Amerika'nın Çok Tehlikeli Mirası

-
Aa
+
a
a
a

31 Ocak 2002 günü akşamı Şikago’da, Mid-East Realities’in yayımcısı Mark Bruzonsky, Chicago Üniversitesi Model Birleşmiş Milletler toplantısında bir açılış konuşması yaptı. The Palmer House Hilton’un balo salonunda 2500’den fazla kişi vardı. Bu yıllık buluşmaların tarihinde ilk defa, açılış konuşması yapan bir kişi muazzam bir coşkuyla alkışlandı. Konferans organizatörü de, “daha önce hiç böyle bir şey olmadı,” demek ihtiyacını duydu. Bruzonsky’nin konuşması şöyleydi:

Siz genç insanlar, çok tehlikeli ve potansiyel olarak kaotik bir dünyayı miras almak üzeresiniz. Çoğunuz, dünyanın en ileri, en imtiyazlı ülkesi Amerika’nın vatandaşlarısınız.Ve bu imtiyazlar, dünya işleri ve Birleşmiş Milletler’e olan ilginizle birleşince, yeni ve fevkalade sorumluluklar getiriyor.

Sizin için muhteşem bir eğitim tecrübesi olacağına inandığım Chicago Üniversitesi Birleşmiş Milletler Modeli’ne başladığınız sırada beni davet etme inceliğini gösterdiğiniz için içtenlikle teşekkür ederim.

Ayrıca bilhassa teşekkür ederim. Çünkü adımın Mary Robinson, Ramsey Clark ya da Ralph Nader olmadığının fazlasıyla farkındayım ve aranızda ismimi daha önce duymuş olanların sayısı herhalde fazla değildir.

Geçmiş yıllarda da, Birleşmiş Milletler için ya da Birleşmiş Milletler’le çalışmış kişiler bu forumda konuşmalar yaptılar. Konuşmalarında genellikle Birleşmiş Milletler sistemine, insan hakları konularına ve, doğrusunu söylemek gerekirse, pek de tartışmalı olmayan, hatta ‘emniyetli’ denebilecek konulara odaklandılar.

Ancak, psikolojik olan da dahil, pek çok bakımdan 90’ların kükreyen dünyası, çoğunuzun da son zamanlarda birebir tecrübe ettiği gibi, 11 Eylül’de parçalandı. Önümüzde bizi bekleyen -politik, ekonomik ve askeri- çeşitli başka çöküşlerin de olduğuna inanıyorum.

Dünyamızın böyle karmaşa ve tehlike içinde olmasının gerçek ve ciddi sebepleri var.Bugün çoğumuzun dini inançlarının merkezi olan, benim de uzun zaman geçirdiğim o muhteşem ve eşsiz şehir Kudüs’te intihar komandoları olmasının gerçek ve ciddi sebebleri var.

Sizin yaşınızda dünyanın başka yerlerindeki genç insanların, Amerikalıların deyimiyle “terörist”, kendi deyimleriyle “şehit” ya da “özgürlük savaşçısı” olmalarının gerçek ve ciddi sebepleri var.

Ve 11 Eylül’ün arkasında yatan gerçek nedenler, gerçek hüsranlar, gerçek ve derin çatışmalar var. Hiç de yeni bir savaşın içinde değiliz. Daha ziyade, çoğu zaman kendi ülkemizin politikaları, kuvvetleri ve müttefikleri yüzünden uzak ülkelerde milyonlarca insanın zaten çoktan öldüğü bir savaşın yeni evresindeyiz.

Dolayısıyla, bu sorumluluklar ile bu yeni durumu aklımdan çıkarmaksızın “emniyetli” konulardan uzaklaşıp hepimizin geleceği için, ülkemizin geleceği ve tüm dünyanın geleceği için kritik olabilecek konulardan bahsetmek istiyorum.

Bu akşam size genel insan haklarından değil, bazı politik ve ekonomik haklardan; Birleşmiş Milletler’in başarılarından değil, başarısızlıklarından ve şimdiki zorlu sınavlarından bahsetmek istiyorum.

Ve sizinle en çok konuşmak istediğim konu da ilk elden ve en iyi bildiğim, 150 defadan daha fazla ziyaret ettiğim, 30 senedir konferans verdiğim ve ilişki içinde bulunduğum Ortadoğu Bölgesi, “Ortadoğu Barış Süreci” ve bölgenin, başlangıç halinden daha korkunç şiddet ve üzüntüyle patlamasının sebepleri.

Dünyamızdaki çoğu insan hakları sorununun, ulusal ve uluslararası boyutta zenginlik ve güçle ilgili olan, derin, politik, ekonomik ve bölgesel kökleri var. Toplumumuzun nasıl yapılandırıldığı, gücün gerçekte kimde ve niye onda olduğu gibi can alıcı konular tartışılmıyor.

En zorlu ve temel konu, dünya kaynaklarına nasıl sahip olunduğu, bunların nasıl dağıldığı ve kontrol edildiği. Çünkü, insanların yiyeceklerini, giysilerini, barınaklarını, nasıl sağlık hizmeti aldıklarını, çoğu zaman nasıl alamadıklarını, kendilerinin, ailelerinin gelecekleri için gereksinimleri nasıl karşıladıkları ya da karşılayamadıkları, doğal kaynaklar tarafından belirleniyor.

Ve maalesef, bizim gibi imtiyazlı olanların dışında, 21. yüzyılda bu gezegendeki insanların çoğunluğu, sefil ve çaresiz şartlar altında yaşıyorlar.

“Tüm Savaşları Yok Edecek Savaş” olan I. Dünya Savaşı’nın sonunda Milletler Cemiyeti’ni kurdukları gibi, galip gelen güçler, II. Dünya Savaşı’nın sonunda Birleşmiş Milletler’i kurdular. Birleşmiş Milletler kısa sürede, o ya da bu şekilde, olması gerektiği gibi, bir dünya forumu haline geldi. Ancak, bu şekilde gelişmek zorunda değildi.

Bugünün Birleşmiş Milletleri, ne kurucuların rüyasını gerçekleştirdi, ne de vaatleri yerine getirebildi. En önemlisi, sadece en güçlü ve zengin olanlar adına değil de, dünyadaki tüm insanlar adına temel sorumlulukları olan bağımsızlığa, inandırıcılığa, haklılığa sahip olamadı.

-Güvenlik Konseyi ve Genel Meclisin çok sayıda önergesi önemsenmedi, uygulanmadı ve çoğu zaman unutuldu.

-Büyük güçler, özellikle ABD, Birleşmiş Milletler’i, hoş görülemeyecek, izin verilmemesi gereken ölçülerde manipule edip sindirdi.

-Dünyamızda zenginlik, çoğu insanı yoksulluk ve yoksunluğa mahkum ederek, korkunç derecede eşitsiz dağıtılmış. Birleşmiş Milletler, bu sorunu çok önceden fark edip ciddi biçimde ele almalıydı.

-Örneği görülmemiş büyüklükte bir çevre felaketi yaklaşıyor. Birleşmiş Milletler organları, çoğumuzun hayat süresi içinde, yaklaşık 10 derecelik bir sıcaklık artışından kaynaklanacak dehşetli bir afet olacağını söylüyor.

-Uluslararası silah yarışı kontrolden çıktı; üstelik Birleşmiş Milletlerin kendi organlarından birinin- Güvenlik Konseyinin nezareti altında. Güvenlik Konseyi, savaşı ve potansiyel Armageddon’ı teşvik eden uluslararası, askeri ve endüstriyel bir organ.

-Kitle imha silahları kontrol altında tutulsa ve asla kullanılmasa bile insan soyu en büyük becerisini ve zenginliğini okullar, hastaneler inşa etmek ve herkes için gıda üretmek yerine daha da korkunç yeni nesil silahlar üretmek üzere çarçur ediyor.

-Ne Birleşmiş Milletler, ne de çeşitli organları, uluslararası çaptaki hastalıklar ve açlık ile mücadele etmeye hazırlıklı. Halen iki büyük salgın Afrika kıtasını perişan ve insanlığın büyük bir bölümünü tehdit ediyor.

Bu akşamki konuşmamı renklendirmek için hiç bir espri yapmadığım dikkatinizi çekmiştir. Doğrusu, içinde bulunduğumuz durum, espri yapılamayacak ya da parmağımızı şu ya da bu politikacıya yöneltemeyeceğimiz kadar tehlikeli ve trajik.

Acilen yapmamız gereken, dikkatimizi kamu yararına olacak büyük politik, ekonomik konulara, kurumlara ve yeniden yapılanmaları için yöntem bulmaya yoğunlaştırmaktır. Birleşmiş Milletler’in baştaki vizyonu ve rüyası tam da buydu. Önümüzdeki yoğun üç gün boyunca tartışmanız, münazara etmeniz ve birbirinizden öğrenmeniz gereken budur.

Hedeflememiz gereken, kendisi de bağımsız ve güçlü olmak isteyen Birleşmiş Milletler’i diriltmek olmalıdır. Üye devletlerin organizasyonu da olsa, sadece kendisine hizmet eden, baskıcı, hileci ve çürümüş hükümetlerin forumu olması yerine, dünyanın tüm insanlarını düşünen, çok daha demokratik ve saygıdeğer bir forum olmasına uğraşılmalıdır.

Açıkçası, dünyanın tek süper gücü fazlasıyla manipulasyonda bulundu, kontrolü ele aldı, müdahale etti ve bunlar da yetmediği zaman veto etti.

Daha birkaç ay önce, 11 Eylül öncesinde, ABD Güney Afrika Durban’daki Birleşmiş Milletler toplantısında, tarih, ırkçılık, temel politik ve ekonomik haklar konusunda herkese patronluk taslayıp ders verirken dünyanın geri kalanından çok uzak görünüyordu.

11 Eylül’den sonra Amerika, Güvenlik Konseyi’nin Filistinlilere koruma sağlanmasını öngören kararını bir kez daha veto etti. O Filistin halkı için Amerika ta 1947’de kendi bağımsız devletlerine hemen sahip olmaları gerektiğini söylüyordu.

Şimdi, Birleşmiş Milletler’i en fazla meşgul eden, tüketen, en tartışmalı konuya dönmek istiyorum.

Elbette, hâlâ “Kutsal Toprak” sayılan ve 1947’ye kadar Filistin olup da şimdi İsrail olan, “işgal altındaki topraklar”dan bahsediyorum.

Bu bölge, günümüzün modern “terörizmini” yarattı; uçak kaçırmaktan intihar komandoluğuna, bombalı kamyonlara ve politik amaçlı adam kaçırmalara kadar. Bugün Ortadoğu, Birleşmiş Milletler’in ve ABD’nin ciddi ölçüde sorumlu olduğu geçmişteki hatalar yüzünden Tevradi zamanlardan, Haçlı Seferleri’nde olduğundan, daha parçalanmış, bölünmüş ve kanla sulanmış durumdadır.

Ama o, kılıçların ve çarmıha germenin dünyasıydı. Bizimki ise nükleer ve biyolojik silahların dünyası.

Bu Model Birleşmiş Milletler çalışmasında, sizin kendi oturum ve münazara programınızda Ortadoğu haklı olarak en önemli yeri tutuyor.

Çoğunuz, birazdan sıralayacaklarımı can sıkıcı bulabilir. Siz genç Amerikalılar, tüm popüler kitle iletişim araçlarının bu konuda anlattıklarının ışığında, benim söylediklerim için “doğru olabilir mi acaba,” diye hayret edeceksiniz.

Üniversitedeyken, Profesör Richard Falk Arap- İsrail çatışmasından bahsederken ‘ırkçılık’, ‘savaş suçu’, ‘Apartheid’ gibi kavramları ilk defa kullandığında nasıl rahatsız olduğumu, bir türlü inanamadığımı hâlâ hatırlıyorum.

O zaman, sizin gibi öğrenciydim. Dünyayı gezme, bu kadar çok insanla tanışma, bu kadar çok haber duyma ve bu konuları düşünme şansım olmamıştı henüz.

Ama şimdi, 25 yıl sonra, bu imkanları buldum ve tüm tecrübelerimi 25 dakikanın içine sığdırmam gerekiyor. Üstelik bunun yarısı da geçti!

Şimdi gerçekçi olarak yapmam gereken şey, kendi sonuçlarımı sizinle paylaşmak ve böylece sizin de kendinizinkileri araştırmanız için cesaret vermek. Aslında, konuşmamı bitirdikten sonra bulabildiğiniz en zor soruları bana sormanız için sizi teşvik etmek isterim.

Bugün Ortadoğu’daki durum, benim Uluslararası Öğrenci Hareketi’ni üç yıl boyunca Birleşmiş Milletler’de temsil ettiğim günlerden çok daha kötü. “Ortadoğu Barış Süreci” ile büsbütün beter oldu. Ve temel sebebi de, tüm bu yıllar boyunca bunun gerçek bir barış süreci değil de, üstünlük, baskı, boyun eğdirme süreci olmuş olması...

Şu şekilde açıklamaya çalışayım: Eğer şu çok daha dikkate değer konuşmacılardan birini çağırmış olsaydınız Ortadoğu Barış Süreci için şunları söylerlerdi:

Eğer Profesör NOAM CHOMSKY ’yi davet etmiş olsaydınız: “Anlaşmalar, ABD- İsrail ayrımcılığının uç örneğinin göstergesidirler... 1980’lerin Şaron Planı’na çok yakınlar. Eski Güney Afrika’daki korkunç Apartheid sistemine benzetilmelidirler (Filistinlilere karşı olarak).”

Eğer Profesör EDWARD SAID ’i davet etmiş olsaydınız: “Barış süreci’ ibaresinde dilin keyfi katli vardır. İnsanların acı çektiği ve haksız liderlerin sömürüyü artırmalarına sebep olan Nobel Ödülleri aldıkları bir zamanda, doğrudan korkmamak şarttır... Barış getirmenin tersine, bu anlaşma Filistinliler için daha beter acılar ve İsrailliler için de belli tehditler getirecek. Oslo barış sürecinde yer alan İsrailli, Filistinli, Amerikalı veya Avrupalı liderler ilkesiz davranmışlardır. Daha da kötüsü, entelektüeller, akademisyenler ve uzmanlar, söylemlerine, uzmanlıklarına ve bilgilerine ihanet etmişlerdir. Bu ihanet, sevinecek hiç bir sebep ortada yokken olanları tebrik eden, alkışlayan, kutlayan özellikle Amerikan medyasının yaklaşımına uymuştur.”

Eğer Dr. EYAD SARRAJ ’ı davet etmiş olsaydınız -Dr. Sarraj, psikoloji doktorasını Harvard Üniversitesi’nde tamamlamış bir Filistinlidir. Aşağıdakileri, Georgetown Üniversitesi tarafından düzenlenen bir forumda dile getirmiştir: “Hukukun üstünlüğüne karşı değiliz; aslında biz bunu istiyoruz. Adalet ve kanun önünde eşitliği istiyoruz. İsraillilerin elinde harcanan, vahşet, aşağılama dolu baskı yıllarından sonra, insanların hakları olduğunu ve onlara değer verildiğini görmek istiyoruz. Buradaki insanların beklediği şeyler, vakar ve gurur.”

Dr. Sarraj, bundan beş yıl önce, “Neden Hepimiz İntihar Komandosu Olduk” adlı önemli bir makale yazdı. Makale, ABD dışında her yerde yayınlandı. Dr. Sarraj şöyle demişti: “Filistinliler bugün intihar komandosu olmamak için mücadele ediyorlar. Zaten asıl şaşırtıcı olan da intihar komandolarının varlığı değil, bu kadar az olmalarıdır.”

Eğer ROBERT FISK ’i davet etmiş olsaydınız -son 25 senedir Britanya’daki The Independent gazetesi yazarı, Ortadoğu bölgesinin en kıdemli Avrupalı muhabiri. Yaklaşık beş sene önce, son olaylar onu haklı çıkarmamışken henüz, benimle yaptığı bir röportajda şunları söylemişti: “Gazetemde ‘barış süreci’yle ilgili yazarken hep tırnak içine alıyorum, çünkü bu bir Amerikan ifadesi, kesinlikle Ortadoğu’ya ait değil... ‘Barış süreci’ hakkında söylenebilecek tek şey, ölü olduğu, bitmiş, kapanmış olduğu. Amerika’ya geri döndüğümde gözüme çarpan gerçek, insanların bundan ne kadar bihaber olduğu. Ben, Ortadoğu gerçeğini yaşamak zorundayım ve son iki üç ayda karşılaştığım hiç kimse, hatta işin en başında ben gene inanmasam da sürecin işleyeceğine inananlar bile, şimdi anlaşmanın ölü ve tamamen bitmiş olduğuna inanıyorlar.”

Eğer HAYDAR ABDÜL-ŞAFİ ’yi davet etmiş olsaydınız -Madrid Konferansı’nda ve Oslo’ya kadar tüm uluslararası görüşmelerde Filistin Delegasyonu Başkanı. 1993’te Beyaz Saray’daki törene, daha sonra neler olacağını öngördüğü için katılmayan, laik tutumuyla bilhassa öne çıkan bir laik Filistinli: “Hamas ve İslamcıların direniş hareketlerine nasıl bakıyoruz? Filistinliler, meşru silahlı mücadele gibi, kendilerini işgalden kurtaracak her yönteme müracaat etme hakkına sahiptirler. İsrail’in askeri gücü ile hukuka, meşruluğa ve Birleşmiş Milletler kararlarına kulak asmayışı, gerçek bir şiddet sebebi... İsrail son zamanlarda soğukkanlılıkla o kadar çok Filistinli öldürdü ki... Tutuklayabilecekken öldürmeyi tercih etti hepsini... Dünya bu barış sürecinin gerçekte barış süreci olmadığını, çıkar yol olmadığını anlayacak...”

Eğer Profesör CHARLES BLACK ’i davet etmiş olsaydınız -anayasa ve uluslararası hukuk alanında Amerika’nın en saygın akademisyenlerinden. Tüm öğretim yaşamını Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde geçirmiş olan Charles Black, ülkesinde, ABD, İsrail ve Filistinliler hakkında yazdığı makaleyi basacak yayınevi bulamadı: “Filistinliler, saçma sapan duruşmalardan ya da hiç duruşma yapılmadan iğrenç şartlar altında hapsediliyorlar. Düzenli olarak ateş ediliyor onlara ve ölümün hiç unutulmaması için ne kadar gerekiyorsa o kadar Filistinli hep öldürülüyor. Sakat bırakılmış, ya da hayat boyu yara izleri taşıyacak olmalarına rağmen, yine de tekrar tekrar sokaklara çıkıyorlar , o genç insanlar... Bu tür davranışı ortaya çıkaracak karakter özelliğini nasıl adlandırmalıyız? Neden kararsız kalıyorsunuz? Kelimenin ne olduğunu biliyorsunuz. Neden söylemekte kararsızsınız? Bu kelimenin Amerika’da onlar için asla kullanılmadığını bildiğiniz için mi? Yoksa o kelimeyi telaffuz ettikten sonra duygu ve düşüncelerinizde bir devrim olması gerektiğini bildiğiniz için mi korkuyorsunuz? Doğrusu, bu ikinci konuda çok haklısınız. Bu sizi rahatsız mı ediyor? Size yardım edeyim. Sizin için bu kelimeyi ilk defa telaffuz ederek başlayacağım. O kelime ‘cesaret’tir.

Ve nihayet, daha pek çok isim sayabilirim ama, Hindistan’ın en prestijli edebiyat ödülünün sahibi olan ve yazdıkları ABD hariç dünyanın her yerinde yayımlanan ARUNDHATI ROY ’u davet etseydiniz. Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yönelik saldırılar hakkında şunları yazıyor: “Saldırılara sebebiyet veren kızgınlığın kökleri Amerikan hürriyet ve demokrasisinde değil de, ABD hükümetinin Amerika dışındaki ülkelerde kendi içinde savunduklarının tamamen aksi şeyleri vaat etmesi ve savunması – askeri ve ekonomik terörizm, isyanlar, askeri diktatörlükler, kökten dincilik ve tahayyül edilemez şiddetteki soykırım, olabilir mi? “artık Bush ve Bin Ladin, ikisi de aynı söylemleri kullanıyorlar. İkisi de birbirini ‘yılanın başı’ olarak niteliyor. İkisi de sık sık Tanrı’ya atıfta bulunuyorlar ve yeni bin yılın terimi olan ‘iyi’ ve ‘kötü’ sözcüğünü kullanıyorlar. İkisi de şüphe götürmeyecek politik suçlara bulaşmışlar. İkisi de tehlikeli derecede silahlı- birisi, aşırı gücün rehaveti içinde sırtını nükleer silah deposuna dayamış, öteki ise tamamen umutsuz yığınların ateşli ve yıkıcı gücüne güveniyor... Akılda tutulması gereken önemli şey, ikisinin de birbirinin alternatifi olamayacağıdır. “

“Başkan Bush’a bütün saygımıza rağmen, dünya insanları, Taliban ve ABD arasında seçim yapmaya mecbur değiller. İnsan medeniyetinin bütün güzelliği, sanat, müzik, edebiyat, bu iki aşırı kutbun ötesinde yatar. Bütün dünya insanlarının orta sınıf tüketiciler olması şansı ne kadar azsa, tek bir dine mensup olmaları şansı da o kadar azdır. Çıkış yolu, iyi -kötüye karşı veya Müslümanlık- Hıristiyanlığa karşı şeklinde basite indirgenemez. Asıl mesele, çeşitlilik ve farklılık nasıl uzlaştırılır, baskıya- ekonomik, askeri, dil, dini ve kültürel, her türlü baskıya karşı konulur, bu olmalıdır.”

Lütfen sarsıcı bir şiirle, müstakbel felaket yerine muhtemel kurtuluşun tohumlarını içeren bir şiirle bitirmeme izin verin.

Eğer, İsrail’in gayet iyi tanınan ve saygı gören İsrailli oyun yazarı ve program yapımcısı DAN ALMAGOR ’u davet etseydiniz size bu şiiri okuyabilirdi. Bunu, ilk defa, birinci İntifada sırasında Filistin’in Nablus kentini ziyaret ettikten sonra yazdı. Yazmadan önce emin olmak için ikince kez gitti oraya. Yanında bu kez yakın arkadaşı, sonraları İsrail Savunma Bakanı olacak General İshak Rabin vardı. Sonra da yolları ayrıldı zaten. Bu şiir, sadece İsrail ve Filistinliler hakkında değil, bilhassa şimdi, hepimiz hakkındadır.

ÇOCUKLARI DA VURMALIYIZ, DEĞİL Mİ?

Bu insanların çoğu, Yüzlerce yıldır olduğu gibi,Zeytin hasadı yapmak istiyorlar bütün yürekleriyle...Bu insanların çoğu, Çocuklarını büyütmek istiyorlar bütün yürekleriyle...Taş fırlatmak değil, Ya da molotof kokteylleri...Barış içinde çalışmak,Ve barış içinde oynamak istiyorlar...

Ve bir bayrak dalgalandırmak.Bir bayrak.Kendi bayraklarını.Ve o bayrağa bakıp ağlamak istiyorlarBizim de yaptığımız gibi, o gece, heyecan içinde.Ve hiç, hiç, hiç,Hakkımız yoktu dünyadaOnların bu arzularını çalmaya.Bu bayrak, bu gözyaşları...Daima, daima diğerlerini izleyenBu gözyaşları.

Savunmamızı hazırlamaya başlayalım.Pek yakında lazım olacak bize. Bunu sahiden yapanlarVe hâlâ yapanlarVe onu sessizlikle karşılayanlarVe hâlâ sessizlikle karşılayanlarVe hiçbir şey söylemeyenlerVe dillerini şaklatarak,“Bir şey yapılmalı sahiden;(Ama bu gece değil, konserim varGalaya gideceğim,Bir doğum gününe davetliyim!)” diyenler.Hepimize çağrı gelecek bir günAlbay’ın Duruşmaları için.

Albay’ın Duruşmaları yaklaşıyorGelecektir zamanı, gelmeli de,Generallerin, albayların,Tümenlerin, taburlarınVe müfreze komutanlarının...Kaçış yok...

Böyle işliyor tarih.Ne söyleyecekler o zaman?Albaylar, yüzbaşılar, onbaşılar,Ne söyleyecekler?O şiddet hakkında, o zulûm hakkında,Havaya uçurulan evler,Ve en önemlisi,Aşağılama hakkında. O aşağılama.

Duvardaki yazıları silmeye zorlanan hastalar hakkında,Bayrağı indirmeye zorlanan ihtiyarlar hakkında,Bir elektrik direğinden.Elektriğe tutulan ve direkten düşüpBacağını kıran...Yaşlı sucu hakkında...Eşeğinden indirilipEğlence olsun diye,Yerlerde sürüklenen...

Kulağımızı tıkadık,Yüreğimizi tıkadık.Acımasız, küstah ve dilsiz.Kim sanıyoruz ki kendimizi,Bu kadar sağır ve dilsiz olacak kadar?

Gözümüzün önünde olanı görmemek bu:Onlar da bizim kadar, bizim kadar,İnsan.En azından bizim bir zamanlarOlduğumuz kadarİnsan.Sadece 41 yıl önce,Ne daha az çalışkan, ne daha az akıllı,Bizim kadar hassas, umut dolu,Karılarını ve çocuklarını sevdiler,Bizim kadar, en az bizim kadar.

Ve bizim çocuklarımız onlarınkini vuruyor şimdi.Mermiyle, plastik mermiyle, gazla...

Filistin Devleti kurulacak.Bir şair değil yazan bunu. Tarih görevini yapacak.Mevsimler gelip geçecek.Hayat devam edecek, gayet iyi bildiğimiz gibi.Düğünler ve doğum ve ölüm, hepsi aynı.Ama o utanç yok mu? O utanç?

Beni davet ettiğiniz ve büyük bir nezaketle dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Şimdi sıra sizde.

Çeviri: Deniz Karcı – Şerif Erol