Bir Radikalin Dönüşü

-
Aa
+
a
a
a

Günümüzün en etkili aydınlarından biri olan John Berger, son çalışmasının kutlaması için bir aylığına Londra'da. Bütünlüğünden, idealizminden ve merakından hiçbir şey kaybetmeyen Berger sanatın ve hayatın provokatif eleştirmenlerinden biri olmaya devam ediyor.

 

Pazar, 3 Nisan 2005

The Observer

 

John Berger'le yapacağım görüşmeden önceki günlerde, hatta haftalarda, birçok kez telefonda konuştuk. Röportaj vermeyi sevmediğini öylesine sevimli ve zarif  bir tavırla anlattı ki, birden, farkına bile varmadan kendimi onunla hemfikir buldum. Yine de benimle buluşmayı ve sohbetimizin nerelere gideceğini görmeye karar verdi. 'Bir tür işbirliği' olacağını söyledi. Ödüm patladı – ama hiç de gerek yokmuş.

 

Röportaj/işbirliği, özüne uygun biçimde Berger'in gerçek işbirlikçilerinden biri olan Rus yazar Nella Bieski'nin Paris'teki evinde gerçekleşti. Berger buraya otuz yıldır yaşadığı Fransa Alpleri'ndeki Haute Savoie'den gelmişti. Konuşmasında garip bir tonlama vardı, sanki İngilizce ikinci diliymiş gibi…

 

O sabah mahalle pazarından aldığı malzemelerle hazırladığı öğle yemeğine otururken Nella bana, "John kesinlikle eşsiz biri" dedi. Berger'in kitaplarından hiçbirini okumamış olsanız bile, bunu anlamak için Berger'le çok fazla vakit geçirmenize gerek yok.

 

Daha ilk andan itibaren sizi etkisi altına alıyor. İşte Berger karşımdaydı; ancak gerçek bir tiryakinin alacağı zevkle sigarasını tüttürüyordu. Sigarasından derin bir nefes alarak, "Sigara nefes alma molasıdır" dedi. "Bir parantez açar. Sigara içme zamanı bir parantezdir ve eğer bu paylaşılıyorsa, her ikiniz de parantezin içinde olursunuz. Diyalog için zemin yaratır."

 

Uzunca bir süreden sonra ilk kez sigara içiyor olmayı istedim; ama sigarasız olan benim tarafımdaki zemin sallantılı bir halde, onu dinledim. Daldan dala atlayarak, aklına gelen fikirleri serbest düzende anlatmasını, hafif hipnotize olmuş halde takip etmeye çalıştım. Onun balık çizmeyi sevdiğini bilen bir balıkçının verdiği garip görünüşlü bir balık gösterdi: "Bak, işte sohbetten ortaya çıkan bir işbirliği" dedi.

 

Yaşından en az 15 yıl genç gösteriyor; yaşı, inanılmaz ama, 78. Ve, ya çok gençlerin ya da yorulmak bilmez bir idealistin sahip olduğu bulaşıcı bir enerjiye ve yaratıcı bir meraka sahip. Bu konuda bana herkesten çok Bono'yu hatırlattı: ikisinde de aynı uyarılma açlığı, aynı doğal zarafet ve inançlarının sınırlarını sürekli zorlamasına rağmen dünyaya ilişkin karartılamaz bir iyimserlik var.

 

Berger, son 50 yılın en etkili İngiliz entelektüellerinden biri. Sanat eleştirisiyle ilgili yeni ufuklar açan Görme Biçimleri (Ways Of Seeing) adlı kitabıyla tanınıyor. 1972'de basılan bu kitap en az iki nesil sanatçı ve öğrencinin düşüncelerini biçimlendirmiştir. Ama ilk romanı Günümüzün Bir Ressamı'nı (A Painter In Our Time) yazdığı 1958'den beri sürgün ve yerinden etmeyle ilgileniyor ve bu, o zamandan beri günümüzün önemli siyasi ve sosyal meselelerinden biri haline geldi. Yazılarını farklı türlerde yazıyor ve konuları Picasso'dan dünyadaki yoksulluğa, fotoğraftan topraksız köylülerin çektiklerine kadar çeşitlilik gösteriyor. İlerlemiş yaşına rağmen, genç kalmasını sağlayan merak ve enerjisini koruduğu çok açık.

 

Berger'in çığır açan sanat eleştirisi kitabına saygı niteliğinde olan Yazma Biçimleri'nin (Ways of Telling)'nin yazarı Geoff Dyer, "Kingsley, Amis veya John Osborne gibi çağdaşlarına bakarsak, hepsinin de yaşlı, huysuz, sapkın, mutsuz ve gençliklerinde taşıdıkları idealizmden tamamen vazgeçmiş insanlara dönüştüklerini görüyoruz. Yaşıtlarının gittiği yoldan gitmeyen Berger, aynı zamanda entelektüellerin yaşlanınca kapıldığı kibirden de uzak durdu. Umut, keyif ve yenilenme becerisi her zaman var oldu çünkü çalışmalarında dile getirdiği tüm değerlere uygun yaşamakta ısrar etti" diyor.

 

Ama Berger'in hayatı boyunca yaptığı çalışmaları, bırakın nitel olarak, nicel olarak nasıl sayabiliriz? Bir romancı, kısa öykücü, oyun yazarı, makale yazarı, şair, filmci ve sanat eleştirmeni olarak Berger, sanat dallarını net bölmelere ayırmaktan ısrarla kaçınmış ve doğma büyüme İngiltereli olmasına rağmen, bakış açısında her zaman belirgin bir Avrupalı duyarlılığını korumuştur. Dyer'ın da belirttiği gibi, "o devasa çalışmalarının hiç biri onu gerçekten temsil etmemektedir." Berger'le karşılaştırılabilecek çağdaşları Umberto Eco veya merhum WG Sebald'dır; onu son 50 yılın İngiliz yazarlarının herhangi biriyle karşılaştırmak olası değildir. Susan Sontag Berger için şunları yazmıştır: "Çağdaş İngiliz edebiyatında bana göre [Berger] eşsizdir; Lawrence'dan beri hiçbir yazar duygu dünyasına, vicdani zorunluluklara bu denli cevap vermeye dikkat etmemiştir."

 

Ancak Berger'in popülaritesi anavatanında son dönemlerde düşme gösterdi. Bunun bir nedeni, Berger'in varlığının son derece önemli ve hayati bir parçası olan Marksist soldaki düşüş, bir diğer nedeni ise Fransa'da yaşaması. Elbette tüm bu süre içinde yazıyordu ve çalışıyordu. Şimdi, üne kavuştuğu ülkede, hayatını ve çalışmalarını kutlamak için bir aylık etkinlikler yapıldığından kısa süreliğine ülkesine geri dönüyor.

 

Burası Buluştuğumuz Yer (Here is Where We Meet) 11 Eylül'den itibaren beş hafta boyunca Londra'nın çeşitli mekânlarında devam edecek. Bazılarına bizzat Berger'in katılacağı okumalar, tartışmalar, resim ve fotoğraf sergileri, film ve televizyon çalışmalarından oluşan bir retrospektif ve aralarında Michael Ondaatje ve Anne Michaels ile Complicite kumpanyasında Berger'in Luce Cabrol'un Üç Hayatı'nın (Three Life) nefis bir uyarlamasını sahneleyen tiyatro yönetmeni Simon McBurney gibi iş arkadaşlarının katıldığı paneller gerçekleştirilecek.

 

"Çalışmaları, tüm yaşıtlarım gibi benim de dikkatimi çekti" diyen McBurney, "70'lerin sonunda ve 80'lerin başında İngiliz Edebiyatı eğitimi alıyordum ve Görme Biçimleri, incelemek için ele aldığımız temel metinlerden biriydi. O dönem herkesin Barthes ve Fransız yapısalcılarına kul köle olduğu bir dönemdi ve geçmiştekilerle kıyaslandığında sanat ve edebiyata bu yeni bakış açısı ve Berger'in söyledikleri kesinlikle doğrudan, pratik ve netti. Düşüncemi etkileyen ve o günden beri de ondan vazgeçmeme nedenim, onun netliği ve elbette adanmışlığıydı" diyor.

 

1972'de yayınlanan ve bir TV dizisi yapılan Görme Biçimleri, hâlâ Berger'in en ünlü ve en çok okunan çalışması. Görme Biçimleri, sanat dünyasının suratına bir tokat gibi patlamış ve bu müthiş etkinin altında büyüyen iki üç nesil öğrenci için neredeyse kutsal metin olarak kalmıştı. Dyer bu metni "ufuk açıcıydı" diye tanımlıyor. "Resim sanatını gözümün önüne serdi. Süslü püslü giysiler içindeki adamların yer aldığı o eski sıkıcı resimleri benim için birdenbire ilginç ve anlamlı kılan biri çıkmıştı karşıma."

 

Polemik ve bilimin bu çığır açıcı bileşimiyle Berger bugün kültürel çalışmalar diye tanımladığımız şeyi keşfetti diyebiliriz ve kitabın kışkırtıcı siyasi etkisi onu, dönemin kırgın bir sanat eleştirmeninin tabiriyle, "sanat öğrencileri için Mao'nun Küçük Kızıl Kitabı" yapmıştı.

 

Ne var ki genç Berger put kırıcı olmaktan çok, doğal bir toplum dışıydı. Güney İngiltere'de sıradan bir orta sınıf ailede büyümüştü, ama 12 yaşından beri "başka bir yere, bu kadar boğucu olmayan bir yere ait olduğunu düşündüğünü" hatırlıyor. Annesi Londra'nın güneyindeki Bermondsey'den, çalışan bir orta sınıf kadındı. Babası ise tuhaf bir ismi olan kamu kuruluşu, Mali ve İşletme Muhasebecileri Kurumu'nun başıydı. Oğlunun Oxford'daki St. Elmond's okulunda yatılı okumasında ısrar eden Stanley Berger'di.

 

Berger acılı bir ifadeyle, "6 yaşından 16 yaşına kadar, çocukluğum devasa kurumlarda geçti. Lindsay Anderson'un If (Keşke) adlı kitabındaki okul onların yanında Cote d'Azur gibiydi" diyor.

 

Birden ayağa kalktı ve başıyla koridora çıkmamı istedi. Koridorda, 18 yaşındayken yaptığı, babasının yüzü yağ içinde bir portresi vardı. İçtenlikle, "Babama duyduğum büyük saygıyı burada görebilirsin" dedi.

 

1944 yılında orduya çağırılan Berger'in eğitimli olması nedeniyle subay olabileceği düşünüldü. Üstlerini hayal kırıklığına uğratarak bu görevi reddetti ve günahının bedeli olarak Kuzey İrlanda'daki Ballykelly Kışlası'na gönderildi. "Acemi erlerle birlikteydim" dedi, neredeyse özlem dolu bir tonla, "ilk kez işçi sınıfından yaşıtlarımla karşılaşmıştım. Ailelerine ve bazen de kız arkadaşlarına gönderecekleri mektupları yazıyordum. Bu bir anlamda ilk halka açık yazmaya başlamamdı ve her ne kadar korkunç bir sene olsa da şimdi baktığımda, benim için çok ama çok şekillendirici bir deneyim olduğunu görebiliyorum."

 

Ordudan sonra Chelsea Güzel Sanatlar Okulu'na gitti ve "çizerek, boyayarak, yazarak ve Henry Moore'la konuşarak" bir şekillendirici deneyim daha yaşadı. Aniden, ait olduğu bir yer bulmuştu. "Hayat birden anlam kazanmıştı". Daha sonra yarı zamanlı çizim dersi vermeye ve New Statesman için sanat eleştirileri yazmaya başladı. "1954'e kadar sadece ressam olmayı düşündüm ama geçimimi başka yerde ve biçimde kazandım. Yazmaya sürüklendim denebilir." 

 

Her ne kadar her zaman provokatif bir eleştirmen olsa da ve sanatla ilgili bariz bir Marksist perspektiften yazsa da, ilk kitabının basılmasına kadar Berger, henüz bir toplum dışı olduğunu fark etmemişti. 50'li yılların geniş topluluğu İngiliz Solu içinde bile…

 

1956 yılında yazılan Zamanımızın Bir Ressamı, o yıl meydana gelen ayaklanmalar sırasında Budapeşte'ye dönen Macar bir göçmenle ilgiliydi. Kitap, John adlı anlatıcının, baş karakterin, direnişçilere karşı savaşmış olmasına rağmen, hangi tarafta olduğunu bilmediğini itiraf etmesiyle biter. Bu siyasi doktrinlere aykırı durum, o dönem sol içinde öyle bir öfke yarattı ki, kitap basımdan iki hafta sonra piyasadan geri çekildi. Bu gazetede yazan Stephen Spender kitabın "toplama kampları gibi kötü koktuğunu" ve bu kitabı ancak bir kişinin daha yazabileceğini söyledi: Josef Goebbels.

 

Berger hüzünlü bir gülümsemeyle "İnanılmaz" dedi. "Yani, kitap Budapeşte, Berlin ve Viyana'dan gelme, her biri faşizmden kaçan bir grup Avrupalı siyasi mültecinin arasında yaşamamın sonucunda meydana çıktı. Birden, Avrupa'ya doğru ilerleyen Kızıl Ordu tanklarını haklı buluyormuş gibi algılandım." Kafasını sallayarak, " İşin komik tarafı, 1968'de tanklar yeniden ilerlemeye başladığı zaman ben, Dubcek taraftarlarına Avrupa'dan destek mesajlarını iletmek için Prag'daydım." dedi.

 

Bu deneyim Berger'i öylesine ıslah etmişti ki, bir daha kitap yazıp yazmayacağından emin değildi. Ama 1972 yılında dönüşü muhteşem oldu. Görme Biçimleri'nin ihtilaflı şöhretini, post modernist kurmacaya yaptığı yolculuk takip etti: G. Bu deneysel roman ona, henüz verilmeye başlanan Booker Ödülü'nü kazandırdı. Bugün Booker'la ilgili yaşanan gizli isteriden çok daha önce Berger bir tartışma fırtınasına sebep olmuştu. Ödülü kabul konuşmasında, Batı Hint Adaları'ndaki tarihsel ticari çıkarları nedeniyle Booker McConnell'ı kınamış ve ödül olarak verilen paranın yarısını Kara Panter'lere bağışladığını ilan etmişti. Berger'le birlikte törene gelen bir Panter, o gün Berger'in konuşmasındaki tutkunun yoğunluğundan sarsıldığını ve tüm konuşma boyunca "Sakin ol adamım, sakin ol" diye fısıldadığını daha sonra itiraf etmişti.

 

Daha önce yaşadığı tüm o hakaretten sonra Berger kısa bir süreliğine İngiliz şık radikallerinin tartışmasız kralı olarak anılmanın keyfini sürdü – çilesini çekti demek daha doğru olacak sanırım. Bu deneyimden yaralanmış olarak Fransa'nın kırsal bölgesinde yaşamaya çekildi ve o zamandan beri de orada yaşıyor. Sürgün tanımını reddediyor: "Benim için bu bir seçimdi. Sürgün olduğunda yaşadığın çile ve sıla hasretini ben bir nebze bile hissetmedim."

 

Berger, herkesi dünyasına eşit bir ilişki düzeyinde alıyor. Dyer, bir keresinde Berger onuruna verilen bir yemekte, onun kasabanın tesisatçısıyla Henri Cartier Bresson arasına oturtulduğunu anımsıyor. "Eleştirmenler John için demokrat bir yazar dediklerinde, daha kapsamlı bir gerçeğin sadece bir noktasından söz ediyorlar. Sosyal ya da diğer tür bir hiyerarşi olgusu onun için lanetli bir şey; belki de İngiltere'yi bu yüzden terk etmiştir."

 

Ona, o zamanlar kısa bir süre için kendi iradesi dışında büyümüş olan şöhretinden kaçmaya mı karar verdiğini sordum. Biraz düşündü. "Birçok arkadaşım ve siyasi yoldaşlarım o zamanlar böyle düşündü. Özellikle birinin beni resmen tutup 'Sen ne yaptığını sanıyorsun? Yaşlı bile değilsin" dediğini hatırlıyorum.' Güldü. "Ama durum hiç de öyle değildi. Daha çok Yedinci Adam'ı (A Seventh Man) bitirebilmekle ve aniden hakkında yazdığım kişiyle ilgili yeterince şey bilmediğimi fark etmemle, fakir köy hayatı denebilecek şeyi gerçekten yaşamakla ilgiliydi. Aslında hâlâ da öyle. Ve koşullar giderek daha da kötüleşti. Okumak, bu koşulları ya da bu insanların nasıl yaşadığını anlamanıza yardımcı olmuyor. İnsanın bunu ilk elden yaşaması lazım."

 

Hem sol hem de sağ kesimde bazıları, Berger'in köylü hayatını yaşamak için Fransa kırsalına yerleşmesini bir tür tersine sosyal tırmanış, sosyetik bir sol merakın ta kendisi olarak tanımladı. Ama Berger yandaşları bu davranışı, Dyer'in deyişiyle, "gerçeği çıplak elle topraktan çekip çıkarmaya" adanmışlığının bir başka örneği olarak nitelendirdi. Ama Berger yine, her zamanki gibi, gerçekçiydi: "Ben oraya yazmak için öğrenmeye ve onları dinlemeye gittim, onlar adına konuşmak için değil.  Fransa Alpleri'nden çok daha anlamlı bir şeylere yakın olmak istiyordum. Geri çekilmek bir yana, çağdaş dünya tarihinde çok önemli bir gelişmenin can damarına yaklaşmak üzereydim."

 

Arkadaşı ve birlikte çalıştığı, topraksızların ve sürgünlerin büyük fotoğrafçısı Sebastião Salgado gibi Berger'in de, hayatları kayıt altına alınmayacakların tarihçisi ve tanığı olarak, ısrarla değinmediği tek konu kendisiydi.

 

Onun, ikinci karısı  –yoksa üçüncü müydü?- Beverly ile birlikte yaşadığını ve en küçük oğlu Yves'in de onlarla aynı köyde oturduğunu biliyoruz. Diğer oğlu Jacob bir film yapımcısı, kızı Katya ise bir film eleştirmeni. Bazen kitaplarında onlarla, yol arkadaşı olarak ya da gurur duyduğu kişiler olarak karşılaşıyoruz ama John Berger'in gerçek bir anı kitabı ya da otobiyografi yazabileceğini hayal bile etmek mümkün değil.

 

"Otobiyografiler benim ilgimi çekmiyor. Kendi hayatımın köklerine inmekten daha sıkıcı olabilecek ancak birkaç şey vardır. Galiba her zaman içgüdülerimle hareket ettim ve onlar da beni bu insanların öykülerine götürdü. Ya da başka bir deyişle, onların hikâyeleri beni buldu.

 

Yani siz diğer insanların deneyimleri için bir reseptörsünüz? "Evet! Aynen öyle. Sanırım oldukça geçirgenim. Kolaylıkla, hatta bunu yapmak kendi seçimim olmasa bile, başka birinin hayatına giriyorum. Ya da daha alçakgönüllü ve doğru bir deyişle, o hayat benimkine giriyor."

 

Berger'in yeni kitabı Burası Buluştuğumuz Yer, ölülerle ilgili bir dizi öyküden oluşuyor. İlk bölümde annesi şakacı bir tavırla ona dadanmak üzere geri dönüyor. Berger'in son dönemlerdeki teması ölümlülük ve bu tema, gelininin HIV pozitif olduğu dönemde yazdığı ve 1995 yılında yayınlanan "Düğüne" (To The Wedding)adlı eserde müthiş bir kederle anlatılmış.

 

Berger ve Anne Michaels'le "Kaybolma Noktası" ("Vanishing Points") adlı bir performans için birlikte çalışan Simon McBurney, "John'un yazdığı her şeyin arkasında kendi deneyimi vardır" diyor. "Çalışmalarında çok derine inmek gibi bir becerisi var, yazdığı deneyim ne olursa olsun en derinine gidebiliyor. Bu yolculuğun bedeli oldukça ağır oluyor ve geri dönmekte zorlandığı karanlık noktalara gitmesine neden olabiliyor. Bu konuya bağlılıktır, eşsiz bir yaratıcı dalış. Bence O günümüzün en müşfik yazarı."

 

Berger kendisiyle ilgili bir yargıya varmak isteyenlerin, kararı en ileri görüşlü çalışması olan Yedinci Adam'la vermesini istiyor. "Yazar olarak en tatmin olduğum an, ne bir ödül aldığımda, ne de buna benzer bir şeydi. O anı ben İstanbul'da yaşadım. Bazı arkadaşlarımla, tanıdıkları birini ziyaret etmek için bir gecekondu mahallesine gittik. O kulübede çay içtik. Kaba tahtadan yapılmış bir rafın üzerinde yaklaşık 20 kitap vardı ve kitaplar arasında Yedinci Adam'ın Türkçe basımı duruyordu. O an yazar olmakla ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. O kitapta anlatılan deneyim, hayatın deneyimiyle buluşmuş, kabul görmüş ve onu dillendirmişti."

 

Berger'in çalışmalarının birçoğu yitirdiklerimizin tanıklığını yapıyor. Sadece onun ilk dönemlerdeki provokatif yazılarının temel muhalif içeriğini sağlayan İngiltere solunun bölünmesiyle değil, sanat, siyaset, kültürle ve yaşamakta olduğumuz parti politikalarının, merkez sağın anlamsız uzlaşmasını sarmalayan saçmalığa dair aynı netlik ve hırsla yazan daha genç kimse olmadığından. Uzmanlaşmaya doğru yönelme, yazarların artık vizyonlarının tamamını ve inançlarını tüm ağırlığıyla ifade etmek için farklı türlerde yazma eğiliminden uzaklaşmalarına neden oldu.

 

Bir ara bana, ilk kez hüzünlü bir tonla, "Son dönemlerde terk edilen ve konuştuğumuz her şey için kesinlikle temel olan şey dayanışma olgusu oldu galiba" dedi. "Sadece bir şey elde etmek için dayanışmadan söz etmiyorum. Dayanışma kendi başına anlamlı bir niteliktir; yani hayata anlam katan, hayatı anlamlı kılan bir niteliktir. O yüzden umarım bu olgu benim çalışmalarımda vardır."

 

Elbette var; hem de bol bol. Hâlâ liberal sol bir dünya görüşüne inanan bizlerin ne kaybettiğimizi, teslim olduğumuzu ve sesimizin duyulmasını istiyorsak kesinlikle yeniden keşfetmemiz gerektiğini hatırlatan bir şekilde var.

 

" Here Is Where We Meet" (Buluştuğumuz Yer) 11 Nisan tarihinde South Bank Centre'da yapılacak okuma ve tartışmayla başladı..

 

Çeviren: Özlem Dalkıran

 

 www.johnberger.org.