Büyük Ortadoğu sınavları

-
Aa
+
a
a
a

Büyük Ortadoğu Projesi’nin, daha piyasaya sürülmeden genel olarak inandırıcılığının ve güvenirliliğinin bu kadar yıpranmasında, herhalde, “lafına değil işine bak” düsturundan hareketle, bizzat bu projeyi pazarlamaya çalışan Amerika’nın bölgedeki icraatlarının ciddi katkısı var. Projeyi satan Amerika olunca, bölge halkalarının bile proje karşısında öyle veya böyle şüphelenmesini anlayışla karşılamak gerek.

Ortada Irak, Filistin ve Afganistan enkazları varken, Büyük Ortadoğu Projesi gibi bir projeyi istediğiniz kadar allayıp pullayın, balıklama bu proje içinde rol ve pay almaya soyunanlar dışında, destek çıkan olacağına da zaten pek kimse inanmıyor.

 

Belki söylem itibarıyla olumlu unsurlar içeren bu projenin, bugünün koşullarında ABD himayesinde gündeme taşınması, projenin bizzat kendisine zarar vermiştir, hatta yaşam şansını bile ortadan kaldırmaktadır. ABD’nin, hatta bir ölçüde batının bugün Ortadoğu'da prestiji neredeyse sıfır noktasındayken; ABD bu konuda artık ne kadar çok konuşursa, Ortadoğu’nun demokratik açılımlar yapabilme kabiliyeti o kadar azalır.

 

Bir önceki yıldan başlamak üzere Büyük Ortadoğu Projesi Amerikan yönetimi katında da tartışılırken, Türkiye'yi takdir edilmesi ve örnek alınması gereken bir İslami Demokrasi olarak nitelemeye başlayan başkan Bush; herhalde kendi yönetiminde büyük bir ağırlığa sahip olan sağ kanat düşünce kuruluşlarından olan AEI‘ın (American Enterprise Institute) önemli ölçüde fikri altyapısını oluşturduğu Büyük Ortadoğu Projesi aklında kalmış olarak konuşuyordu.

 

AEI hatırlanacağı üzere 1997’de de ''PNAC'' adlı, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni, yeni yüzyılda  Amerika'ya askeri, siyasi ve ekonomik açıdan yeni bir dünya düzeni kurması için politika üretme amacıyla hayata geçiren Amerika’nın en etkili sağ düşünce kuruluşlarında biri. Gerektiğinde BM dahil kimseyi dikkate almadan, kararlılıkla askeri müdahale yapıp, Irak’ta rejim değişikliği yapılmasını Clinton yönetiminden talep etmiş olan bu düşünce kuruluşunun PNAC projesi ile detaylandırdığı  vizyon, Bush yönetimi tarafından da politika uygulamalarında zaten baz alınmış, alınmakta.

 

Amerika için kendi hegomonyasına tehdit olabilecek mevcut ve potansiyel güç odaklarıyla mücadele için yeni askeri güç yapılanmaları tavsiye eden; özellikle Irak, İran, Kuzey Kore, hatta Çin’de rejim değişiklikleri talep eden bu projede görev alan çok etkili kişilerden bazılarının isimleri bile, hem PNAC projesinin, hem de bu düşünce kuruluşunun Bush yönetiminde ki büyük etkisini göstermekte. Örneğin başkan yardımcısı Dick Cheney, savunma bakanı Ronald Rumsfeld, savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz, ulusal güvenlik konseyinde başkanın özel Ortadoğu danışmanı Elliot Abrams, başkanın Afganistan danışmanı ve Irak temsilcisi Zalmay Khalil Zad, Reagan döneminin politika planlama  direktörü ve meşhur ’Tarihin Sonu’nun yazarı Francis Fukuyama, Carter döneminin ulusal güvenlik konseyinde politika planlamanın direktörü ve meşhur ‘Medeniyetler Çatışması’nın yazarı Samuel Huntington ve meşhur sağ görüşlü Standart  Weekly dergisinin editörü William Kristol, daha 1997’lerde kamuoyu önünde açıkça Ortadoğu’nun yeninden şekillendirilmesinin ilk adımı olarak, gerektiğinde BM’yi bile kaale almadan, Irak’a tek yanlı askeri müdahale talep etmekteydiler. Şimdi ki popüler konu ise Büyük Ortadoğu Projesi.

 

Bush  yönetiminin Ortadoğu ile ilgili görüşlerinin bu tarz sağ kanat düşünce kuruluşlarının vizyonu ile birebir örtüşmesi, bu düşünce kuruluşlarını, özellikle Bush 2. dönem seçimlerini de kazandığında, önümüzdeki yıllarda da dikkatle takip etmemizi gerekli kılacak. Çünkü, Amerika’nın önümüzdeki yıllarda Bush yönetimi ile uygulayacağı politikaların ne olabileceğinin sorusunun cevapları yine çoğunlukla bu ve benzeri düşünce kuruluşlarında tartışılarak hazırlanmakta. Görünen O.

 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne gelmeden bugüne baktığımızda, Amerika’nın Ortadoğu vizyonunun esas olarak 3 ana unsurdan oluştuğunu görürüz :1) Özellikle 11 Eylül sonrasında, Ortadoğu’da mevcut statükonun sürdürülmesi, Amerika için bir  politik seçenek olmaktan artık tamamen çıkmıştır. Batı yanlısı mevcut Arap rejimleri, batı yanlısı kalmaya devam etseler bile, mevcut statükoda radikal İslamcılığı kontrol altında tutma yeteneklerini tamamen  kaybetmişlerdir. Kurulu otoriter üstyapı, altyapıyı kontrol edememektedir. Kontrol etmeyi bırakın, dahası, her geçen gün İslam dünyası hem Amerikan değerlerine, hem de Amerika'nın kendisine  düşmanlaşmaya başlamıştır. Bu eğilimin bugün artarak devam etmesinin en büyük sorumlusu da, bugün için artık bizzat otoriter rejim uygulamalarıdır.

 

2) Irak’ta Saddam rejimi Amerika ve bölgedeki müttefikleri için büyük tehdit olmuştur. Bu rejim petrol ve İsrail olarak ifade edilebilecek iki ana menfaat unsuruna açıkça tehdit oluşturmuştur. Bu nedenle öncelikle bertaraf edilmiştir.

3)  Irak’ta demokratik bir rejimin kurulması tüm Ortadoğu için model oluşturacak ve Arap dünyasında batı yanlısı liberal elitlerin doğmasının, ortaya çık(arıl)masının önünü açacaktır.

Ortadoğu'ya demokrasi getirecek kadrolar ortaya çıkmaya başlayacaktır.

 

Başkan Bush’un Irak işgali öncesinde ki konuşmalarında da tüm bu üç unsuru da görmek mümkündür. 

Radikal İslamcılığın her ne kadar örneğin geçmişteki bir Sovyet tehdidi, veya bir Nazi tehdidi kadar ciddi kuvveti olmasa bile, ideolojik olarak tehdit oluşturduğunu bir veri olarak kabul eden Amerika yönetimindeki şahin ideolologlar; esasında doğrudan kuvvet uygulanmadan İslam dünyasında bir değişim başlatılamayacağını öngörerek, hararetle, yapılan askeri müdahaleleri desteklemişlerdir. Ve nitekim, bu fikirleri başkan Bush tarafından da paylaşılmıştır. Fakat bu ideologlar, İslam dünyasında radikal bir değişimin sadece teknoloji harikası silahlar kullanarak yapılamayacağını da, anti-Amerikancılığın sadece askeri güç kullanarak durdurulamayacağını da öngörebilen kişilerdir. Bu bakımdan görüşleri, “İslam dünyasında değişim için fikri açıdan da mücadele verilmelidir”  düşüncesine de dayalıdır.

Bu fikri mücadelenin verilebilmesinde, özellikle Irak müdahalesi öncesinde İslam dünyasından da  müttefiklerin kendi yanında olduğunu gösterebilmek, Amerikan yönetimince hayati derecede önemli görülmüş, büyük çaba harcanmıştır. Bir dönem tezkere krizinde Türkiye'ye duyulan kızgınlığın bir nedeni deaskeri olmaktan çok, bu husustur. Ama değil destek bulmak, bu gün Amerika'nın zorlukla kurulan işgal koalisyonu bile yavaş yavaş dağılma noktasına kadar gelmiştir.

Bernard Lewis ismini hepimiz biliyoruz. Princeton Üniversitesi’nden emekli olan bu tarih profesörünün İslam ve Ortadoğu üzerinde çok sayıda kitabı, makalesi vardır. Bu kitaplarından özellikle “Yanlış giden neydi?” kitabında Lewis, Ortadoğu’da bir İslam ve modernite mücadelesinin var olduğu savıyla, modernitenin nasıl olup Arap Ortadoğu’suna egemen kılınacağını  ve Amerika’nın yaşamakta olduğu güvenlik sorunun nasıl bertaraf edilebileceğini  irdelemektedir.Görüşleri önemlidir. Çünkü görüşleri doğrudan yönetimde temsil edilmektedir. 

Lewis özellikle, en önemli Arap ülkelerinden olan Mısır ve Suudi Arabistan’ın radikal İslam karşısında  başarısızlığa uğradığına inanmakta, Türkiye’nin ise batıya yüzünü dönmüş elitleri ve laiklik ilkesiyle, benzer bir gelenekten gelen bir ülke olarak, dini özel alana çekmeyi başarıp, modern demokratik bir düzeni başarabildiğini söylemektedir. Türkiye’nin Sünni bir nüfus çoğunluğuna da sahip olarak, Arap dünyası için model ülke olabilir iddiasındadır. Ve bu nedenle, değişim de kolay kolay kendiliğinden oluşmayacağından ve ayrıca mevcut Arap hükümetleri de değişim için isteksiz olacaklarından, Amerikan yönetiminin Türk modelinin oluşturulması için aktif olarak devreye girmesini, gerektiğinde zorla kabul ettirme iradesine sahip olmasını uygun bulmaktadır. Bu hamle yapılırken, Irak’ın ilk hedef  olarak önemini Lewis de teslim etmektedir.   Bugün 86 yaşında olan Lewis, yıllardır Arap dünyasının demokrasiye geçebileceğine inanmamıştır. Hatta, yıllar önce kendisi İslam için komünizmin çok daha uygun bir ideolojik yapıya sahip olduğuna inanmıştır. Lewis, İslam’ın siyasi özgürlüklere yer vermeyen otoriter bir rejime uygun olması, idari ve ekonomik merkeziyetçiliğe prim vermesi, ulemaya itaat edilmesini kabul ettiği savlarıyla; komünizmin  merkezi devlet yapısı, planlı ve merkezi ekonomisi ve parti ideologlarına, partiye itaat anlayışı ile  paralel bir siyasi anlayışa sahip olduğunu bile söylemiştir.

Gerçekten de, modernleşme teorilerinde değişimin tetikleyicileri olarak görülen şehirleşme, okuryazarlığın yükselmesi, kitlesel iletişim kanallarının artırılmasının Ortadoğu’da değişim yönünde pek bir şey tetiklemediği görülmektedir. Ama kabul etmek gerekir ki, her ne kadar çok tatmin edici olmasa bile,  geçmişe göre Arap ülkeleri daha çok sehirleşmiş, okur yazarlık daha artmış, ve kitlesel iletişi araçları çok yaygın olarak kullanılır bir hal almıştır. Ama yine de bir değişim tetikleyicisi olmamıştır bu unsurlar. Çünkü muhtemelen bu unsurların hiçbiri yanlarında batının siyasi, ekonomik ve kültürel unsurları olmadan, eski geleneksel düzeni değişime uğratamamakta, geleneksel unsurların etkilerinden kurtulmuş bir orta sınıf tarafından sahiplenilmiş yeni bir devlet düzeninin ortaya çıkarılmasının önünü açamamaktadır.

 

''Şehirleşme, okuryazarlığın artması, kitle iletişim araçları, dünyaya açılma, vs. değişimlerin yaşanması, kendiliğinden demokratik bir toplumun oluşturmasının alt yapısını hazırlar” inanışının boş bir inanç olduğuna inanan Lewis; bugüne kadar İslam’ın gerçekte siyasi yaşamda da büyük ağırlığa sahip olduğunu, fakat eğitimli modern bir liderliğe sahip olmadığı için, bugün yeterince ağırlık kazanamadığını, eğer doğru bir liderlik ortaya çıkarsa kuvvetli bir siyasi güç olabileceğini  düşünmektedir.

 

Zaten soğuk savaş bitiminde doğu Avrupa ülkelerinde demokrasi rüzgarları eserken bile, bir çok çevrede yukarıda belirtilen gerekçelerle Ortadoğu’nun demokrasi için hazır olmadığını söylenmekteydi. Demokrasinin iktidara kesinlikle anti-Amerikancı İslamcıları getireceğinden emin olan çevrelerde, iktidarı ele geçiren bu kişilerin iktidarı bir daha bırakmayacaklarına, teokratik devlet yolunun açılacağına inanılıyordu.

 

Otoriter rejimler Ortadoğu için ideal bir devlet yapılanmasıydı o dönemin görüşüne göre. Ayrıca  İslam’ın doğasında siyaset ve din arasında bir sınır çizilmesi pek mümkün olarak görülmüyordu.. İslam’da kutsal görülen Kuran düzenin kaynağı olup, İslami devlet de meşruiyetini halktan değil  doğrudan tanrıdan alan bir devlet yapılanmasıydı. Bu nedenle de, Arap ülkelerinde, demokrasinin ön şartı olan laiklik ilkesinin kolay kolay kök salamayacağına inanılıyordu. Ortadoğu da örneğin her zaman azınlıklara gösterilen hoşgörüde bile eşitlik anlayışından ziyade, üstün olmadan gelen bir hoşgörü anlayışının olduğu düşünülüyor; Müslümanlar ile Müslüman olmayanların eşitliği olsun, vatandaşlık kavramı olsun, tüm bu kavramların yerleşik geleneksel düşünce tarafından kabul görmeyeceği kabul ediliyordu.

 

Tüm bu düşüncelerden sonra ne oldu da, sınırları, sadece Arap ülkelerinden ziyade tüm İslam ülkelerini içine alacak şekilde genişletilmiş büyük Ortadoğu’da, demokratik bir düzen kurulması fikri kabul görmeye başladı diye düşünüyor insan. Ve nasıl bir demokrasi ?

 

Özellikle 11 Eylül saldırısı sonrası Amerika’da sağ görüşlü düşünce üretim merkezlerinde İslam’ın  potansiyel tehdit unsuru olarak görülmesinde fazlaca bir değişiklik olmadı, ama değişen şey yeni politikalar geliştirilmesi için görülen zaruretin ortaya çıkması, kabul edilmesiydi. Artık eskinin Amerikan yanlısı otoriter siyasi rejimleri statükoyu korumakta güçlük çekmekte ve yükselen radikal İslam’la baş edememekteydi. Artık Ortadoğu’da yerel değerlerin yerine yeni değerlerin geçmesi için harekete geçilmeliydi. Irak, bu adımı atmak için, hem oluşturduğu öncelikli tehdit unsuru olmasından, hem müdahale için zorlama da olsa bir zemin yaratılmasına uygun olmasından dolayı, hem de “enerjiye hükmetme” politikasının bir aracı olarak ilk hedef olarak seçildi.

 

Amerikan yönetimi Irak’ta Amerikan yanlısı yeni bir rejimin oluşturulmasının, diğer tüm bölge ülkeleri için emsal teşkil edeceğine de inanmıştı gerçekten. Bir taşla bir sürü tuş... Irak gerçekten bu derece stratejik önemde görülüyordu.

 

İlk adımlar atıldı ve ama orada takılıp kalındı. Bu arada eskiden taşınan Filistin sorunu bugün  daha da ağırlaştı. Irak da bırakın Amerikan yanlısı rejim kurulması, yarın ne olacağı daha netleşmedi. Afganistan içinde “Kabilistan” diye mini bir devletçik oluşturuldu, ama Afganistan konusunda da pek mesafe alınamadı.

 

Tüm bu ağır sorunlar ortada iken, şimdi kalkıp Ortadoğu’yu demokratikleştiriyoruz diye bir kampanya açılması kimseye inandırıcı gelemiyor doğrusu, söylemi ne kadar güzel allanıp pullansa bile. İş, “daha nasıl bir demokrasi yatıyor gönüllerde”yi bile sorgulamadan tıkanıyor, kalıyor..  

 

Büyük Ortadoğu’da Irak, Filistin ve Afganistan sorunlarının, bizzat sorunları yaratanlar tarafından çözüldüğünü görmeden kimse yeni proje filan duymak istemeyecektir Büyük Ortadoğu'da. Ayrıca en azından mevcut sorunlar çözülmeden, Ortadoğu’ya demokrasinin gelememesinin baş sorumlularının, “Aaa bakın, bakın zavallı Ortadoğu halkları nasıl da demokrasiyi özlemişler, nasıl da bu kötü diktatörler onları ezmişler, vah vah, hadi gidip onları kurtaralım” deme hakkına ne kadar sahiptir bilemiyorum doğrusu.

 

Ortadoğu ile ilgili demokrasi söylemlerinin samimiyeti bugün bölge halkları tarafından Irak’la, Filistin’le  ve Afganistan’la sınanmaktadır. Bu sınavlar bitmeden Büyük Ortadoğu Projesi hakkında bol laf olur belki, ama bir arpa yol alınmaz. Ön şart, samimiyet sınavlarının verilmesidir.