıları, çocukları vardı, bu ölümler de savaşın maliyetine katılmalıdır.5 Ölümlerin ve sakatlanmaların yanı sıra birçok aile de bomba saldırıları sonucunda evsiz barksız kaldı.

 

Bütün bunlara karşın, Irak’lıların savaştan sonraki durumunun öncekinden daha iyi olacağını söyleyebilir miyiz? İyileşme ancak Irak’ta sağlam ve demokratik bir devletin kurulmasıyla mümkün olabilir. Böyle bir devlet kurulur ve Irak gelişirse, Irak’lıların genelde savaştan kazançlı çıktığını söyleyebiliriz ve bu saptama Bush’un savaş kararının etik temellendirilmesine bir ölçüde yardım eder. Ancak uluslararası hukuk “rejim değişikliği”nin arzulanır bir şey olmasını savaş nedeni saymadığından, geriye, özellikle, savaşın uluslararası hukuku sınırlayıcı etkisi gibi dikkate alınması gereken daha büyük sorular kalacaktır.

 

ii.       Ahlâki İkilem

 

Kofi Annan Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı bir konuşmada bu sorunun beraberinde getirdiği ahlâki ikilemi ortaya koydu. Ona göre bazı kişiler “uluslararası düzenin geleceğine yönelik en büyük tehdidin Güvenlik Konseyi kararı olmadan kuvvet kullanılması” olduğuna inanırlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri bu görüşte olanlara Ruanda’daki soykırıma giden karanlık günlerde Tutsi nüfusunu korumak amacıyla bir devletler koalisyonu kurulduğunu, fakat Güvenlik Konseyinden yetki alamadığını düşünmelerini istedi. Koalisyon bir kenara çekilip dehşete seyirci mi kalacaktı? Çoğumuz bunu onaylıyamayacaktık. Ardından Annan devletlerin veya devletler koalisyonlarının uluslararası hukuku uygulamak için kurulmuş mekanizmalar dışında harekete geçmelerinin haklı olduğunu düşünenlere şunu sordu: Bu tür müdahaleler, “kimin ve hangi koşullarda geçmiş örneklere dayanarak karar vereceğini belirten bir açık kriter olmaması halinde”, gelecekteki müdahaleler için “tehlikeli bir emsal oluşturmayacak mıdır”?6 Bush’un Irak’a saldırısından sonra bu soru her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.

 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin bile Birleşmiş Milletler kararı olmaksızın müdahale edilemeyeceğini söylememesi dikkat çekicidir. Ancak Kofi Annan’ın aklında başka devletlerce acil müdahale yapılmadığı takdirde Ruanda’da olduğu gibi, yüzbinlerce kişinin ölebileceği, istisnalar vardı. Daha önce değinildiği üzere 2003 Martında Irak’ın işgâlini gerektiren âcil bir durum yoktu. Dolayısıyla işgâl, Güvenlik Konseyini görüşünü değiştirmesi için ikna etmeyi bekleyemeyecek kadar yakın bir insanlık faciasının önlenmesi gerekçesine dayandırılamaz.

 

Kofi Annan’ın belirttiği gibi, insancıl amaçlarla müdahalelerin ahlâklılığını değerlendirdiğimizde bu müdahalelerin emsal teşkil ettiğini unutmamalıyız. Bunun içindir ki Irak savaşının Irak halkı için savaş sırasında uğradıkları ağır kayıplardan daha fazla yarar getirdiği iddiası doğru olsa bile, savaşın ahlâki açıdan haklı olup olmadığı sorununu çözemez. Irak savaşı Irak halkı için iyi sonuç doğurmuş olsa dahi, bu savaş uluslararası hukuku ağır biçimde çiğnemiş ise ve Birleşmiş Milletlerin uyuşmazlıkları barış yoluyla çözmek yetkisini zayıflatmışsa, savaş koşullarını saptarken daha az titiz davranan başka devletlerin Birleşmiş Milletler çerçevesi dışında savaşa başvurmaları tehlikesini arttırması olasıdır. Bu ek faktör dikkate alındığında savaşın yalnızca hukuka değil, ahlâka da aykırı olduğu düşünülebilir.

 

Bu yargının temelinde kuşkusuz bir devletin kendisini saldırıya karşı savunması dışında Birleşmiş Milletlerin kuvvete başvurmak yolundaki yetkinin tek kaynağı olduğu ve tek kaynağı kalması gerektiği düşüncesi yatmaktadır. Bu bildirinin geri kalan bölümünde bu nedenle Bush’un başlatmak istediği ve Irak savaşının bir bölümünü oluşturduğu uluslararası ilişkilerin daha geniş çerçevesini inceleyeceğim.

 

iii.  Birleşmiş Milletler mi, Amerikan hâkimiyeti mi?

 

Soğuk savaş bittiğinde uluslararası ilişkilerde dünya çapında barış bekçiliği rolünü üstlenecek iki ciddi aday vardı: Birleşmiş Milletler ve artık tek süper güç olan A.B.D. 1 Haziran 2002’de Westpoint’da yaptığı bir konuşmada Bush aşağıdaki sözleri ile örtük olarak Birleşmiş Miletler’in dünya bekçisi olduğunu reddederek onun yerine kendi ülkesini geçirdiğini ifade etti: “Amerika karşı çıkılamayacak askeri güce sahiptir ve bu gücünü korumak kararındadır; böylece Amerika diğer dönemlerin istikrarı bozucu silahlanma yarışlarını anlamsız kılıp rekabeti ticaret ve diğer barışçı çabalar alanıyla sınırlandırmış olacaktır.”

 

Birleşmiş Milletlerin desteklenmesine karşı en kesin itiraz, bir çıkar çatışması kendisini istifaya zorlayana kadar ‘Pentagon Savunma Politikası Kurumu’nun başkanı olan (ve çıkar çatışması ortaya çıktıktan sonra da bu kurulda üyeliğini sürdüren) Richard Perle’den gelmiştir. Irak savaşı devam etmekteyken muhafazakâr İngiliz dergisi The Spectator’da yayınlanan bir makalede Perle, Saddam Hüseyinin iktidardan düşerken “Birleşmiş Milletleri de beraberinde sürükleyeceği” ve ‘Irak’ta ölenin yeni bir dünya düzeninin temeli olarak Birleşmiş Milletler fantezisi olacağı” umudunu dile getirdi. Perle’i özellikle rahatsız eden husus, kuvvet kullanmak gerektiğinde buna meşruiyet kazandıracak tek kurumun Birleşmiş Milletler olduğu düşüncesiydi. Perle  ‘neden NATO, pek çok diktatörlükleri içeren Birleşmiş Milletler kadar meşru olmasın?’ diye soruyordu.

 

Perle’in sorusunun cevabı kolaydır: Birleşmiş Milletler her devletin katılımına açıktır. NATO ise davet edilmeden katılamayacağınız bir kulüptür. Niçin kendi kendilerini seçmiş bir grup devlet dünyayı yönetmek yetkisine sahip olsun? Birleşmiş Devletler devletler arasındaki uyuşmazlıkları çözmek hususunda ahlâki otoriteye sahip olabilecek ve önerdiği çözümleri kabul ettirebilecek tek kuruluştur.

 

Kabul edelim ki Birleşmiş Milletler mükemmel bir kuruluş değildir. Asıl etkili kararların alındığı Güvenlik Konseyinde 2. Dünya Savaşından galip çıkan devletler -Çin, Fransa, Rusya, İngiltere ve A.B.D.- daimi üye olup her kararı veto etmek hakkına sahiptir. İngiltere ve Fransa gibi devletler veto hakkına sahipken Brezilya, Hindistan, Endonozya ve Japonya’nın veto hakkının bulunmamasının haklı bir nedeni yoktur. Bunun gibi, beş daimi üyeden dördünün Hiristiyan kültürüne dayalı bir tarihe sahip olmasına karşılık hiçbir Müslüman devletin temsil edilmemesi makûl gözükmemektedir. 2003 Irak savaşı hazırlıkları sırasında Fransa, Rusya ve belki Çin’in Irak’a karşı kuvvet kullanılmasına yetki veren Güvenlik Konseyi kararını veto edecekleri belli olduğundan A.B.D. ve İngiltere oy toplamak için kulis faaliyetini sürdürdüler, böylece, karar veto edilse bile Güvenlik Konseyinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bir kararı ahlâki bir zafer sayacaklarını belirtmiş oldular. Başbakan Blair “makûl şekilde kullanılmayan bir veto”yu dikkate almayacaklarını söylüyordu. (Bilindiği gibi sonunda kararı oylatmadılar çünkü çoğunluk dahi sağlanmayacağını biliyorlardı.) Bu durum A.B.D ile İngiltere’nin kendi ‘olumsuz’ oylarının Güvenlik Konseyi üyelerinin çoğunluğunca benimsenen bir kararı önleyeceğini gösterir.

 

Daha genel bir ifadeyle bu durum, veto sistemini gözden geçirmek ve mevcut sistem yerine kararlar için üyelerin dörtte üçü veya üçte ikisi gibi nitelikli bir çoğunluk ikame etmek yönünde bir eğilimin varlığını göstermektedir. Bu suretle Güvenlik Konseyindeki daimi üye sayısı çoğaltılabilir ve dünya nüfusunun daha iyi temsil edilmesi sağlanabilir.

 

Daha kapsamlı değişiklikler dahi düşünülebilir. Devletlerin Birleşmiş Milletler’e üye olmadan önce yetkilerini halklarının onayından aldıklarını kanıtlamaları zorunlu kılınırsa, Birleşmiş Milletler belki bir demokrasiler birliğine dönüşebilir. Bu yapılınca nüfus sayılarını yansıtacak yolda üye devletlerin oylarına ağırlık tanımak; böylece genel kurulu bir tür dünya parlamentosuna dönüştürmek mümkün olacaktır. Ancak bu gibi değişiklikler daha uzak bir gelecek için söz konusudur. Güvenlik Konseyinde reform hem daha kolay hem de daha ivedidir. Bunu yapmanın gerektireceği emeğe değip değmeyeceği barışcıl bir dünyaya ulaşmanın daha iyi bir yolu olup olmadığına bağlıdır. Bush yönetimindeki etkili kişilerin yeğledikleri seçenek ‘bir Amerikan yüzyılı’, bir ‘Pax Americana’, A.B.D’nin uyguladığı bir dünya barışı veya, iki kelimeyle, Amerikan hakimiyetidir.

 

İkisi de savaşın etkili destekleyicileri olan Lawrance Kaplan ve William Cristol The War over Iraq adlı kitaplarında bunu açıkça söylüyorlar. Yazarlar şunu soruyor: “Peki, sağlam ilkeler ve yüksek ideallere hizmet ediyorsa hükmetmenin neresi yanlış”.9 Ancak Amerika’nın sağlam ilkelerinin ve yüksek ideallerinin bir anlamı varsa o da demokrasidir. Demokrasi savunucularının üç yüz milyon nüfusu olan bir devletin üzerinde altı milyar insanın yaşadığı bir gezegene hükmetmesi düşüncesinin yanlış bir tarafı olduğunu görmeleri gerekir. Bu, nüfusun %5’inin geri kalan %95’ne onların onayı olmaksızın hükmetmesi demektir. Eğer Amerika hükmediyorsa, A.B.D. kongresi ve A.B.D. Başkanı dünyaya hükmetmektedir- fakat onlara sadece Amerikan vatandaşları oy vermektedir.

 

Demokrasiden sonra Amerika’nın savunduğu –Amerikan Anayasasını hazırlayanlar için de çok önemli olan– diğer sağlam ilke, devletin tek bir organının despotluğa dönüşmesini önlemek için ihtiyaç duyulan kontrol ve dengelerdir (checks and balances). Amerika en üstün devletse, onu gücünü kullanırken despotluğa yönelmekten ne alıkoyacaktır? Amerika’nın kendi anayasal yapısı içinde kontrol ve dengeler mevcut olabilir, ama bunların hepsi Amerika’nın iç bünyesine ilişkindir –Amerikan Kongresi Amerika Başkanını kontrol eder ve Amerikan hakimleri devletin diğer iki kuvvetini kontrol altında tutar. Amerika’nın, Amerika dışındaki dünya üzerinde hakimiyeti ise hiçbir dış kontrola tabi değildir.

 

Amerika’nın hakimiyetini “sağlam ilkeler ve yüksek idealler” hizmetinde kullanacağı iddiası bu nedenle daha başından bir çelişkidir, çünkü bu ilkeler ve idealler tek bir devletin zorla kabul ettirilen, seçime dayanmayan dünya hakimiyle bağdaşmaz. Bu görüş doğru olmasa bile, Amerika’nın Bush’un önderliğinde, bir dünya vatandaşı olarak, yürüttüğü politika, Amerika’nın dünya hakimiyetini yalnızca Amerikalıların değil, bütün dünya halklarının yararı için kullanacağına güvenilebilecek tek devlet olduğu inancını desteklememektedir. Bir tek örnek vermek gerekirse, Bush’un Kyoto Protokolunu imzalamayı reddetmesi dünya milletlerinin pek çoğuna millî bir bencillik gibi gözükmektedir. Bu davranış, Amerikalıların çoğundan daha kötü durumda olan insanların hayatını tehlikeye atmanın Amerikalılara çok daha ılımlı fedakârlıklar yüklemeye tercih edildiğini gösteriyor.

 

Daha da temel bir açıdan, Bush ve destekleyicilerinin Amerika’yı dünya jandarması ilân etmeleri, dünyanın kuvvetle değil, âdil kanunlarla yönetilmesi imkânını fiilen reddetmektir. Londra’da King’s College’de Tıp Hukuku ve Ahlâk Merkezinin müdürü ve İnsanlık: 20. Yüzyılın Bir Ahlâk Tarihi başlıklı kitabın yazarı olan Jonathan Glover’in dediği gibi, Pax Americana güce sahip, fakat hiçbir ahlâki otoritesi olmayan Hobbes türü bir yönetici ve çatışmaların çözümlenmeyip yalnızca bastırıldığı bir dünyayı varsayar.10 Glover ise onsekizinci yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant’ın Ebedî Barış kitabında önerdiği türden bir dünyayı tercih ediyor. Kant devletlerin kuvvet kullanma tekelinden bir dünya federasyonu lehine vazgeçtikleri bir sistemi savunuyordu. Dünya federasyonu karşılıklı rıza ile kurulmuş bir organın ahl­âkî otoritesine sahip olacak ve kararlarını tarafsız bir biçimde verecekti. Günümüz dünyasında bu, emrinde yeterli kuvvet bulunan ve bu kuvvetin ne zaman kullanılacağına karar vermesi tarafsız usûl kurallarına bağlı, reformdan geçmiş bir Birleşmiş Milletler demektir.

 

Bush ve destekleyicileri buna yanıt olarak, bugün –Bush’un deyimiyle– “radikalizm ve teknolojinin tehlikeli kavşağı”nda bulunduğumuzdan, Birleşmiş Milletleri mükemmelleştirmek ve onun bu tehlikeyi durduracak şekilde işlemesini sağlamak için onyıllar boyunca çalışmak lüksüne sahip olmadığımızı söyleyeceklerdir. Ama Bush’un tuttuğu yolun bizi güvene kavuşturması ihtimalinin daha yüksek olduğu bu kadar açık mı? Uluslararası terörizm sınır tanımamaktadır, onu durdurmak uluslararası işbirliğini gerektirecektir. En büyük tehlike silâh üretiminde kullanılan uranyum ve plutonyumun teröristlerin eline geçmesidir. Rusya’nın elinde 1000 tondan, Amerika Birleşik Devletlerinin elinde 800 tondan çok bu tür malzeme var. Pakistan ve Hindistan dahil başka ülkeler de  bir miktar bu tür malzemeye sahip. (Amerikan saldırısı başladığı tarihte Irak’ın elinde bu çeşit maddeler bulunmadığı gibi onları tedarik etmek üzere olmadığı da açıkça görülüyor.) Atom Bilginleri Bültenine göre ilkel bir nükleer silah imâl etmek için böyle bir imalâta elverişli 25 kg uranyum ve 8 kilo plutonyum yeterli. Sovyetler Birliğinin dağıldığından bu yana, onsekizi silah üretimine elverişli uranyum veya plutonyumla ilgili olmak üzere, yüzlerce radyoaktif malzeme kaçakçılığı girişimi ortaya çıkarıldı.11 Belki de teröristlerin nükleer silah ele geçirmelerini önlemek bakımından en etkili yöntem, ister Rusya veya Pakistan’daki gibi silah programlarından ister nükleer enerji programlarından kaynaklansın, nükleer silah üretimine elverişli bütün malzemelerin zararsız hale getirilmesi veya güvenli bir biçimde depo edilip saklanmasıdır. Bu, sözü edilen türden malzemeye sahip veya onları üretebilecek bütün ülkelerin işbirliğini gerektirir. Bunun gibi biyolojik silahlara karşı güvenli bir korunma bu silahları imâl etmek uzmanlığına sahip tüm ülkelerin işbirliğini gerektirir. Bunun ise, diğer ülkelere hükmetmektense, saygın uluslararası kurumlar aracılığıyla, diğer ülkelerle işbirliği yaparak gerçekleşmesi olasılığı daha yüksektir.

 

IV.  S o n u ç

 

Bu bildiride Birleşmiş Milletlerin uluslararası düzenin temeli olduğu ve temeli kalması gerektiğini savundum. Mümkünse Birleşmiş Milletler reforma tabi tutulmalıdır, fakat, reform yapılsın veya yapılmasın, Birleşmiş Milletlere dayanan bir uluslararası düzen diğer seçeneğe, Amerika Birleşik Devletleri’nin hakimiyetine dayanan bir düzene yeğdir. Bu nedenle Birleşmiş Milletlerce yetki verilmeden diğer bir devletin hükümranlık alanına müdahaleyi kabul etmek hususunda çok isteksiz olmalıyız. “Hiçbir zaman” değil “çok isteksiz” deyimini kullanıyorum, çünkü Birleşmiş Milletler, Ruanda’da olduğu gibi, büyük çapta bir soykırımı önlemek için herhangi bir sebeple harekete geçmezse, bir devletler koalisyonunun, Birleşmiş Milletlerce yetki verilmiş olmadan da, müdahale etmesini soykırımın meydana gelmesine tercih ederim. Fakat ümidim, gelecekte, Birleşmiş Milletlerin hatalarından ders almış olacağı ve müdahaleye yetki vereceği, böylece hiçbir devletin veya devletler koalisyonunun yetki olmadan harekete geçmesine ihtiyaç kalmayacağıdır.