Ekonomi Notları: 14.09.2006

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Türkiye’de tasarruf eğilimindeki bir düşmeden bahsetmiştin daha önceki programlarda, bunun üzerinde biraz daha duralım.

 

Hasan Ersel: Önce kutlayalım: Büyümemiz gayet güzel olmuş geçen çeyrekte; GSYİH %7,5 artmış, GSMH %8,5 artmış, 6 aya bakınca %7’nin üzerinde büyümemiz var. Buna üretim açısından bakmak mümkün. Ama öte yandan da demek ki iyi para harcıyoruz, bu malları aldığımıza göre.

 

ÖM: Yani Çin ve Hindistan’la beraber en yüksek büyüme oranını gerçekleştiren ülkelerden biri olarak görünüyor değil mi Türkiye?

 

HE: Evet, ama bu kötü bir şey değil, zararları yoksa tabii. Çünkü her şeyin bir fiyatı var; büyümenin de bir fiyatı var. Bir tanesi senin çok duyarlı olduğun çevre kirliliği. Onun ötesinde, “bugünkü büyümeniz acaba gelecek yıllardaki büyümenizi nasıl etkiliyor?” diye de bir soru var. Şöyle söyleyeyim: “Para kazandım, bugün harcadım, mal aldım, yemek yedim harcadım. Bir de bunun bir kısmıyla yatırım yaptım.” İkisi de harcama ama ikincisi ileride geliri arttırabilecek bir şey. O yüzden büyümenin bir de kalitesi sorunu var. Burada da tüketimin nasıl davrandığı önemli. “Tüketim önemsiz” dendiği zaman biraz garip oluyor. Niye yaşıyoruz ki, sonuçta bizi tatmin edecek bir şeyler tüketmek için. Bunlar mal olabilir, hizmet olabilir, temiz hava olabilir, vs. Bunun da bir dengede olması lazım. Buna bakarken ülkelerin tasarruf eğilimi çok önemli bir gösterge. İnsanlar ne kadar tasarruf ediyor, geleceklerini ne kadar dikkate alıyorlar?

 

Enteresan bir çalışma yayımlandı, bu çalışma TEPAV’da yapıldı, Ankara’daki bir araştırma enstitüsü. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı. Sarp Kalkan, Haki Pamuk ve Beyaz Bolat adlı üç araştırmacının yaptığı çalışmada, 2001 krizi sonrasında tüketim sepetindeki değişmeler üzerine. “Kaliteden kaçış mı yaşandı” diye bir çalışma. Yaptıkları şu: 2001 krizi önemli bir olay, insanların geliri düşüyor veya ilerideki, yakın gelecekteki gelirlerinin düşmesi ihtimali çok yükseliyor (yani işsiz kalma). “Bu tüketim davranışlarını etkiledi” diye bakıyorlar. Aynı dönemde, makro rakamlara bakıyoruz, toplam tüketim %9,5 düşmüş, bu çok büyük bir rakam. 2001 krizi sonrasında toplumsal tepki oldu, ciddi toplumsal tepki oldu ama bunu %9,5 gibi bir düşüşle karşılaştırırsanız yumuşak kaldı. Yani insanlar daha çok feveran edebilirdi ama etmedi gibi.

 

ÖM: Evet, öyle görünüyor.

 

HE: Hiç tepkisi olmadı demiyorum ama beklenenden az oldu. Bu arkadaşlarımız HTP Danışmanlık firmasının topladığı verileri kullanmışlar. Çok ilginç ve çok güzel bir metodoloji ile toplanmış verileri. Ailelerin her gün yaptıkları harcamalar, hangi malı aldığı, ne kadar ödediği, vs. kaydediliyor. Türkiye’den 5 bin kişilik bir örnek. Çok enteresan, alışık da olmadığımız metodolojik kalitesi olan bir çalışma, fevkalade güzel bir şey. Bunu kullanıyorlar. Burada buldukları sonuç şu, 2001 krizi başlayıp, ortalık karışınca insanlar malların toplam tüketimlerini o kadar düşürmüyorlar, fakat kullandıkları malların kalitesini değiştiriyorlar. Kaliteyi de ölçmek kolay değil, bu nedenle söz konusu çalışmada fiyata bakılıyor. Mesela marketten ambalajlı peynir alıyordunuz, bu olayda durum bozuldu, o zaman onu almayı bırakıyorsunuz, diyelim ki pazara gidip oradan açık peynir alıyorsunuz, onun fiyatı daha düşük. (Bu kalite midir, o ayrı konu, yani diyebilirsiniz ki pazarda o kadar güzel şeyler var ki, tabii o da olabilir) Fakat mühim olan aile sabah yine aynı miktar peynir yiyor ama bu aldığı peynirin parasal değeri daha az.

 

Söz konusu araştırmacılar bu olayı gözlemişler. Bulguları krizin gelişimine de paralel gidiyor. Kriz süresince bu ikame artmış, yani görece daha ucuz, daha az kaliteli malları tercih etmiş toplum. Bunlar hızlı tüketim malları, buzdolabı filan aldığı yok da gündelik yaşamda kullanılanlar içerisindeki payı iyice yükselmiş. Fakat daha ilginç olanı, 2004 yılında ekonomi tekrardan canlanmaya başladı ya...

 

ÖM: Evet, krizin etkileri azaldı.

 

HE: O zman hemen, tekrardan o kaliteli denilen, daha yüksek fiyatlı satılan mallara dönüş başlamış. Geldiğimiz noktada, aşağı yukarı 2006’nın ortalarında, daha pahalı malların toplam tüketim içindeki payı, 2001 öncesinde bıraktığımız noktadan daha yüksek bir orana çıkmış.

ÖM: Sosyo psiko ekonomik açıdan bakıldığında normal değil midir zaten böyle olması? Krizin etkileri geçer geçmez eskiye dönmesi beklenen bir şey değil midir?

 

HE: Beni reaksiyonun hızı şaşırttı, benzer bir kriz Almanya’da olsaydı bu reaksiyon eminim epeyce sonra gelirdi. Yani tüketimini kontrol etme alışkanlığı Almanlarda çok daha güçlü olarak var. II. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya’nın kendisini yeniden kurma sürecinde Alman tüketim standartlarına bakın. Çok uzun zaman düşük kalmıştır, gelirlerine göre düşük kalmıştır. Tabii çok istisnai bir olaydan bahsediyorum, onun farkındayım, böyle geçici bir kriz değil. Fakat yine de tüketim yapabilme arzusunun çok güçlü olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Dolayısıyla dediklerin Türkiye için doğru.

 

Bir örnek vereyim, televizyondaki herhangi bir diziyi; bırakın yabancı diziyi, yerli diziyi alın. Oradaki bir ev, o evin içerisindeki yaşam düzenini alın, kaç lirayla döner diye bir hesap yapın. Her akşam o tüketim düzeyi sizin evinizin içine giriyor, görüyorsunuz, ona bir türlü özeniyorsunuz. Kötü bir şey de değil ama tüketimi bu körüklüyor. Ayrıca reklamlar var, vs. başka şeyler de var. O tüketim düzeyine ulaşma arzusu başlıyor.

 

Bu dönemde gözlediğimiz şey, Türkiye’deki tasarrufun düşmekte olduğu. Özel kesimin yaptığı tasarrufun milli gelire oranının düşmekte olduğu. Benim gelirim artıyor, ama benim bu arada tüketimimim gelirimdeki artış hızından daha yüksek bir hızla artıyor. Bu çalışma da onu ortaya koyuyor. Gelir artınca insanlar tüketimlerinin kalitesini artırıyorlar, tasarruflarını değil. O yüzden Türkiye’de tüketimin artış hızının sınırlanmasını kontrol edebilmek çok güç. Böyle olunca da, Türkiye ekonomisi, iç talep nedeniyle hızlı büyüme eğiliminde olan bir ekonomi. Yani tasarruf eğilimini artırmak Türkiye’de zor. Tabii, tüketimi “yasakladım, yiyemezsiniz” dersiniz, düşürürsünüz, ama o da bu siyasi düzenimizle, uyuşmayan bir şey.

 

 

Burada ilginç bir nokta var, bu tüketim baskısı çok yüksek, hakikaten bu işin psikolojik, sosyolojik boyutlarını bilenlerin bu konuya bir bakmaları lazım. Yani tüketimi motive eden unsurlar, kabaca söylediklerimiz doğru mu? Mesela nüfusun genç olması önemli bir şeydir.

 

ÖM: Bu 15 dakikalık programın sınırlarını çok aşan bir mesele. Mesela İkinci Dünya savaşındaki tasarruf şartlarının disipline edici davranışından bahseden önemli yazarları da çıkıyor İngilizlerin. Çok aşırı bir tüketimin de, bu sürekli büyüme, sürekli tüketme eğiliminin de başta belki çevre olmak üzere, çok ağır başka bedelleri olduğunu da ortaya koyan pek çok gösterge var. Onu ayrıca düşünmek gerekiyor tabii.

 

HE: Türkiye’deki iktisat politikası uygulamalarında hep “serbestleşme”, “piyasaların serbestleşmesi” deyimini kullandım. “Liberalleşme” demedim. Liberalizmle ilişki kurmamaya çalıştım. Liberalizmde bir ahlak anlayışı vardır, bu ahlak anlayışının dinsel kökenleri, vs. olabilir, ama orada bireye bazı sorumluluklar yükler. Bizim ithal ettiğimiz anlayışta o sorumluluklar gümrükte kaldı! Kendi geleneksel anlayışımızda da vardı, onlar da bir türlü zayıfladı. Tüketirken makul olmak sadece liberalizme özgü bir şey değil. İslam düşüncesinde de aşırı tüketim özendirilmez. Türkiye’de bu konuda mevzuat vardı, o da tabii arada kalktı. Ben hatırlıyorum, 1950’lerin sonunda hâlâ geçerliydi, bir il içerisinde büyücek, çok para harcanan bir düğün yapabilmek için validen izin gerekirdi, yasa öyleydi. Aşırı tüketim olmasın diye. Şimdi bunlar yok, böyle bir şey olması da zor, fakat insanlara geleceklerini hesaba katan, onun bir miktar sorumluluğun yüklenmesi gerektiğini anımsatan bazı şeylere ihtiyaç var.

 

 

Örneğin toplumsal güvenlik reformu bu açıdan çok önemli, ama iyi anlaşılması halinde. Özü nedir bu reformun? Kendi geleceğini sen de biraz düşün. Tabii bunu iyi ayarlaması lazım, o imkânı olmayan bir insana da “ne yapalım, sen yaşlanınca ölürsün paran olmadığı için” denmez ama biraz da tüketimini denetleme sorumluluğunu getirmek gerek.

 

O yüzden tahminimi söyleyeyim, Türkiye ekonomisinin 2006 yılını ciddi bir şekilde daralarak, son çeyreğinde bile daralarak bitireceğini hiç sanmıyorum, Türkiye’de önümüzdeki yıl da büyüme hızının, -7 olmaz 6 olur ama daha çok düimez- 2-3’lere düşmesi mümkün değil. Ama ne yazık ki, onu yaratan unsur tüketim harcamaları olacaktır, ne yatırım olacaktır ne de ihracat büyümesi. Yani o derece ihracat büyümesi olmayacaktır.

 

ÖM: Bu da çok önemli bir mesele, başka programlarda da döne döne tekrar ele almamız gereken, etik boyutları da olan çok önemli bir mesele. Tamamen konu dışı ama bir değinerek geçeyim, bir hesap yapılmış, 43 milyon çocuğun eğitim alamadığı hesabı vardı bir insan kuruluşu olan Save The Children’ın araştırmasında, dünya genelinde, ülkelerdeki savaşlar yüzünden okula gidemeyen 43 milyon çocuk. Yani sadece 10 milyar dolara, evrensel dünyada herkesin okula kavuşturulmasının mümkün olabileceği de aynı şekilde hesaplanmış. Böyle hesaplar da yapılması lazım herhalde?

 

HE: Türkiye’de neyse ki savaş yüzünden okula gidememe türü korkunç baskılardan uzağız belki ama okullarımızın kalitesi, verilen eğitimin kalitesi sorunu var. Onu bir gıdım yukarıya itebilmek için ne kadar harcama yapmamız gerekir. Bu harcamayı tüketimimizi kısarak yapacağız, karşılığında çocuklarımız daha iyi eğitim alacaklar, ileride daha çok gelir sağlayacaklar, onlar tüketecek. Böyle bir hesap yapılabilir ve yapılıyor da, hem Planlama Teşkilatı tarafından, hem de bağımsız araştırmacılarca. Çözemediğimiz sorun, buna toplumu nasıl razı edeceğiz? Mesela böyle bir konu vergi ile çözülebilir ama her konu da vergi ile çözülemez. O yüzden böyle bir sorun var. Türkiye’nin bu tasarruf sorununu çözmemesi halinde, bizim cari açıktan gelen darbelere çok daha duyarlı olacağımız açık. Çünkü cari açık özünde, “tasarrufumuz yetmiyor yabancıların tasarrufunu kullanalım” demektir. Biz de öyle yapıyoruz. Halbuki bizim tasarrufumuz daha yüksek olsa, yine biraz cari açığımız olabilir, bir sallantıyı biz burada dengeleyebiliriz. Ama şimdi yetmiyor, çünkü bu yaşam düzeyini, yani bu peynirleri yiyebilmek için bir şeylerin üretilmesi lazım, makine almamız lazım, şu lazım, bu lazım, vs. Tasarrufumuz yetmiyor makineyi almaya dövizimiz değil. Ama bunu düzeltmek için de bu tasarruf eğilimini de tekrardan eski yerine doğru yükseltmemiz lazım, ciddi bir problem bu. Hem makro ekonomik olarak çok rahatsız edici bir durum, hem de sözünü ettiğin diğer noktalar açısından, toplumsal açıdan, bir nevi açgözlü bir halimiz var, daha fazla tüketelim, daha fazla tüketelim. Onun yavaşlaması lazım.

 

ÖM: Ben bu “aç gözlü” teriminin daha da sık ve yerinde kullanılmasını, gerektiğini düşünüyorum üstelik, ayıp gibi gelse de en doğru terim gibi geliyor. Bu bir kültür meselesi.

 

HE: Tamamen öyle.

 

(14 Eylül 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)