Hâlâ Tarihin Sonundayız...

-
Aa
+
a
a
a

Radikal / Wall Street Journal, 8 Ekim 2001

10 yıl önce tarihin sonuna eriştiğimizi iddia etmiştim. 11 Eylül'ün ardından birçok yazar gelişmelerin iddiamı çürüttüğünü ileri sürdü

Birçok yazar ve yorumcu, 11 Eylül trajedisinin 10 yıl önce söylediğim, tarihin sonuna eriştiğimiz iddiasının yanlış olduğunu kanıtladığını yazdı. Sonra koro başladı; George Will tarihin tatilden döndüğünü belirtti, Fareed Zakaria tarihin sonunun sonunu ilan etti. Bu eşi benzeri olmayan saldırının tarihi başka bir boyuta taşımadığını iddia etmek saçmadır ve 11 Eylül'de ölenlerle şu anda Afganistan'daki askeri operasyonlara katılanlara hakaret anlamına gelir. Fakat ben 'tarih' kelimesini farklı kullanmıştım: Benimki liberal demokrasi ve kapitalizm gibi kurumlarla tanımlanan, insanlığın moderniteye doğru yüzyıllar süren ilerlemesine gönderme yapıyordu. 1989'da komünizmin yıkılışının arifesinde yaptığım bu gözlem, bu evrimsel gelişmenin dünyanın her seferinde daha büyük bir kısmını moderniteye doğru götürdüğüydü. Liberal demokrasi ve serbest pazar ekonomisinin ötesinde gelişme göstermek adına ulaşmak isteyebileceğimiz başka bir şey yoktu, o yüzden tarihin sonuydu. İlerlemeye direnen bazı gerici unsurlar vardı, fakat sosyalizm, monarşi, faşizm ve diğer bütün otoriter yönetimler denendikten sonra insanların sürdürmek istediği mantıklı başka bir medeniyet alternatifi kalmamıştı. Medeniyetlerin çatışması Bu görüşe birçok insan meydan okudu, özellikle de Samuel Huntington. Huntington dünyanın tek ve küresel bir sisteme doğru ilerlemek yerine 6-7 kültürel grubun birbirleriyle karışmadan beraber yaşadığı ve küresel çatışmaların kırılma noktalarını oluşturduğu bir 'medeniyetler çatışması'nın batağında varlığını sürdürdüğünü iddia ediyordu. Küresel kapitalizmin merkezine yapılan ve başarılı olan saldırının Batı'dan memnun olmayan aşırı İslamcılar tarafından düzenlendiği kesin olduğu için gözlemciler Huntington'ın 'çatışma' görüşüyle benim 'tarihin sonu' hipotezime sekte vuruyor. Ben haklı olduğumu düşünüyorum: Modernite, bu yaşananlar ne kadar acı olsa da rayından çıkmayacak kadar güçlü bir yük treni. Demokrasi ve serbest pazarlar dünyanın büyük bölümü için egemen prensipler olarak zaman içinde gelişmeye devam edecekler. Fakat şu andaki meselenin asıl boyutlarının ne olduğunu düşünmek gerekiyor. Ben her zaman modernitenin kültürel bir temeli olduğuna inandım. Liberal demokrasi ve serbest pazarlar her zaman her yerde işlemez. En iyi belli değerleri olan -bu değerlerin çıkış noktaları tamamen mantıklı olmasa da toplumlarda işlerler. Modern liberal demokrasinin ilk önce Hıristiyan Batı'da doğması bir tesadüf değil, çünkü demokratik hakların evrenselliği birçok anlamda Hıristiyanlığın evrenselliğinin seküler bir formu olarak görülebilir. Huntington'ın temel sorusu şu: Modernitenin kurumları sadece Batı'da mı işleyecek, yoksa onların çekiciliklerindeki daha genel bir şey Batılı olmayan toplumlarda da ilerlemelerine imkân verecek mi? Bence evet, verecek. Kanıt demokrasi ve serbest pazarın Doğu ve Güney Asya, Latin Amerika, Doğu Avrupa gibi bölgelerde ilerleme göstermiş olması. Diğer bir kanıt Batılı toplumlarda yaşamayı seçen ve zamanla Batılı değerleri kabul eden Üçüncü Dünya ülkesinden gelen göçmenler. Fakat İslam'da, ya da köktendinci İslam'da Müslüman toplumları moderniteye direnmeye iten bir şeyler var gibi görünüyor. Bütün çağdaş kültürel sistemler içinde İslam dünyası en az demokratik yönetimi barındırıyor. Singapur ya da Güney Kore gibi Üçüncü Dünya ülkesi statüsünden birinci dünya ülkesi statüsüne geçebilen hiçbir İslam ülkesi yok (Türkiye hariç). Birçok Batılı olmayan toplum, modernitenin teknolojisini ve ekonomisini kabulleniyor, ancak bunlara Batılı kültürel değerleri ya da demokratik politikaları kabul etmek zorunda kalmadan sahip olabilmeyi umut ediyor; Çin ve Singapur gibi. Başkaları modernitenin ekonomik ve politik versiyonlarını beğeniyor ancak bunu nasıl başaracaklarını bilemiyorlar (Örneğin Rusya). Onlar için Batılı tarz moderniteye geçiş uzun ve acılı olabilir. Fakat onları zamanla buna ulaşmaktan alıkoyacak aşılmaz kültürel engelleri yok ve dünya nüfusunun 4/5'ini oluşturuyorlar. Buna karşılık İslam sürekli moderniteyi tamamiyle reddeden Usame bin Ladin ve Taliban gibi insanlar üreten tek kültürel sistem. Bu durum, bu insanların geniş Müslüman toplumunu ne kadar temsil ettiği sorusunu da beraberinde getiriyor. 11 Eylül'den bu yana Doğulu ve Batılı politikacıların buna verdiği cevap, teröristlere sempati duyanların Müslümanların çok küçük bir azınlığını oluşturduğu. Müslümanları bir grup olarak nefretin hedefi olmaktan korumak için bunu söylemeleri önemli ve gerekli. Sorun, Amerika ve onun temsil ettiği şeylere olan nefretin açıkça bundan çok daha geniş bir yayılım alanı olması. Elbette intihar görevlerine giden ve ABD'ye komplo kuran kişilerin sayısı çok az. Fakat yıkılan kulelerin görüntüsünden alınan zevk ve ABD'nin hak ettiğini bulduğu duygusu, sonradan reddedilse de, birçok insanın ilk hissettiğiydi. Bu standarda göre Müslümanlar arasında teröristlere sempati duyanlar 'küçük bir azınlık'tan daha çok; Mısır'daki orta sınıftan Batı'daki göçmenlere kadar... Ciddi bir alternatif mi? Bu geniş nefret İsrail'e verilen destek gibi Amerikan politikalarına karşı olmaktan çok daha derin bir şeyleri temsil ediyor. Belki, birçok yorumcunun düşündüğü gibi nefret, Batı'nın başarısı ve Müslümanların başarısızlığından kaynaklanan kıskançlıktan doğuyor. Fakat Müslümanlığı psikolojik olarak incelemektense radikal İslam'ın Batı demokrasisine bir alternatif oluşturup oluşturmadığı sorusunu sormak gerekiyor. Müslümanların kendileri için bile politik İslam, soyut olarak gerçekte olduğundan daha çekici. Köktendinci bir hükümetin yönetimi altında 23 yıl yaşadıktan sonra İranlıların büyük bir çoğunluğu, özellikle 30 yaşın altındakilerin hepsi, çok daha liberal bir toplumda yaşamayı tercih ediyorlar. Propagandası yapılan bu Amerikan karşıtlığı ve nefreti önümüzdeki yıllarda Müslüman toplumları için uygulanabilir bir politik programa dönüşemeyecek. Hâlâ tarihin sonundayız, çünkü dünya politikalarına egemen olacak hâlâ tek bir sistem var, o da liberal ve demokratik Batı'nın sistemi. Bu çatışmalardan uzak bir dünya ya da farklı toplumları birbirlerinden ayıran kültürlerin yok olması anlamına gelmiyor. Fakat karşı karşıya olduğumuz mücadele 19. yüzyıl Avrupa'sındaki büyük güçlerin çatışması gibi eşit kültürlerin bir çatışması değil. Çatışma, geleneksel varlıkları modernizasyon tarafından tehdit edilen bazı toplumların kendilerini koruma amaçlı bir dizi saldırısından oluşuyor. Toplumsal gelişmeye karşı verilen tepkilerin gücü bu tehdidin ciddiyetini gösteriyor. Fakat zaman ve kaynaklar modernitenin yanında ve onun Batı'da varlığını sürdürmemesi için hiçbir sebep yok.