'Cumhuriyet ordusunun kullanılma meşruiyetine aykırı'

-
Aa
+
a
a
a

Bush yönetiminin, neo-liberalizmin mantığına uygun, yeni dünya düzeni projesinden söz ediyorsunuz. Bu proje genel hatlarıyla nedir?

Yeni dünya düzeni projesi sadece Bush yönetiminin değil, ABD’deki karar odaklarının iki bloklu dünya sona  erdiği dönemden itibaren gündeminde olan bir konudur. İki bloklu dünyada uluslararası ilişkiler ve kurumlar askeri, ekonomik, politik olarak birbirine denk güçlerin varlığı koşullarında gelişmiş ve rekabet mantığına göre yapılanmıştır. Dünya egemenliği konusunda rekabet eden güç odaklarından biri ortadan kalkınca, bu yarışmanın varlığında kurulan ilişkiler de dahil olmak üzere pekçok şey yeniden düşünülmek zorundadır. Bu bakımdan 1990’lardan itibaren ABD yönetimlerinin karar odaklarının gündeminde bir yeni dünya düzeni vardı.

Ömer Laçiner

1946 Sivas doğumlu. 1966 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1971 yılında siyasal nedenlerle ordudan atıldı. Laçiner, Birikim Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yapıyor. Yazdığı Eserler:Henüz Vakit VarkenÇevirdiği Eserler: Marx’ın Felsefesi, Marx’ın Sosyolojisi

 

 

Bugüne kadarki dünya düzenleri hep birbirine aşağı yukarı eşdeğerde olan birtakım güçlerin varlığında oluşmakla beraber bu güçler arasındaki rekabette bir sosyal boyut yoktu. Bu güçler birbirlerine üstünlük iddiası bulunamayacak toplumsal ve ekonomik düzenlerdi. 1940’lara gelindiği vakit güç mücadelesine bir sosyal düzen boyutu da eklendi ve bir toplumsal düzen mücadelesi de başladı. 1980’lerde, yani Sovyetlerin çökebileceğinin artık konuşulur hale gelmesiyle birlikte, ABD eskiden ittifak sistemine dahil ettiği ülkelerle olan ilişkilerini de yeniden gözden geçirmeye başladı. İttifak sisteminde ABD hegemonyasında olmakla birlikte kağıt üzerinde bir eşitlik ilişkisi ve eşit haklar söz konusudur. ABD eşitler arasında birincidir. Ve bazen bu mantığın içinde özel olarak ABD’nin işine gelmeyen bir şey ittifak adına kabulleniliyordu. Rekabet zorunluluğu ortadan kalktığında ise nizam yeniden ve farklı biçimde kurulacaktır. ABD 1990’lar boyunca bunu düşündü.

 

Bu projenin çeşitli varyasyonları iki ana başlık altında toplanabilir. Bunlardan bir tanesi Bush yönetimi ve yeni-muhafazakârların savunduğu tez. Bu teze göre ABD dünyanın tartışmasız en büyük askeri, iktisadi, bilimsel-teknolojik gücüdür ve yeni dünya düzeninin birinci önceliği bu konumu korumak olmalıdır. Bush’un güvenlik danışmanının iktidara geldikten hemen sonra ifade etmiş olduğu gibi, bundan sonra ABD dış politikası ABD ulusal çıkarlarının sağlam zeminine oturacaktır. Bu yeni düzende artık genel bir blok politikası izlemek gerekmez; müttefiklerin yerini durumlara ve ihtiyaçlara göre değişen partnerler alır.

 

Birinci Körfez Savaşı eski dünya düzenine uygun şekilde yapıldı. BM kararı alındı ve uluslararası yasallık çerçevesinde ABD, BM’nin icra gücünün başında Irak’a müdahale etti. Bosna ve Somali müdahaleleri de benzer şekilde gerçekleştirildi. ABD’nin belirleyici olduğu ittifak mantığı günümüzde yerini ABD’nin sorunun niteliği ve çözüm yöntemlerini tek başına belirleyip taleplerini sıraladığı yeni bir düzene bıraktı. Zaten Fransa ve Almanya gibi ülkelerin muhalefet ettiği temel nokta da karar alma süreçlerinin bu şekilde dışında bırakılmış olmaktır. Bu ülkeler BM’nin temsil organları, Güvenlik Konseyi vb. kurumların tahkim edilmesi yoluyla uluslararası bir karar mekanizması oluşturulmasını istiyor.

 

Peki ikinci eğilim nedir?

 

Genel hatlarıyla 1990’larda Clinton yönetimince temsil edilen konum. Buna göre uluslararası meşruiyet aranıyor, bu kurumların onayıyla ABD icra kuvveti olarak iş görüyordu. Sözünü ettiğim ikinci eğilim bu mekanizmaların geliştirilmesinden yanadır.

 

Emperyalizm kavramının yaygın kullanımda imparatorluk kavramı ile yer değiştiriyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Emperyalizmler çağında kuvvet dengeleri ve çatışmaları içinde hareket eden rakip güçler vardır ama imparatorluklar böyle değildir. Ancak unutmamak gerek ki yeni durumlar henüz  kendi kavramlarını üretmedikleri için eski kavramlarla konuşuyoruz; bu da bazı önemli noktaların, durumun orijinal tarafının gözden kaçmasına yol açıyor. Amerikan imparatorluğundan söz ediyorsak buradaki emperyallik tezahürleri ve araçları şüphesiz Roma İmparatorluğunun emperyal nizamı ve karakterinden çok farklı.

Bugün yaşanan gelişmeler ulus devletin ortadan kalkması anlamına gelmese de aşınması yönünde. Tüm kurumları ve mekanizmaları ile genel bir politika izleme kapasitesine sahip olan ulus devlet, kendi birimlerinde politika empoze etme ve uygulama kapasitesini giderek yitiriyor. Ülkeler içerisinde bir durum karşısındaki mümkün hareket tarzlarından herhangi birisini kabul etmiş olanlar, dünya ölçeğinde kendi kabulleri paralelinde davranabiliyorlar. Devletler artık resmi politikalar doğrultusunda homojen birimler olarak davranamıyor. Küresel boyutlu sorunlar ulus devlet merkezli mantığı zorlarken, birtakım problemler ulus devletlerin müdahale imkânlarının tamamıyla ötesinde yer alıyor. Bir taraftan da ulus devletlerin milli kimliği geliştirmek için kullanabileceği politikaların tümü kültürel iletişim karşısında çaresizleşiyor. Başka bir kavram bulamadığımız için şu an emperyal tanımlamasını kullanıyoruz ama neyi kastettiğimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Yeniden tarif edilmeyi bekleyen bir durum karşısındayız.

 

Yeni-muhafazakâr projede Ortadoğu’nun yeri nedir?

 

Dünyanın petrole bağlı enerji kaynaklarının büyük kısmını bulunduran Ortadoğu, ileri kapitalist toplumlar için önemli bir yer. Buna Hazar petrolleri havzası, Kazakistan, Azerbaycan ve Çeçenistan’dan geçen petrol yolları da eklendiğinde, dünya enerji ihtiyacı bakımından stratejik önemdeki bölgenin egemenlik altına alınması, müdahale gerekçelerinin büyükçe bir kısmını izah eder.

 

Buna ilaveten ABD müdahalesi dışında bir İran ve Irak ABD müttefiki petrol ülkelerine karşı potansiyel tehdittir. Dini duyarlılıkların yüksek olduğu bu bölgede dini gerekçelerle ortaya çıkabilecek muhalefet hareketleri burada ABD’nin kontrolünü her an tehlikeye sokabilir. Filistin probleminin çözümsüzlüğü düşünüldüğünde bu her an beklenebilir. Ayrıca Filistin davasının giderek laik akımlardan Hamas ve İslami Cihad gibi İslami duyarlılıkları yüksek akımların kontrolüne geçmesi, Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün ülkelerdeki İslami rejimlerle yakınlaşmasına yol açarak bu rejimleri radikalize edebilir; ABD ile ilişkilerini gözden geçirmeye zorlayabilir. İlaveten Cezayir, Mısır, Tunus, Suriye, Ürdün gibi İslam ülkelerinde muhalefet hareketleri İslamidir. Eğer Ortadoğu ABD veya bütün emperyal sistematik açısından önemliyse, burada gelişen hareketlerin karakterinden dolayı ciddi bir tehlike sinyali alınması ve müdahale yolları, müdahale araçları üzerinde düşünülmesi normaldir.

 

Bir yazınızda ‘Pax Americana, hakimiyet altına aldığı ülkelerde düzen değil düzensizlik öngörür’diyorsunuz. Açıklar mısınız?

 

İki bloklu dünyada blokların her biri bir siyasal ve toplumsal düzen de öneriyor, demiştik. Yeni-muhafazakâr felsefeyle birlikte, bu yaklaşımın gerisindeki varsayım da geçersiz kılındı. Bu varsayım tarihsel gelişme ile bütün toplumların kapitalist ya da sosyalist olabileceğidir. Yeni dünya düzeninin dünyaya bakışı ise sadece bazı toplumların gelişmeye yetenekli ve bu yeteneklerini ispat etmiş olduklarıdır.

 

Emperyalizm ve sömürgecilik tarihi boyunca hem ötekine uygarlık götürme misyonu hem de niteliksel fark söylemleri birlikte varolmuştur. Ancak modern durumda, kültürel farkların göreli olduğu ve bir süre sonra insanlığın ortak bir kültüre varabileceğini iddia eden birinci damar baskındı. 1980’lerle beraber kültürel görelilik ve postmodern akımlar, Batı kökenli kültürel baskıları sorgularken, kültürleri izole entiteler olarak ele aldılar. Yeni-muhafazakâr ideoloji ile de buna kültür dünyalarının birbiri ile çatışma ve rekabet içinde olduğu tezi eklendi. Her toplumun bir kültür dünyası içinde varolduğu ve bunların çatışma halinde olduğu mantığı üzerinden bir dünya düzeni kurulmasını savunanların pek de ifade etmekten hoşlanmadıkları bir önerme vardır: Kendi dünyalarının çıkarlarını ön plana alma zorunluluğu. Böylelikle dünyaya kendi çıkarlarına cevap verebilme kapasitesi açısından bakılır; bu perspektiften değersiz bulunan bölgelerle ilgilenilmez ve onlara karşı insani sorumluluk duyulmaz. Bir çıkar ilişkisi öngörüldüğünden buralara bir düzen getirme kaygısı da yoktur. Özellikle de kültürler çatışıyor diyorsanız, diğer tarafın düzen ve istikrar içinde olması sizin ihtiyacınız değildir; en azından karışıklık içinde olması sizin için sorun teşkil etmez. ABD Irak’tan beklediklerini almanın ötesinde, geriye kalabilecek pay üzerine çıkacak çatışmalar ve kargaşaya karşı kayıtsızdır.

 

Peki Türkiye’de Irak’a asker göndermek isteyenler Irak ve Ortadoğu’daki durumu nasıl okuyorlar? Onların içinde yer almak istedikleri tablo nedir?

 

Görülebilir bir gelecekte ABD’nin dünyanın hakimi olduğu ve onun iradesine ters düşecek bir şey yapmanın mümkün olmadığı düşüncesi hakim. Bu görüştekilere göre ABD’ninbölgeye ilişkin projesiyle uyumlu olmak zorunluluğu bir realitedir ve kuvvet dengesinin gereğidir. Önümüze konulacak taleplere hayır demenin bedeli ağır olacaktır. Bir yanda da ABD faktörünü de dikkate alarak Ortadoğu’da gerçekleşebilecek değişimler içinde aleyhimize olabileceklerin önüne geçmeyi ve/ veya haritalar yeniden çizilirken, doğru ya da fiktif kartları oynayarak, ortada bulunduğu düşünülen pastadan pay almayı umanlar var. Bir kısım ise Türkiye’nin Irak’ta vazgeçilmez bir ekonomik partner olma gücü bulunmadığını görüp, temelde ekonomik çıkara dayanan bir mantıkla asker gönderilmesini savunuyorlar.

 

Birinci tezkerede zımni ikincide açık olarak asker göndermesinden yana olan ordu komuta kademesininse kendine göre özel çıkarları ve beklentileri var. Herşeyin metalaştığı yeni zamanlar ve yeni dünya düzeni içinde, Türkiye’nin askeri potansiyeli ve imkânlarını da bir güvenlik metası olarak uluslararası pazara sürmek ve Türk ordusunu bir güvenlik şirketi olarak pazarlamak; Genelkurmay tarafından ciddi bir opsiyon olarak düşünüldüğü kanısındayım. ABD’nin böyle bir orduya ihtiyacı olabileceği varsayımından hareketle, Irak’ın da bu uluslararası güvenlik pazarının ilk büyük ihalesi olduğunu düşünerek, Türk ordusunu prezante etmeye çalıştılar. Bu prezentasyon için gereken siyasi kararın da o safhada hükümetin inisiyatifiyle alınmasını tercih ettiler.

 

Böyle bir hedef tam olarak ne anlama gelecektir?

 

Irak’a askere gönderme kararının TBMM’ye getirileceği günlerde yayınladığımız bildiride de ifade ettiğimiz gibi, asker göndermenin uluslararası hukuka aykırılığı ve gayrı meşruluğu birinci tezkerede olduğu kadar, hatta daha da fazla geçerlidir. Birinci tezkere sırasında ABD’nin savaş açmak için gösterdiği gerekçelerin doğru olması çok küçük de olsa bir ihtimaldi. Bu gerekçelerin hiçbirinin geçerli olmadığı ortaya çıktı. ABD gayrı meşru olma ihtimali çok yüksek bir savaşı başlatan taraf konumundan çıkıp gayrı meşruluğu kesinleşmiş bir işgali sürdüren güç konumuna geldi. Bugün bu işgal gücüyle işbirliği yapmak üzere asker göndermek isteniyor. Türkiye Cumhuriyeti ordusu padişah ordusu değildir. Bağlılık yeminini padişaha yapan ve topluma karşı sorumlu olmayan bir kuvvetten söz etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusu, cumhurun ordusu olarak, askerini ancak bir yurttaş yükümlülüğü ile gönderebilir. Askerlik görevinin bir yükümlülük olarak yapılmasının nedeni de ülkenin doğrudan bir askeri tehdide maruz kalması durumunda ortaya çıkacak milli savunma ihtiyacıdır. Irak’tan ulusal savunma gerektirecek bir tehdit yokken, çoğu iktisadi olan birtakım çıkarlar için asker gönderilmesi Cumhuriyet ordusunun kullanılma meşruiyetinin ihlalidir ve Cumhuriyet sözleşmesine aykırıdır.

 

Bu çerçevede BM’nin Irak’ta uluslararası güç konuşlandırmasına kapı açan kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Uluslararası hukuk belirli bir kuvvet ilişkisi üzerine oturan, uzun vadeli olacağı düşünülen belirli olgular veri alınarak tesbit edilmiş kurallardır. Birleşmiş Milletler, 1945’ten sonra şekillenen ve birbirlerini imha kapasitesine sahip olan aşağı yukarı denk güçlerin varlığı şartlarında oluştu. Sözünü ettiğiniz karar BM üst organı Güvenlik Konseyi’nin yeni kuvvet dengesine ilişkin olarak bulduğu bir ara çözümdür. Diğer seçenek ABD’nin BM otoritesini hiçe sayarak yaptığı şeye cepheden karşı çıkmaktı. Oysa Fransa, Almanya gibi ülkeler savaşa muhalefet etmekle beraber, müdahale gerçekleştiği takdirde ABD’nin kazanmasını kendi çıkarlarına uygun gördüler. ABD’nin Irak’ta uğrayacağı başarısızlık bir müddet sonra tüm Batı dünyasının aleyhine sonuçlar üretebilecektir. Karar yakından incelendiğinde ABD’ye meşruiyet tanınmadığı ancak fiili durumun menfi sonuçlarını azaltmak için diğer ülkelerin BM kanalıyla müdahil olmasının öngörüldüğü anlaşılabiliyor. Şüphesiz, geçici de olsa, bu her iki taraf açısından da bir uzlaşma.

 

Türkiye’nin Irak’ta varlığının, sivil ekipler ve personelin de içinde yer alacağı geniş kapsamlı bir yeniden inşa çabası olacağı görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bu tip ekipler ve personel de gönderilse Türkiye’nin Irak’ta esasen askeri bir varlığı olacaktır. Yapılan müzakerelerden anlıyoruz ki ABD birlikleri askeri operasyonlar yapacak, nokta hedeflerini vuracak, Türkiye ise inzibat işlerini yapacak. Operasyon yapan özel timlerine ulaşmak gayet zordur. Amerikan operasyonlarına hedef olan gerillalar ve işgale karşı mücadele edenler için devriye gezen Türk askeri doğal ve kolay bir hedef olacaktır. Görev yapacakları yerlerde saldırıya uğramaları ve buna şiddetle karşılık vermeleri kaçınılmazdır. Sivil kayıplarla beraber Irak halkında çok ciddi tepkiler uyanacaktır. İlaveten, Türkiye bir komşu ülkedir; üstelik üst düzey hükümet yetkililerinin zaman zaman Musul ve Kerkük’te tarihi haklardan söz edebildiği bir komşu ülkedir. Irak Geçici Yönetim Konseyi  komşu devletlerin asker göndermesi aleyhinde çok net bir tavır ortaya koydu. Irak toplumunun hiçbir önemli bileşeni orada Türk askeri varlığını istemiyor.

 

Türkiye asker göndermediği durumda, sivil ekiplerin gitmesi savunulabilir mi?

 

Giden sivil ekipler ve personel de orada işgal gücü koordinasyonu ve koruması altında bulunacaklar ve işgal mekanizmasının bir parçası olarak algılanacaklar. Hatta işgal gücünün salt güç olarak görülmesi için bu birimler özellikle hedef alınacaktır. Bu sivil ekiplerin uğrayabileceği saldırılar da işgalciler tarafından uygulanacak şiddetin arttırılmasına mazeret hazırlayacaktır. Saddam yönetimindeki Irak’a uzun yıllar ambargo uygulandı ve rejimi meşrulaştırmamak için bu tip ilişkiler sınırlandırıldı. Aynı şekilde bugün ekip göndermek işgali meşrulaştırmaktır.

 

Ayrıca unutmamak lazım ki Ortadoğu’da teşekkül eden milli devletlerde devlet teorisinin önemli bir ayağını Arap milliyetçiliği oluşturur. Bu milletçi ideoloji kendisini esas olarak İsrail devletine, bölgede Amerikan varlığına ve, daha uzak geçmişe referansla da Osmanlı idaresine karşıtlık içinde tanımlar. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Türkiye’nin bölgede paylaşılan bir kültürü temel alan herhangi bir politikası olmamıştır; Ortadoğu toplumlarıyla insani temelde ilişki geliştirilmemiş, varolan kanallar da kurutulmuştur. Bölgede Arap ülkeleri İsrail’e karşı bir politika oluşturmaya çalışırken Türkiye İsrail’le sıcak ilişkiler içinde oldu, 1950’lerde Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’in aleyhinde oy kullandı... Türkiye böyle bir imajının bulunduğu bir dünyaya girdiği zaman, sempatiyle karşılanması mümkün değildir.

 

Yaşadığımız bölgedeki ortak kültür zemininde ilişkiler geliştirmek amacıyla oluşturulan ‘Doğu Konferansı’ adlı sivil bir inisiyatifin içinde yer alıyorsunuz. Bu çerçevede Suriye, İran gibi ülkelere ziyaretleriniz oldu. Bu girişim hakkında bilgi verir misiniz?

Doğu Konferansı Platformunun bildiri metni için tıklatın!

Balkanlardan Kafkaslara ve Nil’e kadar uzanan, merkezinde Mezopotamya’nın bulunduğu bir Ön Asya kültür havzasının varolduğunu düşünüyoruz. Burası tarih boyunca sonsuz geçişliliğe sahne olmuş karmaşık ve hareketli bir coğrafyaydı. Dinlerin, kültürlerin kaynaştığı, yanyana ve iç içe yaşadığı, binlerce yıla yayılmış bu kültür havzasında oluşan akımlar ve hareketler geniş bir coğrafyayı etkilemiştir. Kadim bir şekilde her zaman açık olan bu etkileşim kanallarının son 200 yıl içinde kapandığını, insanlığın tarihsel tecrübelerinin önemli bir kısmının yaşandığı bu dünyanın bir dumura uğrama ve gerileme halinde olduğunu gördük. Son 200 yılın tecrübeleri de düşünülerek, buradaki toplumların kendi ulusal düşünce dünyaları içinde geliştirilen ve çok da ışıklı bir şey yaratamamış birikimlerini bir temas zemininde birleştirebilmek ve geçmişteki gibi bir diyalog platformu kurmak istiyoruz. Bu diyalog kurulabilirse ciddi bir tarihsel birikime ve zenginliğe sahip olan ve son 200 yılın çok önemli tecrübelerinden gelmiş olan bu bölge entelektüel dünyasında, başka toplumlara da ışık da tutabilecek bir düşünce ufkunun üretilebileceğine inanıyoruz.

 

Şimdiye kadar, yaşadıkları konusunda kulaktan dolma bilgilere sahip olmakla yetindiğimiz, aslında karşılıklı olarak birbiriyle pek de ilgilenmeyen, toplumlar arasında kanalları yeniden açmak, işleyen mekanizmalar kurmak, tecrübe ve birikimleri paylaşmaya çalışmak ve buradan bir senteze ulaşmaya istiyoruz. Söz konusu kanalların ve kurumlaştırılabilecek mekanizmaların neler olabileceği önümüzdeki aylarda yapılacak genel konferansta tartışılacak. Yeterli bütçe oluşturulabilir ve kamuoyu desteği sağlanırsa  birtakım kurumlar oluşturulmaya çalışılacak. Bu kendini öteki dünyalara kapatmış bir çaba değil. Amacımız, birbirleriyle benzer ya da farklı mecralarda akmış düşünce akımlarının dünyanın kaderi hakkında diyalogunu sağlamak.

 

Çok teşekkür ediyorum Sayın Laçiner.