Bir Başka Felaketin Düşündürdükleri

-
Aa
+
a
a
a

Her kıpırdanışın, hareketin ardında bir yetersizlik yatar. İnsan, eksik gördüklerini gidermek üzere harekete geçer. Bu ihtiyaç fiziksel ya da duygusal olabilir. Her iki durumda da yapılan, çözümü yaratmanın yollarını aramaktır. Ancak problemin aklı aştığı, çözümün ufukta belirmediği durumlar birer istisnadırlar. Mantığın işlemediği daha doğrusu yetmediği durumlarda mantıksızlık çözümün ta kendisidir. Aklın selameti bu şekilde sağlanır. İnsan, kendini garip bir sessizlikle homurdanma arası bir yerlerde kaderine terk eder. Unutulan, sorunun varlığından çok çözüm ihtimalidir. Artık ara yollar devrededir. Problem geri plana itilir, küçümsenir. Denge bu şekilde korunur. Diğer 'güzellikler' ön plana çıkarlar, "hayat devam eder".

 

Bu hafta sonu Güney Asya'da bir deprem oldu... Binlerce çocuk çürümüş, belki de hiç bir zaman sağlam olmamış binaların altında kaldı, binlerce insansa kurtarıldığına sevinemeden açlıktan öldü. Keşmir, mezar taşlarının yerini enkaz yığınlarının aldığı bir mezarlığa dönüştü.

 

Facianın yarattığı ruh halinin hepimiz için benzer olduğundan emin olduğum kadar, bu deneyimden çıkardığımız sonuçların çeşitliliğinden de eminim. Muhtemelen önce hepimiz tam olarak ne olduğunu, kaç kişinin aramızdan ayrıldığını düşündük. Oralarda yakınları, tanıdıkları bulunanlar bir, iki kez fazladan yutkundu. İlk bilgileri, kurtarma ve yardım çalışmalarının başladığına dair haberler izledi. Bekleneceği üzere, olmamasının mucize olacağı "mucizeler" yaşanmaya, enkazların ve cesetlerin arasından tek tük canlılar çıkarılmaya başlanıldı. Her çıkarılanla birlikte derin bir oh çekildi, her biri ölen on binleri biraz daha silikleştirdi. Her kurtulan, bir soluksuza nefes oldu...mu?

 

İşte insan aklının temel işleyiş eksenlerinden birisi burada netleşir. Başa çıkamayacağını unutur, güce, zafere odaklanır. Bu durumda hayatına devam edebilmenin, yolu nisyandan geçer. Tabii Muzafferabad'ta tüm ailesini kaybettiği halde hayatta kalmış olanlar için, aklın korunacak yanı kalmamış, akla isyân çoktan başlamıştır. Artık anlamlar dünyası yıkıldığından, kimisi tefekküre dalar, kimisi isyanını çevresine yansıtır, boşluk cisimleşir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır. Ateş düştüğü yeri yakar.

 

Uzaklarda,  sadece izleyici olarak katılanlar içinse seyrin ardından amaç, her şeyin eskisi gibi devamını sağlamaktır. Akla yatkın olan, gereken budur. Artık ölenler için çok geçtir, mucizeler hayatın devam ettiğine kanıttırlar. Fakat coğrafî olarak uzak olduğu halde, yaşananlara aşina olanlar için işler biraz daha farklıdır. Kendi dertleri, tepelerinde asılı olan tavan, onları sıkıştırmaya başlar. Unuttukları korkunun sesleri odayı doldurur, seyrettikleri mucizeler başka başarı öyküleriyle desteklenmediği takdirde onların normale dönmesi, sakinleşmesi için yeterli değildir. Bariz zayıflık bir kez daha yüzlerde patlamış, unutulmuş olan bir anda su yüzüne çıkmıştır.

 

Öte yandan, izleyiciyi tanıktan ayıran da budur. İzlemek, bedelini ödemeden, bedavadan dona kalmanın konforunu verir. İzlemeye alışık olan bilir ki, nihayetinde, seyrettiği binlerce acıdan biri daha, görece büyük olanı, yaşanmaktadır. Korku yerine, babacan bir şefkat, acıma hissi insanın içini doldurur. Bizzat tanık olunmayan, diğer dolaylı acılardan biri daha yaşanmaktadır. O uzak coğrafyanın izleyici insanları bilirler ki sorumlu onlar değildir, en fazla "elden gelen" yapılabilir. İzlemek zararsız tanıklıktır.

Ancak bizzat tanık olduğu facianın bir benzerini izlemek 'diğer tatsızlıklara' göre insanı daha fazla zorlar. "Kendi acısını çıkarmanın" yolu ise güçlülüğünü kanıtlamaktır. İşte böyle zamanlarda "darbeci Pervez Müşerref hükümetine tepki gösteren depremzedelerin, 'Bize tek yardım eden Türkler' feryadı" dikkati çekiyor. Böylece, kendi darbecilerini unutan Türkiye, sanki kendi deneyiminden çıkan sonuçları ve sorunu bertaraf etmekte, ve tüm milletleri geride bırakarak, "kardeş Pakistan'a", iki parmağını Yalova'da bir apartman bloğunun altında kaybettiği yardım elini uzatmaktadır.

 

"Ötekinin" deneyimini gayet iyi teşhis edebilen mantık, Türkiye'nin de başına bir zamanlar, bir gecede konuvermiş, üstelik işlerin düzeldiğini görmemiş olsa muhtemelen epey bir süre daha (belki hâlâ) hükmetmeye devam edecek olan bir cuntası olabileceğine dair izler taşımaz. Ne de olsa her örnek kendi içinde özeldir.

 

Fakat, muhasebe edilmeyen, kendiliğinden kalkan karabasanlar, o durumdan nasıl kurtulunacağını öğretmezler. Nasıl olduğu bilinmeyen bir büyüyü bozmamanın temel kuralı fazla kurcalamamaktır. Yaprak çevirmeden beyaz sayfa açılmış olduğunda, lekeleri görmemek için loş ışık her zaman yeğdir. Öyle ya da böyle yola devam etmek gerekir. Geçmişe boşuna mazi denmemektedir. Bazı darbecileri nadide köşelerde konuk edip, diğer bazılarını  –darbeci oldukları için- ayıplamak ancak böyle mümkündür. Ancak gücünü kanıtlama ihtiyacı böyle ayrıntılar üstünde vakit kaybedemeyecek kadar acildir.

 

"Kardeşe yardım eli uzatan" bu ağabeylik hali ise 'güçlü imparatorluk' yıllarının ruhundan öte, "kaybedilen toprakların" bilinçaltına itilmiş kırıklığından beslenir. Kimse görece küçüklüğünü, itilip kakılmışlığını hatırlamak istemez. "Tek" olmak, din kardeşliğiyle bağlı hissettiğimiz, Doğu'nun Müslüman yanına, 'eskisi gibi', hâlâ tek himaye edebilen olduğumuza delalet eder. "O anda" kahramanın gücünü toparlayıp, çevresine yardım edebildiğine dair duyulan inanç, "o 'ihtişamlı' günlerin" bittiği gerçeğini unutturur. "Kardeşlere özel ihtimam"ın, "kardeş" bellemenin yolu yine bu unutuştan geçer.

 

Bizim buralarda büyük felaketler, büyük başarı haberlerine vesiledir. Bir diğer gazete, Gölcük'te beton blokların arasına uykusunda yakalanan askerleri, bir daha asla ev yüzü görmemiş, sayılarını dahi bilmediğimiz 'bizim depremzedeleri' hatırlamadan, Türkiye ordusunun, kurtarma çalışmaları sırasında 'böyle yapmamış' olduğunu bize hatırlatırcasına, bir Pakistanlının "ordu nerede, neden bize yardım etmiyorlar?" dediğini aktarır. Sanki bizde 20 bin kişi ölmemiş, kalanlar önce çadırlara, sonra konteynırlara, oradan da sokağa atılmamışlardır. Ölen ölmüştür, peki kalan sağlar bizim midir?  Neyse, bunu bile düşünemeden hayat devam eder.

 

1999 Depremi'nin üzerinden geçen altı yıl bu ağır kayıpları unutmak için tek başına yeterli sebep gibi duruyor. O yıldan beri "büyük depreme hazırlanan İstanbul"da deprem için neredeyse hiçbir hazırlık yapılmadı. Tabii kurulan kurtarma ekiplerini,  yerleştirilen deprem konteynırlarını saymazsak. Bir önceki deneyimimizde, eksikliğini hissettiğimiz kazma, kürek ve sargı bezi gibi gereçlerle depreme değil ama enkaza karşı bir hazırlık yapıldı. "Pilot bölge" Zeytinburnu'nun imar planı hazır,  teorik denemeler, tartışmalar devam ediyor. Ülkenin bütçesini elinde bulunduranlar, depremde zarar görmemek için gerekli kaynağın olmadığını açıkladılar bile. Hepimiz, olası depremde ölecekler yine "kardeş Pakistanlılar" olacakmış gibi yardım çalışmalarına hazırlanıyoruz. Şehri baştan inşa etmemiz gerektiği gerçeği ne kadar fazla baskı yaparsa, bizim de "başarılarımız" o oranda artıyor. Ataköy'de, Avcılar'da ev fiyatları deprem öncesi kârlılığını yakaladı bile. Aklı aracı ederek kazığı kendimize atıyoruz. Uyum sağlamak için unutuyor, daha doğrusu başa çıkamadığımızı hesaba katmaktan vazgeçiyor, 'işlevsiz' hale gelen sorunu zaman içinde görmez hale gelerek, problemi ortadan kaldırmış oluyoruz.   

 

Sorunun depremin kendisi olmadığını bile bile, paramız yetmediğinden hazırlanamadığımız felaketin sonrası için canla başla çalışıyoruz. Depremi kapitalizmin yaratmadığını gayet iyi bildiği halde, Güney Amerika'da yeni umutlar yeşertmeye başlayan Hugo Chavez; "Kapitalizm dünyamızı yok ediyor, dünya tehlikede" diyor. 'Zorunlu' kararlar sonucu felaketlere kurban giden milyonların asıl katilini işaret ediyor. Ticaret anlaşmalarının, faiz oranlarının, petrol fiyatlarının, silah anlaşmalarının bütçe açıklarının, güzel yüzlü "model" şehirlerin, ekonomik dengelerin altında kalan milyonların katilini açıklıyor. Kimse sorunun çaresini bulamadığından, içilen acı ilaçların, mantığa aykırı olsalar dahi 'tedavi süreci' olduğunu düşünerek avunmak, başka bir şeylere odaklanmak gereği bundan doğuyor.  

 

Chavez herkesin gayet iyi bildiği gerçeği bir kez daha ilan ediyor. Nasıl başa çıkacağımızı bilmediğimiz asıl problem, bizi felç ediyor, nisyana sürüklüyor. Mantığın işlemediği daha doğrusu yetmediği durumda mantıksızlık çözümün ta kendisi oluveriyor. Renkli gazetelerden kestiğimiz başarı haberi kupürlerinin de bizimle aynı akıbeti paylaşacağını, ezileceğini bilerek, sabrediyoruz.

 

Büyük problemin çözümü pek kolay gözükmese de, güncel problemimiz depremin çözümü gayet basit. Paraya ihtiyacımız var! Makam otolarının, halkla ilişkiler çalışmalarının, kravatların, ipek gömleklerin, deri koltukların, ışıklandırmaların, gökdelenlerin, "modernleşme çalışmalarının" parasına ihtiyacımız var. Bu bütçeyi yaratıp, zamanında çalışabilsek bile, kurtulamayanların olacağını bildiğimiz bir depreme hazırlanmak zorundayız. Ya da işin kolayı, işlediği onaylanmış olan döngümüzün içinde, hatırlamayıp, bildiğimiz gibi devam edebiliriz. Mucizeler dünyasında denge nasıl olsa kendini bir şeklide korur.