Global dehşetin yıldönümünde önümüzdeki iki seçenek

-
Aa
+
a
a
a

Zaman Gazetesi11 Eylül 2003

“Şok ve Dehşet”. Amerika Birleşik Devletleri Irak’ın üzerine çullanırken, Irak halkının ve dünya insanlarının üzerinde bu etkiyi yaratmayı amaçlıyordu. Olayın adını böyle koydu ve tam da “adıyla müsemma” bir iş yaptı: Bütün dünyada şok ve dehşet yarattı. Güvenilir araştırmalar, Irak savaşında 10 bin sivilin ve büyük çoğunluğu 20 yaşın altında delikanlılardan oluşan 30 bin Iraklı askerin imha edilmiş olduğunu gösteriyor. Bu, tahrik edilmemiş bir savaşın sonucunda gerçekleştirilmiş gerçek bir katliamdı; şok ve dehşeti de dalga dalga sürüp gidiyor. (John Pilger, “Needed: An Inquiry Into A Slaughter”, The New Statesman, 28 Ağustos 2003)

11 Eylül 2001’de Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmı üzerinde temsil ettiği şeyler her ne ise onların tümünün simgelerine, özellikle de kapitalizmin simgesi İkiz Kuleler’e karşı girişilen büyük saldırı ise biz geri kalanlarda bu ikiz kavramı yarattı mı, bilmiyoruz: Şok. Elbette! Ama dehşet var mıydı, ondan pek emin değilim doğrusu. Çünkü biz, “gelişme yolunda ülkeler”in insanları, 11 Eylül’dekinden daha büyük, daha “dehşetengiz” olayları nesiller boyu ve bir neslin ömrü içinde birden çok sayıda yaşadığımız için, dehşete karşı “bağışıklık” kazanmıştık çoktan: Hani, biraz abartma pahasına, bunların “umur–u âdiye” türünden olaylar olduğunu bile söyleyebilirdik neredeyse.

O gün, olayın şaşkınlığı içinde bunu fark edememiş, daha doğrusu içimden kıpırtılı bir şekilde yükselen yakıcı içgüdüsel soruları dillendirememiş, bilincime çıkaramamıştım. Deli danalar gibi oradan oraya dolandıktan sonra, akşam ne yapacağımı bilemez haldeyken, Galatasaray’ın Lazio ile oynayacağı Şampiyonlar Ligi maçının bu meş’um olaydan dolayı ertelenmemiş olduğunu hayretle öğrendim. Ben de –ne yapayım– maça gittim. Başlama vuruşundan hemen önce, faciada hayatlarını kaybedenler için bir dakika saygı duruşu yapıldı tabii. Futbolcular santra yuvarlağının içinde yerlerini aldılar... Herkes ayağa kalktı... Tıka basa dolu Ali Sami Yen tribünlerine derin, uğultulu bir sessizlik çöktüğü anda çok tuhaf bir şey oldu: Önce ‘Kapalı’dan başlayan, ama bir–iki saniye içinde diğer tribünleri de içine alan, sarıp sarmalayan inanılmaz bir tezahürat yükseldi stadyumun ışıldaklı semalarına: “Kahrolsun Amerika!..”

Kulaklarıma inanıp inanmamak arasında küçücük bir tereddüt geçirdim, ama o kadar –sonra bende de jeton düşüverdi: Bir mesajdı bu aslında!

12 Eylül sabahında bir İngiliz gazetesinde Profesör Saskia Sassen, “Yerkürenin Güneyinden Mesaj Var” başlığı ile yayımladığı makalede, varlıklı ülkelerin şatolarının ta içinden, onların sağır kulaklarının dibinde çan çan çaldı çanı:

“Dünkü saldırı, barış ve refahın ardına saklanamayacağımızı anlamamızı sağlamıştır. Bunun işaretleri ne zamandır geliyordu artarak, lâkin liderlerimiz onları görmek istemedi. Yerkürenin güneyindeki, uzaklardaki savaşların, yıkım ve ölümlerin dehşeti dikkate alınmadı... Belki biz yerkürenin güneyinin boğazına kadar borca ve sefalete batmasının New York ve Washington’daki saldırılarla ilgili olmadığını düşünebiliriz. Ama, çok ilgisi var aslında. Saldırılar son çare olarak bize bir mesaj iletiyordu. Baskı ve zulüm altında inim inim inleyenler bize ta uzaklardan ulaşmak için farklı ifade yolları seçtiler, ama biz bunların anlamını çözemedik. O zaman da birileri çıktı işte: Kişisel sorumluluğu üstlendiler ve çözülmesine gerek olmayacak kadar açık bir şekilde kendilerini ifade ettiler.” (The Guardian, 12 Eylül 2001)

11 Eylül, dünyanın değiştiği gün olarak düşünüldü. Alâkası yoktu. Müthiş karmaşık bir sorunlar yumağını başlatan gün olarak düşünüldü. Alâkası yoktu. Altından kalkılamayacak büyüklükte yeni sorunlar çıkartan bir gün olarak düşünüldü. Alâkası yoktu.

Sadece, iletişim ve bilgi çağı diye diye sonunda kendimizi dahi inandırdığımız bu budalalık çağında en temel soruna ilişkin en yalın mesajı anlamamakta ne kadar dirençli, ne kadar kalın kafalı olduğumuzu ortaya koyacak olağandışı bir gündü, o kadar. Son derece trajik bir olay, gelmiş geçmiş en büyük trajedinin düğümünü çözmek –ya da hiç olmazsa çözmeye başlamak– için müthiş bir fırsatı ayağımıza getirmişti. Bir çeşit “kahır yüzünden lütuf” olmuştu. Ama, yapamadık. Fırsatı yakalayamadık. Seçme hakkı elimizdeydi. Seçemedik. Galiba.

Oysa, çanlar da çalmıyor değildi: İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılardan neredeyse dakikalar sonra, yaşayan en büyük düşünürlerden biri, Profesör Noam Chomsky, şu kaydı düşmüştü:

“Gelişmiş ülkelerin halkları şimdi bir seçimle karşı karşıya: Ya haklı ve meşru bir dehşeti ifade edebiliriz, ya da bu suçlara neyin yol açmış olabileceğini anlamaya çalışabiliriz. Eğer ikinciyi yapmayı reddedersek, ileride çok daha kötü şeyler olması ihtimaline katkıda bulunmuş oluruz.” (Understanding Power, ed.: P R. Mitchell–J. Schoeffel, NY, The New Press, 2002, s. xiii)

Aradan geçen iki yıl içinde çok daha kötü şeyler oldu ve oluyor da: Afganistan’da binlerce kişi öldü, El Kaide ve Taliban şefleri yakalanamadı, savaş ağaları ve haydutlar ülkeyi parsellemiş görünüyor, muharebeler şiddetlenerek devam ediyor, Taliban canlanıyor, Afgan kaynaklı uyuşturucu ticareti dünyayı haraca kesiyor... Irak’ta kitle imha silâhları bulunamıyor, ülke bir yandan dünya terörünün odak noktası (mıknatısı) olmaya, bir yandan iç savaşa, bir yandan da istilâya direniş merkezi olmaya doğru gidiyor, Bağdat’ta Ürdün Büyükelçiliği ve çalışanları, BM merkezi, onun Bağdat’taki sözcüsü ve memurları, Necef’te Şii liderler ve yandaşları intihar bombardımanlarıyla mahvediliyor, Amerikan düşmanlığı bütün dünyada hızla yükseliyor, insanların içindeki Amerika aşkı hızla sönüyor, fundamentalistler Kuveyt ve Pakistan gibi ülkelerde katıldıkları seçimlerde giderek artan bir şekilde oy kazanıyor, Endonezya’da, Fas’ta, Suudi Arabistan’da, Keşmir’de, Gucerat’ta korkunç terör saldırıları birbirini kovalıyor, İsrail’de masum insanların bombalarla parçalanmasını, Filistin’de çok daha yüksek sayıda insanın roketlerle, tanklarla, tüfeklerle öldürülmesi olayları izliyor ve Filistin’in işgali 36 yılını dolduruyor, Guantanamo Körfezi’nde 680 adsız insan, dünyanın başka bir sürü yerinde sayısı da bilinmeyen pek çok başka adsız insan bilinmeyen gizli hücrelerde sorgusuz sualsiz, avukatsız, yargıçsız, yardımsız günlerini dolduruyor...

“Bu 11 Eylül’ün açtığı bir çağ: Tek bir imparatorluk değil, küresel bir acentelik marifetiyle dörtnala ortaya salınmış bir savaş ve baskı hali... Endonezya’da, İsrail’de, İspanya’da, Kolombiya’da, Filipinler’de, Çin’de hükümetler Bush’un o ölümcül ‘Teröre Karşı Savaş’ına kilitlenmiş durumda; yönetimler bunu rakiplerini ortadan kaldırmak ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için kullanıyorlar.” (Naomi Klein, “A Deadly Franchise”, The Guardian, 28 Ağustos 2003)

Öte yandan, Kuzey Kore’den Bağdat’a uzanan –ve Hindistan yarıkıtasını da içine alan– bir kuşakta insanlığın ve diğer canlıların büyük bir kısmını ortadan kaldırabilecek nükleer silâhların uzun gölgesi dünyanın üzerine düşüyor...

11 Eylül 2001’de dünyanın en güçlü devletine kendi topraklarındaki ilk saldırı oldu. Dünyanın en güçlü devleti, bundan 1 gün sonra dünyada teröre karşı sonsuz savaş ilân etti. Aynı devlet, bundan 1 yıl sonra dünyada sonsuza kadar hegemonya kuracağını ilân etti. Aynı ülkenin seçkin bilim adamları, bundan 1 yıl sonra (yani geçenlerde) yayımladıkları bir kitapla dünyanın şimdi yepyeni ve ürkünç bir “Terör Çağı”na girmiş olduğunu ilân ettiler. Şok ve Dehşet!

Acaba, bunca acayip gelişmeden sonra, 11 Eylül’ün ikinci yıldönümünde ve ondan sonra önümüzdeki seçenekler nedir? Profesör Chomsky, yeni yayımlanan bir makalesinde bunları şöyle sıralıyor:

“... Temelde iki seçeneğimiz var: Ya dünya kabadayısının.. kötülükleri yeryüzünden kovacağına güvenerek iç huzuruyla yolumuza devam ederiz. Ya da dünya âleme ilân edilmiş bu yüce çağın öğretilerini sorgular, bu sorgulamadan akılcı sonuçlar çıkarır ve belki de, ortaya çıkan gerçekliği biraz anlayabiliriz.” (N. Chomsky, “There’s Good Reason to Fear US”, The Toronto Star, 7 Eylül 2003)

Peki, hangisini seçeceğiz?