Eleni Karaindrou İle Söyleşi

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

 

Müzisyen Eleni Karaindrou geçtiğimiz günlerde bir konser için İstanbul’daydı. Daha çok Theo Angelopoulos’un filmleri için yaptığı müziklerle tanınan bestecinin çalışmaları genellikle göç ve göçe maruz bırakılanlar üzerine. Bu tema, çalıştığı filmlerin yanı sıra Troya’lı Kadınlar gibi Antik Yunan tragedyalarına kadar kendini gösteriyor. İşin ilginç yanı hikâye ya da görüntüyü müzikal bir dille ifade etmeyi kendinin seçmemiş olması.

 

Aslında insanlar benim için karar verdi. Benim planlarım arasında film için müzik yapmak yoktu. Başlarda piyanist olmayı düşünüyordum ve doğaçlamalar yapıyordum. Sonraları anladım ki doğaçlama çok ilginç bir şeymiş ve hatta bir tür kompozisyon olduğunu söyleyebilirim. Paris’teki eğitimimin bitmesi ve dikta rejiminin sona ermesiyle Yunanistan’a döndüm. Yunanistan’daki pek çok yönetmen arkadaşım film müziği yapmam gerektiğini çünkü bu yönde bir yeteneğim olduğunu söylediler. Piyanodaki doğaçlamalarımı dinliyorlardı. Sıklıkla söyledikleri şuydu: “Müziğin, doğaçlamaların görüntüler yaratıyor.Böyle bir yeteneğin var ve mutlaka bunu yapmalısın.” İlk çalışmam gerçi sinema için değil tiyatro içindi. İyi bir sonuç elde ettim. İyi de eleştiriler yazıldı. Ardından genç bir arkadaşım (Christophoros Christophis) ilk filmi “Wandering”  için müzik yapmamı istedi. Film göç etmiş Yunanlar, diaspora hakkındaydı. Müziği besteledim fakat sonuçtan hiç emin değildim. İyi olmadı diye korkmuştum. Filmin montajı bittiğinde yönetmen sonuçtan oldukça etkilendi. Beni aradı ve muhteşem olduğunu söyledi. Ben de çok mutlu oldum tabii çünkü başladığımda yapabileceğimi hiç sanmıyordum.

Ardından başka bir film, derken başka bir film ve yeni aynı yönetmenin bir diğer filmi “Rosa”. Bu film bana Angelopoulos’la tanışma fırsatını getirdi. “Rosa” dolayısıyla Selanik Film Festivali’ne katılmıştım. Angelopoulos da festival jürisi başkanıydı. Müziğimi dinledi ve çok beğendi. En İyi Film Müziği Ödülü’nü bana verdi ve bir sonraki yıl çekeceği film için birlikte çalışmayı teklif etti. Böylece “Kitara'ya Yolculuk” filmi için çalışmaya başladım. 

 

Film ve tiyatro için çalışmalarınız paralel olarak ilerlemekte. Benzerlikler olmasına rağmen farklı anlatım biçimleri söz konusu.

 

Mutlaka farklı tarihsel dönemleri düşünmek zorundasınız. Örneğin, Shakespeare, Çehov ya da Goldoni için müzik yazacaksanız duygularınızı ve oyunun fikrini ifade ederken, tarihten, o dönemden hareket etmek zorundasınız. Bu bazen çok zorlayıcı olabilir, çünkü kendinizi olup bitenin içinde bulmanız gerekir. Demek istediğim, stilim ve müzik yazışımda esneklik olmalı. Ama aynı zamanda karakterimi de içinde bulundurmalıyım. Sinemadan bir diğer farkı ise kolektif bir çalışma olması. Sadece oyun ve yazar değil, yönetmen ve oyuncuları da göz önünde bulundurmalısınız. Müziği yazarken çok hassas ve zekice davranmanız gerekir. Müzik her zaman aynıdır ama her gece performans değişir. Canlılar, hareket eden birileri söz konusu.

 

Burada tanınmanız daha çok Angelopoulos’un filmi “Ulis’in Bakışı” ile oldu diye düşünüyorum. Film için bestelediğiniz temaya sanıyorum artık hepimiz oldukça aşinayız.  Biraz bu çalışmanızdan bahseder misiniz? Senaryo üzerine mi çalıştınız yoksa görüntü üzerine mi?

 

Angelopulos’un sesinden bütün hikâyeyi dinledim. Bu benim için çok önemli çünkü ben bir müzisyenim. Duyduğum kelimelerin altında yatanın ne olduğunu hissedebiliyorum. Ayın zamanda sessizlikler, hareketler, filme dair pek çok şey yönetmenin iç dünyasıyla ilgili bilgiler veriyor. “Ulis’in Bakış”’ndaki tutumumu Angelopoulos’tan filmin hikâyesini dinlemem belirledi. Genellikle senaryodan sonra beste yapıyorum. Bazen de sadece onun hikâyesi üzerine müzik yazıyorum. “Ulis’in Bakış”nda çekimler başlamadan besteyi yapmıştım. Kafamda bir fikir oluşmuştu. Synthesizerımda doğaçlama yapıyordum ve tamamı – 17 dakika - o sırada ortaya çıktı. İlk dakikasından itibaren aklımda sadece Kim Kashkashian vardı. Kim Kashkashian, Ermeni asıllı bir Amerikalı. Muhteşem bir viyola sanatçısı. Bu iş için onu düşünmüştüm, çünkü Kim’le birkaç sene öncesinde, Münih’te  ECM’in kurucusu Manfred Eicher vasıtasıyla tanışmıştık. Manfred Eicher Kim’le aramızdaki benzerliği hissetmişti ve birlikte çalışmamız kafasında şekillenmişti. Tabii bu işbirliği benim “Ulis’in Bakışı”nın öyküsünü dinlememle ortaya çıktı. “Ulis’in Bakışı nedir?” diye düşündüm. Ana fiki,r masumiyetin kayboluşuydu; insanlığın kaybolmuş masumiyeti. Bu fikir doğrultusunda kendi iç dünyamda bir şeyler bulmaya çalıştım; ben de acı yaratan bir şeyler. Kim’i düşünüyordum, çünkü onun bakışında bütün o masumiyet vardı. Hatta hayatımda tanıştığım en iyi insan diyebilirim. O muhteşem bir müzisyen çünkü aynı muhteşemlikte bir ruha sahip.

 

Müziğinizde geleneksel Yunan sazlarını da kullanıyorsunuz. Çalışmalarınızda geleneksel Yunan müziğinin de etkisi olsa gerek.

 

Müziğimi oluşturan öğeler sadece geleneksel sazlar ya da çok iyi bildiğim sözlü müzik geleneği (oral tradition) değil. Klasik müzik konservatuarındaki 17 yıllık çalışmalarımın müziğim üzerindeki etkisi büyük. En büyük etkinin klasik ya da  Avrupa müziğiyle ilgili formasyonum olduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda cazdan da etkilendim. Fransa’da 7 yıl süren eğitimim sırasında tanıştığım cazcı arkadaşlarım sayesinde iyi deneyimlerim oldu. Konserleri takip ediyordum ve özellikle de oradaki otantik caz müziğinden oldukça etkilendim. Müziğimi oluşturan öğelerden söz edecek olursam, aslında her şeyin bir karışımı olduğunu söyleyebilirim. Bütün besteciler gibi pek çok şeyle ilgili anılarım, hatırladıklarım var. Çünkü şimdilerde müziğin bir sınırı yok. Hindistan müziği ile de bir bağlantı kurabilirsiniz ya da İskoçya, İrlanda müziğiyle ki İrlanda müziğini çok severim.

 

Düşünüyorum da ilk bestelerimde dahi çeşitli renkleri karıştırmaktan çok hoşlanmıştım. Klasik müzik orkestrası ve sazlarıyla paralel olarak kimi zaman santur, akordeon, kanun gibi renkleri de müziğime kattım. Bütün bu renkler zaten Akdeniz’in ortak değerleri. Kuşkusuz sizin de bu sazlara sahip olduğunuzu biliyorum. Hatta, santurun bir türü Balkanlar’da da mevcut. Tüm bu bahsettiklerim birer yansıma olarak değil de içgüdüsel olarak müziğimde yer alıyor. Bunlar üzerine düşünmüyorum sadece aklıma geliveriyorlar.

 

 

Dağların arasında bir köy olan  Teichio’da doğmuşsunuz. Oradaki seslerin ya da sözlü müzik geleneğinin önemi Paris’te etnomüzikoloji öğrenimi gördüğünüz yıllarda ortaya çıkmış olabilir mi?

 

Çok müstesna bir yaşamım olduğunu düşünüyorum; sürekli yer değiştiriyordum. Çocukluğumda 7 yılım, özgürlük ve barışın hakim olduğu harika bir köyde geçti. Elektrik, radyo, hiçbir şey yoktu. Doğanın sesini duyuyordum, bir de dedemin mandolinini. Ve köydeki kadınlardan çok sesli şarkılar dinliyordum. Harikaydı.

Daha sonra başka bir şehre taşındık ve hayatım tamamen değişti. Sadece sesler ve kokular değildi değişen. Bir açık hava sinemasının yanında yaşamaya başlamıştık. Ben de ilk akşamdan başlayarak filmleri takip eder oldum. Anna Karenina gösteriliyordu. Çok çılgınca bir şeydi. Çocuktum ve hiç böyle bir deneyimim olmamıştı. Geceleri yatağımda yatarken oldukça tuhaf müzikler duyuyordum ki bunlar beni çok etkiledi. Gördüğünüz gibi her şey değişiyordu. Annemi kaybettim. Babam başka birisiyle evlendi ki onun da çok güzel bir piyanosu vardı. Piyanoyu ilk kez okulda görmüştüm ve ilk görüşte aşık oldum. Çok feci bir şeydi. O anı hiç unutamıyorum. Durum böyle olunca babama yalvardım: “Lütfen, lütfen bana bir hoca bul.” Ne yapmak istediğini bilen bir çocuktum. Başından beri müziğe aşıktım.

Paris’e gittiğimde yeni bir çevrenin içine girdim, pek çok yenilikler... Stilim yavaş yavaş bütün bu anılar ve etkilendiğim şeyler doğrultusunda oluştu. Çocukluğumdan beri bir besteci olduğumu söyleyebilirim. Küçük küçük tabii. 10 yaşındayken piyanoda doğaçlamalar yapıyordum. Etrafımda beni dinleyenler “bu çocukta bir şeyler var” diyorlardı. Sonraları bunu yapmayı çok sevdiğimin farkına vardım ve 18 yaşında ilk gerçek bestemi yaptım. Yazılı hale getirdim ve güzel bir akşam yemeğinin ardından arkadaşlarıma çaldım. İlk bestem bir şiirden aldığım ilhamla ortaya çıkmıştı. Şiiri de müzik kadar seviyordum. Ama şiiri bestelemedim, şiirden aldığım ilhamla bir beste yaptım. Elytis’in bir şiiriydi. Ama, tercümesi çok zor!

 

 

Bir ara Roman bir müzisyenle çalıştığınızı öğrendim. Bir flütçüydü galiba. İnanılmaz yetenekliler, fakat yazılı bir müziği çalmalarında ya da alışık olmadıkları şekilde ‘yönetilmelerinde’ sonuç ne olur, aklıma takılan sorulardan biri.

 

Evet, 1975’te. İlk albümlerimden biriydi. Onun için çok harika olabileceğini düşündüğüm bir melodi yazdım. Çok da kolay öğrenebilir diye düşündüm. Piyanomda çaldım ve kasete çekip ona verdim. Ertesi gün ya da birkaç gün sonra stüdyoda beraber çalacağımızı söyledim. Hatırladığım tek şey çok mutsuz olduğuydu! Beni sevmişti ama bunu öğrenmesi onun için imkânsızdı. Çünkü kendi stilinin tamamen dışındaydı. Stüdyoda artık ben de mutsuzdum!  Onu zorlamak istemiyordum; stilini sevdiğim için bu melodiyi yazmıştım ama ne yapacağımı da bilemez durumdaydım. Bir cümle ben çalıyordum o tekrar ediyordu, bir cümle ben çalıyordum o tekrar ediyordu, böyle böyle sonunda bitirdik. Bu da benim sözlü müzik geleneğinden gelen bir müzisyenle ilk ve son çalışmam oldu. Müziklerini çok seviyorum, ve saygı duyuyorum. Uzun yıllar radyoda Manos Hadjidakis’le bu müzisyenleri korumak ve müziklerini kayıt edip yok olmamasını sağlamak için çalıştık. Şimdi pek çoğu öldü, çünkü çok yaşlılardı. Bu geleneği bilen kalmış mıdır, bilemiyorum. Sosyal hayat oldukça değişti. Televizyon, teknoloji, artık bu geleneğin yaşamasına, tekrar üretilmesine izin vermiyor. Şimdi bir de etnik müzik fenomeni var. Büyük bir tartışma var bu konuda. Geçmiş, şimdilerde bu müziği seven gençlerle tekrar günümüze geliyor. Fakat ben sonuçlardan pek emin değilim. Her yerde aynı şeyler oluyor. Etnik öğeler taşıyan ya da etnik müzik olarak sunulan müziklerin hepsinin ilginç olduğuna inanmıyorum. İnandığım ve tutkuyla radyoda üzerine çalıştığım şey sözel müzik geleneğiydi. Paris’teki çalışmalarımdan biliyorum, gerçi hala var mıdır bilemiyorum ama sizin de harika bir sözel müzik geleneğiniz vardı. Ama eminim ki Türkiye’de de aynı şeyler oluyordur; yeni süreçler, sosyal koşulların değişmesi... Gerçek otantik müzik nedir ve gerçekten güzel müzik nedir? Çünkü otantik olan her müzik ilginç olmayabiliyor. Bu konuya dikkat edilmeli.

 

 

Son çalışmanız “Elegy Of The Uprooting”. Albümde büyük bir orkestra ve koro eşliğinde neredeyse tüm çalışmalarınızdan örnekler görüyoruz.

 

“Elegy Of The Uprooting”, kökleri kazınmış ya da yerinden edilmiş insanlar için bir ağıt. Bunlar mülteciler olabilir ya da yaşadığı ülke içinde buna maruz kalanlar olabilir. Örneğin kırsal bölgeden büyük şehre para kazanmak için gelen biri kendi küçük köyündeki renkleri, duyguları bulamaz ve gördüğü şiddet ya da hoş karşılanmamayla kendini köklerinden uzakta hisseder. Ben de konserimin başlığını Euripides’in trajedisi “Troya’lı Kadınlar”dan aldım. Çünkü, 2500 – 3000 yıl önce de tarih hep ayınıydı. Bu trajedide Yunanlar Troya’ya gelir ve her şeyi yok ederler. Erkekleri ve çocukları öldürürler. Kadınlar da yalnız başlarına başka bir ülkeye gitmek zorunda kalırlar. Bu kadınların durumu şiirsel bir dille harika bir şekilde anlatılmış.

 

Fark ettim ki bütün işlerim, kompozisyonlarım, seçtiğim yönetmenler hep bu konuyla ilgili. Örneğin sinemadaki ilk çalışmam: Wandering. Ya da Rosa: Rosa Luxemburg hakkındaydı. Daha sonra Angelopoulos’la olan filmler ki o her zaman mültecilerden bahseder. Sadece Angelopulos da değil, mesela çalıştığım başka bir film: “Happy Home Coming, Comrade”. Film Macaristan’da, Yunanistan’da iç savaş varken Yunan mülteciler tarafından inşa edilmiş bir köyde geçiyor. O köye (Beloiannisz) gitmiştim. Orada 40 yıldır evlerinden, Yunanistan’dan uzakta yaşayan insanlar gördüm. Onların acılarını hissettim ve orkestra ve trompet için bir tema besteledim. Bugün televizyona baktığımda da gördüğüm şey aynı. Dünyada neler oluyor? Anneler ve çocukları hep bir yerden başka bir yere gitmek zorunda kalıyor. Burada bize acı veren bir şeyler var.