Enflasyon Faiz İlişkisi Üzerin

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugün enflasyon-faiz ilişkisini konuşalım.

 

Hasan Ersel: Ekim ayı enflasyonu rakamlarından memnun kalmadı insanlar. TÜFE % 1.81 gibi bir oranda arttı, TEFE’de düşüş var. Fakat enflasyon yükseliyor. Enflasyonla derdimiz bitmedi gibi görünüyor, çok yol aldık ama olay daha bitmedi gibi.

 

ÖM: Bir aralar %100’e yakın hatta onu bile aşan çok astronomik enflasyon oranları vardı, şimdi %5’in altında, eskiye oranla çok farklı, küçük rakamlarla konuşuyoruz ama yine de önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Bu nasıl oluyor?

 

HE: Enflasyonun çok yükselmiş olması bir noktadan sonra belki zarar vermeyi de keser. Çünkü artık hiç kimsenin para ile ilgisi kalmamıştır. Alman hiper enflasyonunda hiç kimse para ile iş yapmıyordu, kavun veriyor ekmek alıyordu vs. Bizim yaşadığımız enflasyonlarda zarar şuradan çıkar; her malın fiyatı aynı hızla ve aynı zamanda artmaz. Örneğin bütün malların fiyatları günde %10 artsa -ama her şey, maaş, kira vs. %10 artsa- reel olarak hiçbir şey değişmemiş olur. Ama enflasyon öyle bir olay değil. Ücretler yılda bir veya 6 ayda bir düzenleniyor; buna karşılık bazı malların fiyatları her gün değişebiliyor, bazılarınki de 15 günde bir değişiyor. Bütün bunlar gelir kayıplarına, önünü görememeye yol açıyor. Olayı böyle tarif edersek, bu %70’lik bir enflasyonun olduğu yerde de olabilir, enflasyonu %10’lara düşürdüğünüz, 5’lere doğru çekmeye başladığınız zaman da olabilir, yani siz bir fiyat bekliyorsunuz, o fiyat gerçekleşmediği için sizin kararınız yanlış oluyor. Sorun burada, yoksa eğer yanılmıyorsanız, mükemmel bir şekilde fiyatların ne olacağını biliyorsanız, enflasyon kaç olursa olsun! Sadece birisi durmadan para basar.

 

Bugünkü şikayetlerimizle bundan evvelki şikayetlerimiz aynı değil. Tabii ki çok düştü enflasyon, tersini söylersek hakkını yemiş oluruz verilen mücadelenin. Maliyetli bir mücadele verildi enflasyonun düşürülebilmesi için. Bir kazanım olduğuna hiç şüphe yok. Yalnız insanlar yeni duruma çabuk alışıyorlar, nasıl Amerikalılar %2 enflasyon 2,5’a çıktığında dertleniyorlarsa bizde de öyle. Japonya’ya ilk gittiğimde ortalıkta bir karışıklık vardı, ne olduğunu anlayamadım, Japonca da bilmiyorum, sonra İngilizce bir yayını görünce anladım, bir vergi koymuşlar, satış vergisi ve bu yüzden fiyatların binde 1 artması ihtimali varmış, panik içindeydiler! Sonra o akşam bir kokteyl vardı, “sizin memlekette enflasyon kaç?” dediler. Ben %70 deyince beni Buda heykelinin yanına koyacaklardı neredeyse, nasıl yaşıyor bu adam diye! Dediğim bu insanların algılaması ile ilgili bir şey. Dolayısıyla kazanımlarımızı unutmamamız lazım ama enflasyonumuz halen çok düşük değil. Bize benzer ülkelerin ortalamasına bakınca hâlâ onun biraz üstünde. Meseleye böyle bakmak lazım.

ÖM: Benim de sorduğum tam buydu.

 

HE: Bu arada işler biraz üst üste geldi, bir de ilan çıktı “faizler indirilsin” diye.

 

ÖM: Evet, gazetelerde çarşaf çarşaf ilan verildi.

 

HE: İhracatla ilgili bazı işadamları ve  beni şaşırtan bir şekilde bazı sendikalar vermiş bu ilanları. Merkez Bankası ile ilgili kullanılan ifadeler de hiç hoşuma gitmedi bir eski Merkez Bankası mensubu olarak.

 

ÖM: Ne diyorlardı?

 

HE: “Terörize ediyor” diyorlardı. Bu kelime başka ortamlarda nötr bir kelime olarak düşünülebilir, ama bugünün ortamında Türkiye’de nötr kelime değil. Böyle bir kelime kullanılmaması lazım diye düşünüyorum, hoşuma gitmedi. Ne istiyorlar? Faizler düşsün istiyorlar. Bu mantıklı bir istek mi? Elbette, aksini düşünmek garip olur, herkes faizlerin düşük olmasını ister tabii. Bunda şaşılacak bir şey yok.

 

Türkiye’de faizler yüksek mi? Reel faiz, yani enflasyon hesaba katıldıktan sonraki faiz yüksek. Dolayısıyla “şikâyet edilen şey yoktur” gibi bir cevap vermek çok anlamlı değil. Yalnız, “böyle ilan vererek ya da Merkez Bankası veya hükümet emir vererek faizleri düşürebilir mi?” diye bir soru olabilir. Bence asıl problem orada. Burada bir şey karışıyor, sadece bu ilanla ilgili olarak değil, daha genel söylüyorum; Merkez Bankası gerçekten bazı faizleri indirip çıkarma gücüne sahiptir. Bu güce sahip olan tek kurumdur zaten, o da bankalarla yaptığı işlemlerdeki kısa vadeli faizleridir. Bankalar Merkez Bankası’ndan para ödünç almak ister ya da para vermek isterlerse burada bir faiz söz konusudur, bu faizi Merkez Bankası belirler. Dolayısıyla öyle bir gücü vardır. Yalnız bu faiz sadece Merkez Bankası ile Merkez Bankası’yla iş yapan bankaları ilgilendirir. Seninle ben bir gün kalkıp gitsek, ben “eski Merkez Bankası mensubuyum” desem, sen de “ben de onun arkadaşıyım” desen Merkez Bankası bize para vermez, bizden para da almaz. Merkez Bankası işini bankalarla yapar. Dolayısıyla bu bizim gibi kredi arayacak birisini ilgilendiren bir faiz değildir. Onu ilgilendiren faiz nedir? Kredi faizleridir. Sorun şurada, acaba Merkez Bankası’nın bu faizleri indirmesi kredi faizlerini etkiliyor mu? Burada, 0 ya da 1 gibi cevap vermemek lazım. Etkilemiyorsa Merkez Bankası yanlış bir iş yapıyordur, çünkü Merkez Bankası ekonomiyi etkileyemiyordur, böyle bir şey varsa para politikası çalışmıyor demektir büyük ölçüde... Başka yollardan çalışabilir ama bununla çalışmıyor demektir.

 

Tabiatıyla, Türkiye’de durum böyle değil. Yalnız burada ilginç bir şey var, o da şu; Merkez Bankası’nın bu faizi değiştirmesi halinde buna bankaların tüketiciye açtığı kredilerin faizleri hemen uyum sağlıyor, “hemen” derken tabi biraz gecikmeyle oluyor; bir süre sonra uyum sağlıyor, ama uyum sağlıyor. Fakat Merkez Bankası’nın araştırmacılarının yaptığı çok güzel, uluslararası çapta ekonometrik çalışmalar var. Onlarda gösterdikleri bir şey var; ticari krediler, yani şirketlerin aldığı krediler buna o kadar uyum göstermiyor. Aslında bir iş adamının bunu bilmesi lazım, çünkü bir banka bir iş adamıyla ya da bir firmayla kredi anlaşması yaptığında bir çok faktörü hesaba katar. O firmanın kredibilitesi, yaptığı iş, o firma ile bankanın yapabileceği diğer işler gibi. Ondan sonra bir kredi faizi belirlenir. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nın böyle faizleri arttırması gerektiği zaman, bankalar da hemen dönüp paldır küldür kredi müşterilerine, şirketlere “hadi bakalım siz de daha yüksek faiz verin” demezler. Bunu demedikleri gibi, indiği zaman da onu yapmazlar. Hiç etkilemez demiyorum, etkiler ama etkisi o kadar değildir, üstelik de gecikmelidir.

 

ÖM: Çok karmaşık bir süreç yani?

 

HE: Evet, o işin doğasında vardır. Öyle de olması normaldir, aksi halde otomatikman Merkez Bankası faizine bağlı bir faiz belirleniyor olsaydı banka kredi riskini hiç ölçmüyor anlamına gelirdi. Laf aramızda, şu andaki Amerikan bankacılığına dönmüş olurduk.  Nasıl batırdılarsa bu kadar krediyi!

 

Bunu iş adamlarının biliyor olması gerekir,  biliyorlardır da. Öyle olunca bu ilandaki amacı da çıkarmak çok zor. Çünkü Merkez Bankası bugün faizleri indirmiş olsa bundan kredi faizlerinin etkilenmesi hem gecikmeli olacak hem de Merkez Bankası’nın indirdiği orandan çok daha düşük bir oranda, belki de sözü edilmeyecek bir oranda, olabilecek. O zaman başka bir şey var.

 

ÖM: Ne var?

 

HE: Gizli bir şey değil tabii, açık bir şey. Merkez Bankası faizi indirdiği zaman bu paranın TL’de ve faiz almada mı duracağı, yoksa dövize mi geçeceğini de etkiliyor. Çünkü belki dövizin getirisi, dövizde durmak daha cazip hale geliyor, TL’de durmanın cazibesi düşüyor, o zaman dövize olan talep artıyor. Dövize olan talep artınca o zaman kur yükselmeye başlıyor. Oysa ihracatçıların önemli bir şikâyeti de TL’nin değerinin yükselmesinden kaynaklanıyor. Bu yanlış mı, yani böyle bir şey olmuyor mu? Türkiye’de istatistiklere bakarsanız rahatlıkla görebiliriz ki, TL reel olarak, -enflasyona göre düzeltme yapıldıktan sonra- değerleniyor. Hatta son yıllarda bir de nominal olarak değerleniyor: Dolar TL karşısında düşüyor. Bu durumda bir firmanın, bir ihracatçı firmanın, hele girdilerini, enerji, işçi, bazı hammaddeleri TL cinsinden alıp dolar ya da Euro cinsinden satış yapan bir firmanın dengesini koruması çok zor. Dolayısıyla burada da rahatsız olunabilecek bir nokta var. Yani bu da hayali bir olay değil, rakamlar da bunu gösteriyor.

 

Tabii bu durumda bazı sorular sorulabilir; mesela, TL’nin değerlendiği dönemde Türkiye’nin ihracatı da bayağı ciddi arttı, bu nasıl oluyor? O zaman da şunlara bakmak lazım; bazı ihracatçılar -kişi olarak söylemiyorum, alan olarak söz ediyorum- girdilerin büyücek kısmını ithal ediyor. Dolayısıyla döviz kuru etkisi çok daha az oluyor. Onlar, o zaman biraz daha rahat olabiliyorlar. Bunları hep hesaba katmak lazım. Aynı biçimde bir üretici yerli girdi alıyor ve iç piyasaya satıyorsa onun da kurdan etkilenmesi daha az olur. Ama şöyle birini düşünelim; yerli girdi kullanımı çok ve ihracat yapıyor. Onun üzerine bir baskı geliyor ve baskının kaynağı TL’nin değer kazanması. TL’nin değer kazanması sürecinde ise onun hiç bir gücü yok, çünkü TL mali piyasalarda alınıp satılıyor. O mali piyasada üretici yok tabii. Olsa bile ne kadar alacak, ihtiyacı kadar alıp duracak. Bu nedenle, ihracatçı, bir tedirginlik duyuyor “acaba buna bir çare bulabilir miyiz?” diye.

 

Bu söylediğim yeni değil, hep söylüyorum programlarımızda, dolayısıyla bu sorunun önemli olduğuna ben de katılıyorum, fakat önerilen çözüm şöyle bir şey oluyor; “madem ki TL reel olarak değerleniyor o halde nominal kuru değiştirecek bir şey yapıversin Merkez Bankası ve bu işi çözsün” deniyor. Merkez Bankası’nın söylediği ise şu: “Eğer biz enflasyonu daha hızlı düşürürsek, dünya enflasyonu düzeyine düşürürsek, bu reel değerlenme çok daha az olur, dolayısıyla bunu yapmalıyız.” Yani onun söylediği farklı. Bu nokta niye önemli? TL’nin değerini düşürmek mümkün müdür? Mümkündür. Bir günde düşürülebilir mi? Düşürülebilir. Devamlı olarak düşürülebilir mi? Düşürülür. Bunun için yetkililerin sorumsuz bir kaç beyanat vermesi yeterli. Yalnız o zaman sadece TL’nin değeri değişmez, her şey değişir.

 

ÖM: Evet, sorun orada zaten.

 

HE: Bu ilanda beni rahatsız eden, dilinin ötesinde rahatsız eden de çözümün çok kolay noktalarda aranması. Yani bu çözümü Adam Smith’den bu yana iktisat yapanlar bulamadı da şimdi Türkiye’de biz mi bulacağız? Niye Amerika uğraşıyor ama çıkamıyor işin içinden, niye Japonya çıkamadı geçmişte? Yani bu pat diye yapılabilir bir iş değil, çok daha köklü bir şekilde hareket etmek lazım.

 

ÖM: Diğer programcı dostlarımızla, mesela Ahmet İnsel’le konuştuğumuz bir şeyi de akla getiriyor bu. 1 ya da 0, yani totaliter mantıkla düşünerek çok indirgemeci bir yaklaşım edinmek alışkanlığı her alanda görülebiliyor; örneğin terörle mücadelede sadece militer müdahaleyle sorunu çözmenin mümkün olduğunu düşünenler de var.

HE: Ben de böyle düşünüyorum ve bazı kimselerden özür dileyerek söyleyeyim; bunun arkasında yatan esas sorunun da düşünce tembelliği olduğunu görüyorum. Çünkü bunların arasında karşılıklı ilişkiler vardır. Bunu yaparsak şu etki yaratılır, onu da göz önüne almak için şöyle yapmak lazım diye düşünmek, aynı anda bir kaç aleti –sadece Merkez Bankası değil, hükümetin elindeki aletleri de- kullanmak lazım. “Bütün bunları yaparken de kamuoyunun desteğini sağlamak lazım” dediğiniz zaman epey karmaşık bir yapı ortaya çıkıyor. Oysa bu yaklaşımı benimseyenler “bununla uğraşmaya ya vaktimiz ya takatimiz yok, o yüzden şöyle bir yapıverelim bakalım ne olur” demiş oluyorlar. Halbuki Türkiye’nin bu hatayı yapma lüksü yok. Türkiye bu kadar uğraşıp didinip enflasyonu belli bir dereceye getirdi, bundan aşağı götürmesi de çok kolay olmuyor. Bu hataları yaptığımız zaman sadece enflasyon biraz yukarıda kalıyor değil, öyle olursa ben de razıyım. Ne olur? Kalsın biraz yukarıda. Fakat üretimde çok büyük dalgalanmalara yol açıyor, yani ekonomide bir kriz ortamına benzer bir ortam yaratılıyor.

 

Tabii duyarlılık da arttı, yani iktisadi olaylar herkes tarafından daha yakından takip ediliyor. Böyle olunca da, insan bildiği bir şeydeki anormallikten daha çok korkar. Bir anormallik oluyor, ben farkında olmadığım için korkmuyorum, “ne cesur adam!” diyorlar, ama aslında bu cahil olduğumu gösteriyor. Ama ben bilgilendikçe korkmaya başlıyorum, o zaman davranışım değişiyor. Türkiye’de, kabul etmek lazım ki, bu insanlar, işadamıyla, işçisiyle, herkes bundan 20-30 önceye oranla çok daha iyi anlıyorlar ekonomiden. Tamam belki Amerika düzeyinde değiller, ama epeyce ilerlediler. Dolayısıyla bir hata yapıldığı zaman, toplumda buna reaksiyon gösterecek insanların sayısı eskiden 1000 ise şimdi milyonlarla ölçülecek ve bunların üretimdeki etkileri çok daha büyük olacak. Tabii bunların siyasi sonuçları var, sosyolojik sonuçları da var, onlar da ayrı. O yüzden bu tür kestirmeci yaklaşımlarla olaya bakmak, amacı sağlamayacağı gibi tersine de sonuç verebilir. Ben Merkez Bankası’nın böyle bir şey yapacağını sanmıyorum, ama diyelim ki yaptı, “peki canım, hadi bakalım basalım parayı ne olacak?” dedi, o zaman bir facia çıkabilir.

 

Olaya dönersek; Bu ortamda, “TL hiç değerlenmesin” demek zor. Fakat değerlenme hızının hoş görülebilir bir sınır içine çekilmesini sağlayacak bir politika paketi oluşturulabilir mi? Bu defa sadece para politikasından bahsetmiyorum; Örneğin, verimlilik artışı sağlanırsa da bu sonuç kısmen veya tamamen telafi edilebilir. Nitekim geçmişte bu oldu Japonya’da.  Yen çok ciddi bir şekilde değerlenmişti, herkes Japonya’nın ihracatının çökeceğini tahmin etmişti, sonuçta Japonya’nın ihracatı çok büyük ölçüde arttı, çünkü bu ülkedeki verimlilik artışı Yen’in değerlenmesinin çok üstüne çıkmıştı ve inanılmaz bir başarı sağladılar sanayilerini yenileyerek. Buna benzer -tabii Japonya’nın aynısını yapmaktan bahsetmiyorum- bir şey olur mu? Olması için ne yapmak lazım? Burada sadece para politikası değil, mesela sanayi politikası işe yarar mı? Bu tür soruları bir bütünlük içine oturtup bir an önce hareket etmek gerekiyor.

 

Bir olay oldu da TL değerlendi diye düşünmemek lazım; rakamlara bakınca görüyoruz bu uzunca bir süredir devam ediyor. 2006’daki Haziran ayında dünyada bir çalkalanma oldu ve YTL’de büyük bir değer kaybı oldu. Ondan sonraki döneme baktığımızda o kadar yükseldi ki, şu anda 1981’den bu yana TL reel olarak en yüksek değerine ulaştı. Demek ki bir hareket var, TL’yi böyle değerlendiriyor, kur bir şeyleri olumsuz etkileyecek noktada. Bununla ilgili olarak ne yapılabilir? Bu soruyu ciddi olarak sormamız lazım, ama bu ilan vererek veya o verilen ilandaki gibi ifadelerle olmaz. 

(8 Kasım 2007 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)