Haftanın Kitapları: 01.04.2011

-
Aa
+
a
a
a

Nurdan Gürbilek

Benden Önce Bir Başkası

Metis Yayınları, 2011, 218 s.

Benden Önce Bir Başkası’nda, Nurdan Gürbilek’in yedi denemesi bir araya getirilmiş. Bunlardan biri hariç (“İkizini Öldürmek”) diğerleri çeşitli yayınlarda daha önce yayımlanmış yazılar, ama bir kitap kapsamında bir araya getirilmeleri noktasında bütün bu yazıların yeniden yazıldıkları özellikle belirtilmiş. Nurdan Gürbilek, “giriş” yazısının hemen ilk paragrafında kitabın içeriğini açık bir şekilde şöyle özetliyor: “Benden Önce Bir Başkası bir yazarı bir başka yazarın ışığında okuyan denemelerden oluşuyor. Bir yapıta bir başkasının ışığında bakan ikili okumalar. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını Kafka’nın Dönüşümü’yle, Kafka’nın Babama Mektup’unu Oğuz Atay’ın ‘Babama Mektup’uyla, Tanpınar’ın günlüklerini Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ıyla, Benjamin’in Pasajlar’ını Tanpınar’ın Beş Şehir’iyle birlikte ele alan çapraz okumalar. Peyami Safa’nın ‘Şark Nedir?’ini Cemil Meriç’in Bu Ülke’siyle, Cemil Meriç’in Bu Ülke’sini Edward Said’in Şarkiyatçılık’ıyla birlikte okuyan, bir ikili okuma perspektifiyle birbirine bağlanan karşılaştırmalı denemeler.”

Burada biraz daha ayrıntılandırmak adına kitabın ilk denemesinden söz edebiliriz kısaca. Nurdan Gürbilek, “Kafka’nın Böceği” başlıklı ilk denemesinde Dostoyevski ile Kafka’yı bir “ikili okuma”ya tabi tutuyor. Hiç kuşkusuz, “böcek” imgesi söz konusu olduğunda akla gelen ilk eser Kafka’nın Dönüşüm romanı ve onun kahramanı Gregor Samsa’dır. Ancak Gürbilek, Kafka’dan yarım asır önce Dostoyevski’nin de, hem de birçok eserinde, birçok defa böcek imgesini kullandığını hatırlatıyor: “Gerçekten de insanın yazgısını böceğinkiyle karşılaştırmadığı tek bir yapıtı yoktur Dostoyevski’nin” ya da “Dostoyevski kahramanının zihninde yarım asır öncesinden kıpırdar durur Kafka’nın böceği.” Örneğin, Dostoyevski’nin İkiz’inde (bu roman Öteki ismiyle de hatırlanabilir) Golyadkin, yüksek rütbeli bir subayın yanında kendini “bir böcekmiş gibi” hisseder; Yeraltından Notlar’ın anlatıcısı, subay Zverkov’un kendisine “iğrenç bir böceğe bakar gibi” baktığını düşünür; aynı şey Ölü Evinden Anılar’da da vardır, mahkûmlar birbirlerine “sanki önemsiz bir böcek türünü inceliyormuş gibi” bakıyorlardır; Karamazov Kardeşler’de baba Karamazov oğlu Dimitri’yi “bir hamamböceği gibi” ezeceğini söyler vb. Kafka’nın kendini yakın hissettiği yazarlar arasında Dostoyevski’nin de adını anması, bizleri ister istemez Dönüşüm romanının çıkış noktasını Dostoyevski’nin eserlerinde aramaya yönlendirmektedir. Ancak burada Nurdan Gürbilek, şunun da altını özellikle çiziyor: “Benzerliklerin ne kadarının bir yakınlığın, ne kadarının bir etkilenmenin ürünü olduğunu, bir etkilenme varsa bunun ne kadarının bilinçli göndermeler, ne kadarının okunmuş bir yapıtın o kadar bilinçli olmayan yankıları olduğunu tam bilemeyiz. Tahmin ediyoruz: Dostoyevski’yi okurken hemen her romanda karşısına çıkan böceklerden etkilenmiş olmalıdır Kafka. Ama güçlü bir etkilenmeden söz edebilmemiz için etkileyenin gücü kadar etkilenenin gücünden, o zeminde nasıl dönüştürüldüğünden de söz etmemiz gerekir.” İlerleyen sayfalarda Dönüşüm romanındaki bu “dönüşüm”ün izini sürüp irdeleyen Gürbilek, şu sonuca varmaktadır: “Dönüşüm’ün edebiyat tarihindeki sarsılmaz etkisi yalnızca bir adamın böceğe dönüşmesini anlatıyor olmasından değil, on dokuzuncu yüzyılda en güçlü ifadesini Dostoyevski’nin yapıtlarında bulan böcek mecazının kendisini de dönüştürmüş olmasından alır.” Diğer bir deyişle; Gregor Samsa’nın doğuşu –bir böcek olarak uyanışı– yarım asır önce Dostoyevski’nin eserlerinde müjdelenmiş gibi görünmektedir, ancak Kafka bu böceği alıp kabuğunu öyle bir parlaklığa kavuşturmuş ki, bizler belki de bu yüzden Dostoyevski’nin “hemen her romanında dolaşan tahtakurularını, bardağın dibinde çaresizce debelenen hamamböceklerini; böcek gibi kabuklu, akrep gibi zehirli, yılan gibi kıvrılan böceğimsi-sürüngenleri”ni fark edebiliyoruzdur. Kısaca: “Dostoyevski’nin böceği yarım asır yerin altında bekledikten sonra Kafka’da yeniden” dirilmiştir.

Diğerlerinden biraz farklılık gösterdiği için kitaptaki son denemeden de kısaca bahsedebiliriz: “Kapalı Kapıdaki Çatlak”, Orhan Koçak’ın yazılarıyla ilgili; bu yazılara Adorno’nunkilerden yola çıkarak değiniyor Nurdan Gürbilek. Diğer denemeler gibi bir “ikili okuma” sayılmasa da, büsbütün ayrıksı olarak nitelendirmek de mümkün değil. “Madem ‘benden önce bir başkası’ndan söz ediyorum burada, seleflerden ve yol göstericilerden söz ediyorum, benim için de yol gösterici olmuş bir yazarla ilgili bu yazıya burada bir yer var, diye düşündüm,” şeklinde bir açıklama getirmiş Nurdan Gürbilek “Kapalı Kapıdaki Çatlak” için. 

Roger Behrens

Adorno Sözlüğü

çev. Mustafa Tüzel

Versus Kitap, 2011, 260 s.

Yirminci yüzyılın en önemli teorisyenlerinden biri kabul edilen Adorno, felsefe ve sosyal bilimlerdeki etkisi bir yana, müzik teorisi, sanat ve estetik, kültür bilimleri, psikanaliz, edebiyat ve hatta pop kültürü hakkındaki tartışmalara da girmiştir. Bu parçalı yapı ve ayrıca Adorno’nun kullandığı dilin giriftliği, Roger Behrens’in Adorno Sözlüğü’ne benzer “giriş”, “başlangıç” kitaplarını da bir bakıma zorunlu kılıyor denebilir. Bir sözlük mantığına uygun olarak elbette alfabetik sırayla, Adorno’nun düşüncesinde yer alan bazı temel sözcüklerin ele alındığı kitapla/sözlükle amaçlananın ne olduğunu önsözde şöyle dile getirmiş Behrens: “Burada Adorno’nun düşüncesine giriş yapılan ve rehberlik edilen çok az sayıdaki ‘temel sözcük’ bulunuyor: amaç çaba göstermekten kaçınmak değil, tam tersine çaba göstermeyi kışkırtmaktır. Adorno’nun teorisinin farklı veçheleri hakkında çok sayıda sistematik inceleme var. Kitaptaki madde başlıkları kesinlikle mükemmellik iddiasında olamazlar, fragmanlar halindedirler ve deneme türünde olduğu gibi, yaklaşık olarak söylenmişlerdir, anekdot özelliğindedirler. Teori tarihine bir katkı oluşturacak bir biyografi ya da felsefi bir yorum sunmak niyetinde de değiliz. Sözlük bir başvuru kitabıdır, sayfalarını karıştırmak ve sonra da bırakmak içindir: özellikle göndermeler birer ‘çapraz düşünme’ davetidir.” 

Hellmut Ritter

Doğu Mitolojisinin Edebiyata Etkisi:

Karşılaştırmalı Edebiyat Metinleri

ed. Mehmet Kanar

Ayrıntı Yayınları, 2011, 240 s.

Ayrıntı Yayınları, geçtiğimiz aylarda yayımladığı Besim F. Dellaloğlu’nun Romantik Muamma kitabıyla başladığı “ScholaAyrıntı Dizisi”ne, Hellmut Ritter’in Doğu Mitolojisinin Edebiyata Etkisi kitabıyla devam ediyor. Uzun yıllar İstanbul Üniversitesinde de ders vermiş olan Prof. Dr. Hellmut Ritter, aynı zamanda Türkiye’de çağdaş Doğu dilleri ve bilimi araştırmalarını başlatan kişi olarak kabul ediliyor. Elimizdeki bu kitap, İstanbul Üniversitesi çatısı altında bulunduğu dönemlerde “İran Edebiyatı Tarihi” dersi de veren Ritter’in söz konusu ders notlarından yola çıkılarak hazırlanmış. “Edebiyat Tarihinin Konusu ve Delilleri” ve “Edebiyat Tarihinde Usul” başlıklı bölümlerle edebiyat tarihiyle ilgili genel bir çerçeve çizilerek açılan kitap, İslam öncesi dönemden başlayarak, kronolojik bir düzenle İran edebiyatı tarihinde odaklanmış; bu noktada, kitabın editörlüğünü üstlenen Mehmet Kanar’ın dikkat çektiği şu bilgiyi de iletmekte yarar var: “Böylesine özlü ve derli toplu bir eser aslında İran edebiyatı tarihi değil, Doğu ile Batı edebiyatlarının karşılaştırılması eksenine oturmaktadır.”      

Julian Baldick

Hayvan ve Şaman:

Orta Asya’nın Antik Dinleri

çev. Nevin Şahin

Hil Yayın, 2011, 234 s.

Julian Baldick Hayvan ve Şaman isimli kitabında, Orta Asya’nın yerel dinlerinin karşılaştırmalı bir incelemesini sunuyor; Orta Asya’da yaşamış ya da oradan göçen çeşitli kavimlerin dinlerinde ortak bir miras olduğu düşüncesine dayanarak, bir anlamda bu ortaklıkların izini sürüyor. Yine ortak bir payda oluşturmak adına, öncelikle “İç Avrasya” ve dolayısıyla “İç Avrasyalı” terimini öne sürüyor yazar; bu terimle, Avrasya kara parçasının tarihte Avrupalı, Ortadoğulu, Hint ve Çinli uygarlıklarca çevrilmiş olan kısmı kastediliyor (yani coğrafi olduğu kadar tarihsel ve kültürel bir çerçeveyi de içinde barındırıyor). Kitabın “teşekkür” bölümünde Julian Baldick, “Jean-Paul Roux’nun Türki ve Moğol dini üzerine bu alanda yapılacak tüm araştırmaların temelini atan öncü nitelikteki çalışmasına minnettar” olduğunu özellikle belirtmiş. Yazarın sözünü ettiği bu çalışma, Türklerin ve Moğolların Eski Dini adıyla 2002 yılında Kabalcı Yayınevi tarafından yayımlanmıştı, bu kitabın yanı sıra Roux’nun Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, Orta Asya Tarih ve Uygarlık gibi kitapları da yayımlandı. Bu doğrultuda, telif çalışmalar arasında da Yaşar Çoruhlu’nun yine Kabalcı’dan çıkan kitaplarını önerebiliriz.

Antalyalı Dimitri E. Danieloğlu

1850 Yılında Yapılan

Bir Pamphylia Seyahati

çev. Ayşe Ozil

Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, 2010, 164 s.

Batılı seyyahların, bilimcilerin, edebiyatçıların ya da diplomatların seyahatnamelerine özellikle son yıllarda Türkçede daha sıklıkla rastlamaya başladık. Hatta bazı yayınevleri (örneğin Kitap Yayınevi), bu kitapları bir dizi kapsamında yayımlıyor. Bir Pamphylia Seyahati’nin burada ayrıldığı nokta ise, XIX. yüzyıl Antalya’sının Rum aydınlarından biri olan Danieloğlu’nun –Anadolulu bir aydın olarak– Batılı anlamda yazdığı bir seyahatname olması. Kitabın çevirmeni ve aynı zamanda bir önsöz de kaleme almış olan Ayşe Ozil, bu durumun Osmanlı İmparatorluğunda gelişmekte olan modernleşme paradigmasına yerleştirerek daha iyi anlaşılabileceğini belirtmiş: “Bu açıdan öncü bir çalışma olan Pamphylia Seyahati, yazıldığı Tanzimat döneminde Osmanlı toplumunda yaşanan modern dönüşümlerin bir ürünü ve aynı zamanda bu dönüşümleri şekillendiren girişimlere somut bir örnek.” Kısaca tekrarlarsak; Danieloğlu, bugün için Antalya ve çevresi olarak nitelendirebileceğimiz Pamfilya’nın temelde antik kalıntılarını tanıtmakla birlikte coğrafyaya, topluma ve kültüre de aynı ölçüde yer veriyor seyahatnamesinde.

Chris Harman

Halkların Dünya Tarihi:

Taş Çağından Yeni Binyıla

çev. Uygur Kocabaşoğlu

Yordam Kitap, 2011, büyük boy, 639 s.

Chris Harman kitabında, Neolitik çağdan başlayarak insanlık tarihinin belli başlı aşamalarını, toplum biçimlerini, siyasal yapılanmaları, savaşları ve sınıf çatışmalarını gözler önüne seriyor. Tarihe “büyük adam” yaklaşımına bilinçli bir şekilde muhalefet ederek, yani sıradan insanların gözüyle –“aşağıdan tarih” olarak nitelendirilen bir yöntemle– bakmanın mümkün olup olmadığını da tartışıyor bir yandan; ama diğer taraftan da, böylesi bir bakışla olayların birbirine karşılıklı bağımlılığı gözden kaçırabilir, diye bir not düşmüş yazar. İnsanlığın mevcut duruma nasıl geldiğini, tarih sahnesinde gerçekleşen pek çok olayın “karşılıklı ilişki”sini irdelemeden anlamanın mümkün olamayacağının altını çizdikten sonra da, bu kitabının amacının böyle bir bakış açısı sunmak olduğunu eklemiş. Son olarak Chris Harman’ın şu cümlelerini aktarabiliriz kitabıyla ilgili olarak: “Bu kitap, dünya tarihine giriş niteliğinde bir çerçeve sunma girişimidir, ötesi değil. Ancak, umuyorum ki, bu kimilerinin hem geçmişle hem de bugünle uzlaşmalarına yardımcı olacaktır.”

Konstantin Konstantinoviç Vaginov

Keçinin Şarkısı

çev. Kayhan Yükseler

Everest Yayınları, 2011, 213 s.

Keçinin Şarkısı, Rus yazar Konstantin Konstantinoviç Vaginov’un Türkçedeki ilk kitabı. Rus edebiyatı söz konusu olduğunda Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Gogol, Çehov gibi isimlerin parlaklığı diğer Rus edebiyatı temsilcilerini görmemizi engelliyor çoğu zaman; özellikle Rusça eserlerin orijinallerini okuma imkânı olmayanlar açısından. Birsen Karaca, hazırladığı Rus Edebiyatı Öykü Antolojisi’nde, 1989 yılında Sovyet Yazarlar Birliğine kayıtlı üye sayısının 9920 olduğunu aktarmıştı; bu kadar çok ismin içinde yer aldığı bir edebiyatta, Vaginov gibi geç tanışabileceğimiz, keşfedebileceğimiz yazarlar her zaman olacak gibi görünüyor. Keçinin Şarkısı’nda Ekim Devrimi sonrasında bu yeni ve yabancı dünyaya ayak uydurmaya çalışan, diğer bir deyişle tutunmaya çalışan bir grup aydının dramını anlatan Vaginov’un, umarız diğer eserleri de Türkçede yayımlanır.

Esra E. Karaosmanoğlu

Kum Şeytanları

Yitik Ülke Yayınları, 2011, 94 s.

Esra E. Karaosmanoğlu, yine Yitik Ülke Yayınlarından çıkan Cunda Öyküleri ve Bozcaada Öyküleri adlı derlemelerdeki öykülerinden hatırlanacaktır, Kum Şeytanları ise kendisinin ilk kitabı. Yazarın toplam on sekiz öyküsünün yer aldığı kitapta, bu öyküler “Eylül”, “Ekim” ve “Kasım” ana başlıkları altında bir araya getirilmiş. “Kısa Öykü” isimli ve gerçekten de adı gibi kısa, yaklaşık bir sayfalık bir öykü de yer alıyor kitapta; ama aslında kitaptaki bütün öyküleri kısa öyküler olarak nitelendirmek mümkün. Karaosmanoğlu’nun öyküleri birbirinden oldukça farklı konulara sahip, ama bunun yanı sıra belli bir hayat kesitini, bir anı aktaran ve beklenmedik sonlara sahip oluşlarıyla ortak bir paydada buluşuyorlar. Kitabın başında da –ismine atfen– şöyle bir açıklama yer alıyor: “Çölde fırtınayla yuvarlanan çalı toplarının adıdır Kum Şeytanları. Rüzgâr estikçe diğer çalıları kendilerine katarak büyürler ve sürüklenmeye devam ederler. Ürkütücü görünseler de, sadece savrulan çalılardır. Tıpkı korkularımız gibi...”

Evrim Töre Özkan

İstanbul Film Endüstrisi

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, büyük boy, 134 s.

Daha önce yayımlanan iki kitap vesilesiyle, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti kapsamında yürütülen “İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Projesi” ile İstanbul’un kültür envanterinin çıkarıldığından söz etmiştik. Bu envanterden yola çıkılarak hazırlanan kitaplara, projenin “Kültür Ekonomisi” ayağına, bir kitap daha eklendi. Evrim Töre Özkan’ın kitabında, üç ana başlık çerçevesinde ele alınmış İstanbul film endüstrisi, televizyon ve reklam gibi diğer endüstriler de dahil edilerek. Bir tümdengelim yönteminin izlendiği söylenebilir; öncelikle dünyada film endüstrisinin yapısı ve gelişimi özetlenmiş, ardından Türkiye’deki film endüstrisine değinilmiş ve son bölüm olarak da “Genel Hatlarıyla İstanbul Film Endüstrisi” irdelenmiş. Sonuç bölümünde, İstanbul’daki film endüstrisini meydana getiren yapının tüm bileşenleriyle değerlendirildiğinde, eksikliklere ve çeşitli engellere rağmen dinamik ve büyümekte olan  bir değişim sergilediğini belirten Evrim Töre Özkan, noktayı şu cümleyle koymuş: “Çok aktörlü ve dinamik olduğu görülen bu sektörel ilişkilerin ortaya koyduğu potansiyellerin, sektörün yol gösterici olduğu kamusal politikalarla yönetilmesi gerekiyor.”

Atillâ Dorsay

Sinemamızda Değişim Rüzgârları

Remzi Kitabevi, 2011, büyük boy, 251 s.

Bu hafta başında, 28 Mart gecesi verilen 4. Yeşilçam Ödülleriyle 2010 yılının Türk filmlerini bir kez daha hatırlamış olduk; daha geniş kapsamlı bir hatırlatma içinse Atillâ Dorsay’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni kitabına bakılabilir. Daha önce de onar yıllık dönemler için eleştiri yazılarını kitaplaştıran Dorsay, Sinemamızda Değişim Rüzgârları’nda ise son altı yıllık dönemi (2005-2010) mercek altına alıyor. Atillâ Dorsay’ın söz konusu yıllar içinde gösterime girmiş Türk filmlerinin önemli bir bölümüyle (293 filmden 186’sı) ilgili yayımlanmış eleştiri yazıları, bir iki ufak güncellemeyle alfabetik sıralama gözetilerek bir araya getirilmiş. Bu yazıları, yine daha önce çeşitli yayınlarda çıkmış “genel yazılar” takip ediyor; Türk sineması ekseninde festivaller, ödüller, olaylar ve tartışmalarla ilgili değiniler... Kitabın son sayfaları da, “Kaybettiklerimiz”e ayrılmış.