15-16 Haziran olayları - II

-
Aa
+
a
a
a

Birinci bölüm için tıklatınız

Ömer Madra: 33 yıl önce bugünlerde, 15 ve 16 Haziran tarihlerinde Türk işçi hareketinin belki de en önemli denebilecek hareketi meydana gelmişti. DİSK yöneticilerinden Mehmet Atay’la bu hareketi hazırlayan ortamı konuşmaya devam ediyoruz. Ortamı kısaca özetleyebilir misiniz?

 

Mehmet Atay: Dün anlatırken 1960’lı yıllardaki süreci anlatmıştık, 61 Anayasası ve sonrasında sendikal özgürlükler ve Türk-İş’in bölünerek DİSK’in kurulması olayını. Ama DİSK, birkaç yıl içerisindeki hızlı gelişmesi ve işçilerle kurduğu farklı diyalog nedeniyle birdenbire göze batmaya başladı. DİSK özellikle özel sektörde çok örgütlüydü, bununla beraber DİSK’i bu şekilde durduramayınca fiilen kapanmasına yol açacak bir yasal değişiklik yapılma ve 174 sayılı sendikalar yasasında işkolunda işçilerin 1/3’ünü, yani 300 bin kişi varsa 100 binini bir anda üye yapmamış, üstelik de noterden üye yapmamış bir sendikanın toplu sözleşme yapamayacağı şeklinde meclise bir yasa önerisi verildi. Bu Türk-İş’in de desteğini aldı, başlangıçta CHP’li sendikacıların da orada desteğini aldı; orası da enteresan bir olaydı. DİSK bütün Şubat 1970’ten Haziran’a kadar inanılmaz derecede DİSK, bilim adamları, TİP’in mecliste bulunan iki milletvekili Rıza Kuas ve Mehmet Ali Aybay bunu önlemek için çok çaba gösterdiler. Hiç unutmam Rıza Kuas hep “Bak bu işçi sınıfının patlamasına yol açacaktır, birçok konfederasyon olabilir, bu şekilde engellenemez, önlenemez. Bir siyasi iktidar bu kadar bu işin üzerine gidemez” gibi konuşmalar da yapmıştı. Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk’ün “Yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız” deyince...

 

ÖM: Tarihe geçen bir sözdür bu.

 

MA: Böyle olunca iyice iplerin koptuğu bir sürece girilmişti ve 14 Haziran’a kadar gelmiştik. Artık DİSK yönetimi kendi imkanlarıyla, kendi zorlaması ve mücadelesiyle meseleyi bütün demokratik yollardan çözemeyince, bütün işçileri ve temsilcileri toplayarak bu konuda, örgütün asıl sahibi onlardır onların karar alması için 14 Haziran’da Merter’de DİSK’in Lastik-İş sendikasındaki salonunda toplantı yaptı ve işçiler de oy birliği ile 15 Haziran’dan itibaren iktidara uyarı, kamuoyunu aydınlatma anlamında bir oturma grevi ile başlayan ve sonra yürüyüşlerle devam edecek olan bir eylem kararı aldı.

 

ÖM: Yani 15-16 Haziran olaylarını siz de fiilen DİSK’i, bir işçi federasyonunu kapatma ve gerçekte de işçinin özgür iradesi ile sendika seçme özgürlüğünün elinden alınmasına karşı, Türkiye tarihinin, hatta o yıllardaki konjonktür itibarı ile dünyanın da en boyutlu direnişi olarak görebiliriz, diyorsunuz.

 

MA: Ben bugün de hâlâ geriye doğru baktığımızda dünyadaki işçi sınıfı tarihi içerisinde ya da demokratik mücadelenin içerisinde çok önemli bir yeri olduğunu görüyorum. Ama Türkiye’deki birçok değerli ve önemli şeyler gibi dünyaya gelince bizim pek fazla yerimiz olmuyor oralarda. Bu da yine kendi konumumuzdan kaynaklanan bir şey olsa gerek.

 

80 öncesi terör doruğuna varan yaklaşım

 

ÖM: Bu tabii birkaç yönden çok önemli görünüyor, dün de konuşmuştuk ama tekrar hatırlatmak babından söylemek gerekirse; özellikle pek karanlık ve şiddet unsurları açısından hatırlanması gibi bir şey var...

 

MA: Hiçbir şekilde olmayan, bir tek olay hariç... Bizde geriye doğru bakıldığı zaman, hatta 70’li yılların 73-75’den sonraki Türkiye hatırlanır, en son, en yakın tarih o olduğu için. Oradan geriye doğru hatırlanmadığı için, sanki 16 Haziran bir işçi ayaklanması, sanki iktidara yürüyormuş gibi... O 1975-80 arasındaki Türkiye’nin en teröre bulaşmış, karmaşanın yaşandığı dönemle de karıştırılır, oysa 75-80 arasındaki olayların kaynağı da, 1970’deki 16 Haziran olaylarından sonra Türk siyasal iktidarların, ABD’nin, emperyalist sistemin “Türkiye’de neler oluyor?” diyerek ilgisinin uyanması ve inanılmaz bir anti-komünist sürecin başlamasıdır.

 

ÖM: Oysa mesele temelinde çok anayasal bir hakkın anayasada uygulanması için.

 

MA: Son derece demokratik bir taleptir, dün de 3 aylık süreci anlatmıştım, ne kadar çok girişim olduğunu, “yahu, yapmayın, etmeyin, bu iş kötüye gidiyor”u demesi gerekenler başkaları iken, DİSK yöneticileri ve kamuoyundaki ilerici insanlar bu konuda sürekli uyarıyorlardı bu şekilde. Ama hiç kimse bu birikimin kaynama noktasına geldiğini... hatta bizim sol kesimde bile o kadar işçilerin böyle bir demokratik tepki göstereceği konusunda öngörüleri yoktu bence. Sonunda bir değerlendirme yapmakta yarar var. Neler yaptık, neler oldu’dan önce ben başlıklarla anlatayım bu işin görkemli tarafını da:

 

15 Haziran sabahına geldik, ben de DİSK’in bu işleri koordine eden grubun içerisindeydim, o zamanlar ne telefon var, telefonda düdük sesi bile dakikalarca bekleniyor, cep telefonu veya telsiz, vs. imkanları yok, telsiz yasası var herşeyden önce ortada. Bu işçilerin kendi bölgeleri içerisinde; düşünün ki Adapazarı’nda Pirelli ve Goodyear lastik fabrikalarından başlayıp, Haliç tarafından Rabat demir döküm, Haliç’in iki yakasında bugün parka dönüşmüş olan yerlerdeki bütün işletmelerin, fabrikaların, atölyelerin bir direnişi... Aynı zamanda Levent bölgesinden başlayan bir direniş; Philips’ler, Tekfen’ler gibi arkadaki fabrikaların olduğu yer. Bakırköy tarafında da ta Sefaköy’den Londra Asfaltı, karşıdan Ankara Asfaltı, bir kentin, hatta bir bölgenin demek lazım, tüm Marmara bölgesindeki ana arterlerinden inanılmaz bir ses yükseldi Türkiye’nin her tarafına doğru.

 

Bu ilk önce sabah oturma eylemi ile başladı. Şöyle bir şey de var: 14’ü akşamı o gecekondu semtlerindeki şeyle beraber, ben onu biraz, şimdi bizde çok değişti ama İrlandalıların kendi mahallelerindeki kendi iç örgütlenmeleri vardır ya, ona benzetirim... 14 Haziran akşamı toplantıda karar verip ayrılan işçi temsilcilerinin hepsi bölgelerine dağılarak gece kahveleri dolaşarak yarına kendi arkadaşlarını hazırladılar, böyle bir karar alınacak diye. Bu müthiş bir şeydi, belki son derece demokratik, öfke yok, kızgınlık yok, tabii genel olarak bir öfke var; “Niye örgütümüz kapatılsın?” olayı. Ama bir başka şeyse, sadece DİSK’in üyelerine değil, herkes, konu komşusu, akrabası birbirini hazırladı. Türk-İş’in üyeleri de, üstelik Türk-İş daha çok katıldı, bu çok önemli...

 

ÖM: Bunu dün belirtmiştiniz, altının bir kez daha çizilmesinde çok yarar var.

 

MA: Bu 15 Haziran’da bütün fabrikalarda oturma grevi ile başladı, bazı bölgelerdeki büyük fabrikalarda daha aktif olanlarda da zaman zaman bir çıkış, yarım saatlik, bir saatlik yürüyüşler yapılıp tekrar geriye dönülme şeklinde oldu. Ama kısaca anlatmaya çalışayım, artık bunları tek tek tefrika gibi anlatmanın gereği yok, başka kaynaklardan öğrenilebilir, 15 Haziran bu şekilde sonuçlandı:Herkesin hayal gücünü aşan bir noktada bu kadar toplu hareket beklenmiyordu. İkinci gün, 16 Haziran’da ise işin biraz daha boyutlandığını görüyoruz, artık doğrudan fabrikalardan çıkarak işçilerin merkeze doğru yürüyüşü. Çünkü şöyle bir karar alınmıştı: 15-16 Haziran’da bu uyarılar yapılacak, 17 Haziran’da da bütün o dediğim Adapazarı’ndan bu tarafa, Ankara Asfaltı’ndan, Londra Asfaltı’ndan, Bakırköy bölgesinden, Büyükdere caddesinden ve Haliç’in iki tarafından Taksim’e doğru işçiler yürüyecekler, Taksim’de büyük bir miting yapılacak. Öyle de başladı. Ta ki birçok yerde, her yerde polis barajları, asker barajları oluşturuldu. Ama bir tek bölgede gerginlik arttı; Ankara Asfaltı üzerinden yürüyüş sırasında. Çok ilginçtir, fabrikalardan çıkarak kırma, yıkma, yan fabrikaya girerken baskı yapma, hiçbir şey yoktu, rahat, güle oynaya, hatta mesela bir fabrika beriye doğru yürüyor, onun hemen önündeki fabrikalar kendilerini hazırlıyorlardı ve o fabrikanın kapısı açılıyor, kafileye katılıyorlardı. O dönemi, keşke o teknolojik olanakları ile o görkemde kaydedilebilseydi.

 

Askere ateş emri

 

ÖM: Bunun bir belgeseli yok, değil mi?

 

MA: Maalesef yok. Varolan fotoğraflar var, Ergin Konuksever gibi bazı gazetecilerin o dönemde çektiği fotoğraflar var, film olarak yok. Ama ben biliyorum bugün mutlaka ABD’de bir yerde, Pentagon’da vardır bunlar. 50. yılı dolunca, herhalde bizim de ömrümüz yeter ve biz de öyle görürüz diye düşünüyorum; öyle bir tarafı var.

 

ÖM: Sıkı bir belgesel hazırlanmıştır bir tarafta diyorsun?

 

MA: Arşivde bekliyordur... Çok ilginç olanlardan birisi, yürüyüşün çok büyük olanlardan birisi Ankara Asfaltı’nda; Türk-İş’in de büyük katılımıyla. Düşünün ki işçiler Bostancı’dan Bağdat Caddesine indi, Bağdat Caddesinden Kadıköy İskelesine doğru yürüyüş başladı, 40-50 bin civarında oradan yürüyen bir insan grubu var. Hani bazı insanlar “Eyvah, sonumuz mu geldi?” diye endişelenenler olmuştur ama, bir tek taş atılmadan, bir tek şey yapılmadan, çünkü Bağdat Caddesi ticaret merkezi ve bütün mağazaların olduğu en lüks yer, o işçiler inanılmaz bir vakar ve disiplinle yürüdüler, tek-tük çapulcu çıktıysa da işçiler önledi.

O dediğim 2-3 yıl içerisinde işçilerin doğrudan demokrasiye katılım, doğrudan kendilerine ait bir şeye sahip çıkmanın bir parçası olarak inanılmaz bir disiplinle Fenerbahçe Stadının önündeki Yoğurtçu Parkına kadar geldiler. İşte orada sert bir çatışma oldu. 1 km ilerisi Kadıköy İskelesi, bıraksalardı, o kadar baraj geçilmiş, o kadar şey yapılmış, şeye kadar gelinecekti zaten.

 

Burada bir ilginç nokta, birkaç bölgede, son zamanlarda yine bir “genç subaylar” meselesi çıktı ama, o zaman da bir “genç subaylar” olayı yaşandı aslında. Yıllar sonra da biz onu biz onu gördük; birisi Atilla Özsever Milliyet gazetesinde, sonra emek sayfası vs. de yaptı, o zaman zırhlı tugaydan geliyor, üsteğmendi. 15. Kolordu komutanı da Turgut Sunalp’tı, sonraki MDP’yi filan kuran 12 Eylül’den sonra. İşçilerin yürüyüş çok kabarınca o küçük küçük askeri birliklere ateş emri vermişler.

 

En somut olaylardan birisi, Atilla Özsever o zaman üsteğmen; -biz düşünün ki yıllar sonra karşı karşıya geldik, yıllar sonra bir televizyona da çıktık, bu konuyu da konuşmuştuk - birçok yerdeki bu insanlar gerginliği arttırmamak için, karşılıklı birbirimizden haberimiz olmadan aynı şeyi yapmışız. Özellikle Atilla Özsever’in birliğinde vardır bu, ben de DİSK’in genel sekreteriydim o zaman. Tabii bu insanların çoğu ile 12 Mart’tan sonra da hapishanelerde karşılaştık, o askeri subayların çoğu ile. Öyle bir şey oldu.

 

ÖM: Ve ateş emri de verilmiş?

 

MA: Evet. Atilla Özsever bu emre uymuyor. Düşünün, eğer öyle bir şey olmuş olsa, o zaman o gerginlik Ankara Asfaltı üzerinde başlayacak, Yoğurtçu Parkına bile gelinemeyecek. Bir kilometre ötede bırakırsak, ki orada polisin çok büyük barikatı vardı Yoğurtçu Parkında, maalesef orada bir çatışma oldu, birtakım ateş etmeler vs. oldu. Hatta bir tanesinin doğrudan fotoğrafı vardır, Ergin Konuksever’in çektiği: İşçiyi hedef göstermiş olan bir polisin yerde vururken 3 tane karedir, hedef alma ve düşme olayı da vardır. Orada 3 işçi bir de polis maalesef öldü. Bu hareketin, bizi öyle göstermek istenildiği için hep akılda kalan taraf orasıdır, onun dışındakiler hep unutulmaya çalışılmıştır, bunun dışında bir tek olay, gerginlik, barikatı aşma şeklinde olmamasına rağmen...

 

Burada çok önemli şeylerden birisinin kadın işçilerinin yoğun katılımı olduğunu düşünüyorum. Hatta kadın işçilerin bence hem kişilik kazanma, hatta bugünkü belki feminist hareket demeyeceğim ama, o günden onların gücünü göstermesi bakımından -erkek işçiler bile o kadarını beklemiyorlardı- ilaç fabrikalarında vb. yerlerde bunların yapılabilmiş olmasıdır.

 

Miting öncesi akşam sıkıyönetim ilan edildi

 

ÖM: Bu da çok ilginç bir bağlantıyı akla getiriyor tabii; 68. Bütün dünya hareketleri kısa zamanda sönüp gitmiş olmasına rağmen en önemli kazanım olarak günümüze kadar bu kadın ve eşcinsel hareketlerini bırakmıştır geriye. Onun da etkisi olabilir.

 

MA: O kadın hareketi çok önemli. Mesela barikatların önünde kadın işçiler yürüyorlardı, benim çalıştığım Gripin fabrikası vardı, o zaman Cağaloğlu’ndaydı yeri, onlar Aksaray’a kadar yürüyüp milleti karşılayıp tekrar onlarla beraber Cağaloğlu’na gelmişlerdi. Bütün bunlar olurken 16 Haziran akşama doğru birkaç kez DİSK’e çeşitli şekillerde baskılar, Selimiye’ye 1. Ordu komutanlığına çağrılmalar, vs. gibi değişik şeyler yaşandı. Önceleri muhatap almak istemeyenler bu kez başka şeyler yapmaya çalıştılar. İşçilerin Taksim’e yürüyüşünü engellemek için Kadıköy, Eminönü, iki taraftaki köprüler açıldı zaten, bütün vapurlar, hatta sandallar bile, o balık ekmek yapan sandallar bile sahilden çekildi ki işçiler karşıya geçmesin diye. Böyle bir süreç de yaşandı. 16 Haziran akşamı, saat 6-7’ye doğru, işçiler tekrar geriye, kendi fabrikalarına, evlerine döndüler ve iki saat sonra da sıkıyönetim ilan edildi.

 

ÖM: Böylece 17 Haziran mitingi olamadı.

 

MA: 17 Haziran’da Taksim’de o görkemli miting de gerçekleşemedi. Yani belki gerçekleşebilseydi, bugün tekrar konuşursak bugün 17 Haziran, onu konuşuyor olabilirdik. Böyle bir dönem yaşandı.

 

ÖM: Tabii bunun bir genel değerlendirmesini yapmak gerekecektir.

 

MA: Bunun sonuçları Türkiye’de nedir, ona bakmak lazım. Birincisi, bence en önemlisi, işçilerin kendi haklarına sahip çıkması konusundaki kararlığındaki doruk noktadır. Türkiye’nin en demokratik çıkışıdır, bu anlamda işçilerin, emekçilerin belirleyiciliği rolünü de düşündüğümüz zaman. Herkesin ezberini bozan bir çıkıştır aslında. Bu sadece sağın değil solun da ezberini bozmuştur. Çünkü hatırlayın o yıllarda TİP nasıl parlamento dışına itildi ve Türkiye’de yatkın olan yapı içerisinde “bu iş zaten parlamentoyla olmaz” olayı yaratılmışsa, ki ben bunu çok önemsiyorum. Hem TİP meselesinde, hem DİSK meselesinde barajlar kralı Demirel’in kurduğu bu sistem Türkiye’yi karanlığa doğru sürüklemiştir. TİP’in parlamento dışına itilmeye çalışılması ve itilmesi...

 

ÖM: Parlamento dışı muhalefet gibi kavramlar...

 

MA: ...sonradan öğrenci hareketlerinin başka şekiller almasına, bir sürü yeni ‘devrimci mücadele’ yöntemleri bulunup, işin giderek gerginleşmesine ve o sırada karanlık cinayetler, Vedat Demircioğulları’nın, Mehmet Büyüksevinç’lerin, Battal Mehmetoğulları’nın öldürülmesiyle, hep bunlar bugün de faili meçhul cinayetlerdir, hiç birisi bulunmamıştır, o süreç de bunlarla beraber başlamıştır.

 

ÖM: Şiddete giden bir süreç...

 

MA: Evet, demokratik bir gelişmenin önünü açmak yerine, tıkamaya çalışmanın, daha başka şeylere yol açabileceğinin en büyük göstergesidir. Birincisi şu oldu; dediler ki “Ha, işçi sınıfı diye bir şey varmış”, bizim o zamanlar “devrim stratejisi” tartışmaları vardı. “Asker-sivil-aydın zümre” diyenler var, “Acaba kırlardan şehirlere doğru mu kuşatsak” diyenler var, vs. ama hiç hesapta işçi sınıfı yok. O arada objektif olarak var mı, sübjektif olarak var mı, sizin de çok iyi bildiğiniz tartışmadır.

 

ÖM: Evet, gayet iyi.

 

“Sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçti”

 

MA: Ve buradan, “Ha, o zaman sorunun ezberini bozdum, böyle bir şey varmış, bunlar olmadan bir şey olmayacakmış” dendi ve Türkiye’de aslında bu bir nevi cuntacılığın sonu oldu. Yani askerle bu işin olmayacağı ile ilgili meselenin sonudur, çünkü 3-5 ay sonrası 12 Mart’tır. İlginçtir, 12 Mart’a giden süreçte iki darbede de aynı şey vardır. 1-1,5 ay sonra Türkiye’de TL tarihindeki en büyük devalüasyona uğradı, Ağustos 1970’de %64. Ve şimdi Türkiye’deki bütün krizlerin temel kaynağından birisi de budur. 3-5 ay sonra düşünün o geldi. Hani 24 Ocak kararlarından 6 ay sonra 12 Eylül’ün gelmesi gibi.

Böyle bir sürece girildi, bunlar hep siyasi ve ekonomik sonuçları olan şeyler. Ondan sonra da Türkiye’de siyasal iktidarlar bunları özümseyip “Nerede hata yaptık?” diye düşüneceğine, yerine daha çok baskıyı arttırma süreci başladı. İşte, 12 Mart müdahalesiyle de ortaya çıkan tabloda, meşhur Genelkurmay Başkanı Tağmaç’ın “Bilinçlenme, sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçti” şeklinde gerekçesi vardı.

 

ÖM: Evet, onu hatırlıyorum.

 

MA: Bildiğimiz 12 Mart dönemi geldi, o dönemdeki o karanlık şeyler... DİSK’in kapatılmasına kadar gelemediler... Ha bu arada ilginç bir şey, CHP de sonradan uyandı, hem TİP hem CHP, bu yasanın, bu kararın iptal edilmesi ile ilgili Anayasa Mahkemesine başvurdu.

 

ÖM: Ve sonuç?

 

MA: Sonuçta Anayasa Mahkemesi iptal etti bunu. İptal etti ama, çok da ilginçtir TİP de kapatılmıştı. Yani kendi açtığı davanın sonuçlarını göremeden parti 12 Mart’ta kapatıldı.

 

ÖM: Bütün bunlar müthiş kontrastlar. Yani 15-16 Haziran hareketinin temel nedeni gerçekleşmiş oldu, anayasal talep, anayasa mahkemesinin iptali.

 

MA: Mesela Anayasa Mahkemesi kararının son bölümü: Bu yasayla “işçinin özgür iradesi ile sendika ne kadar olumlu bir gelişme ise, yasa zoru ile tek sendikanın, işverenler, siyasi iktidarların elinde oyuncak, güdümlü sendikalar olacağına” işaret edilerek, iptal edildi. Yani fiilen de yürümedi, hukuken de iptalle beraber bir yasal boşluk çıktı ortaya.

 

ÖM: Çok garip, istenen sonuç Anayasa Mahkemesi tarafından resmen tespit ve tescil edilmiş oldu.

 

MA: O zaman bilim adamları bildiriler yayınladılar; 62 bilim adamının 17 Haziran’da yayınladığı bildiri vardır bu yasanın ne olduğuna ilişkin... Türkiye bildiğimiz konuma doğru gitti, 12 Mart’ı hepimiz yaşadık, sizin de çok yakından bildiğiniz dönemler. DİSK kapatılamadı da artık, ama bazen “şerden hayır doğar” derler: DİSK’i kapatmaya çalışırlarken inanılmaz derecede bütün Türkiye’de, hatta uluslararası ilişkilerde bile DİSK’in çok tanındığı bir ortam ortaya çıktı. İşçilerin deyişiyle, bütün kırsal alanlarda bile, adam başka iş yapıyor ama DİSK’i kurtarıcı gibi görmeye başladı. Onlar DİSK de diyemiyor “DİKS” diyorlardı! Bütün bölgelerde, Ceylanpınar’dan, Antep’ten Antalya’ya kadar bütün gittiğimiz yerlerde “DİKS’e girebilir miyiz?” diyorlardı.

 

Özel olarak DİSK’i anlatmaktan çok şunu anlatmaya çalışıyorum, yani bütün bu baskıların sonucunda varılan yer, DİSK’in gelişmesi oldu. Köylünün açılıp Türkiye’deki demokratikleşmenin sağlanması yerine hep yeni engeller konmaya çalışıldı. Aynı şey işte, unutmadılar 12 Eylül’e geldiğimiz zaman –bugünkü sendikalar yasası ortada- önce baraj sistemini koydular. Yaptıkları ilk şeylerden birisi, çünkü unutamadılar geçmişi bir türlü. İlk gün 12 Eylül’ün gerekçesinde DİSK’in kapatılması vardı. 12 Eylül sabahı saat 04’te, 05’te benim evime geldiler mesela, zarflar önceden hazırlanmış, sarı bir zarfla geldiler önümüze. Bu, DİSK’in mal varlığına, herşeyine el konulmasıyla sonuçlandı. Ama bu hep 70’in etkileriydi. Türkiye ondan sonra tabii tartışılabilecek 1975-80 arasında çok şeyler yaşadı; solun büyük zaafları vardır ama...

 

ÖM: DİSK’in kendi hataları da herhalde?

 

Demokratikleşme açısından 60’lı yıllar yeterince incelenmedi

 

MA: Mesela DİSK şunları yaptı o dönem: 16 Mart’ta biliyorsun İstanbul Üniversitesi’nde bir bomba atma olayı vardır... Orada “faşist iktidar” eylemi diye bir şey yaptı DİSK, bu son derece demokratik bir şeydi. Türkiye’nin karanlığa doğru sürüklenmesiyle ilgili bir uyarı niteliğinde. O zaman DGM’ler çıkarılmaya çalışıldı, DGM direnişleri oldu ve o da, kadük kaldı, yasa meclisten çıkamadı. Bunlar hep bir nevi tamamen işçinin üretimden gelen gücünü kullandığı şeylerdi, ama başka etkenler, başka şeyler oldu. DİSK’in kendi içinde de bir sürü zaafları, hataları oldu. Solun kendi konumundan gelen hataların DİSK’e taşınması şeklinde oldu ama, konumuz bu değil. 16 Haziran’ın sonuçları anlamında söylüyorum. O zaman da 162 kişi tutuklandı, sıkıyönetim 3 ay sürdü, 400’ün üzerinde işçi atıldı, kara listeler oluşturuldu Türkiye’de. En kalifiye elemanları bile, eğer işten atılmışlarsa gittikleri yerlerde dosyaları vardı, ve onlara o şekilde iş verilmez noktalarına gelindi.

 

ÖM: Bir daha iş bulamadılar.

 

MA: Sonraki yıllarda bu yaşandı. Onlara sahip çıkıldı, vs. sonradan hep üretim içerisine katıldılar ama, bir dönem belli sıkıntıları yaşadılar, böyle bir dönem bu.

 

ÖM: Son derece aydınlatıcıydı. Son bir şey sormak istiyorum, bu Türkiye’nin son derece yakın tarihinde, hatta dünya sosyal hareketleri içinde de önemli bir rol oynamış bir olaydan bahsediyoruz. Bunun üzerinde kitaplar ve araştırmalar...

 

MA: Birkaç kitap var, araştırma var ama bu işin ben bugün, ki biraz kendim de hasbelkader bununla ilgili notlar almaya başladım, kendim içine girdikçe daha da önemini görerek...

 

ÖM: Ben de onu soracaktım; kitap hazırlığınız var mı diye?

 

MA:  Ama bu 1-2 yıl kadar sürerek. Yayıncılıktan, yazmaya ve yayınlamaya fırsat bulamadık, kendimizinkileri yayınlamaya fırsat bulamıyorum maalesef... Buna ilişkin birkaç çalışma var ama bizim solun geleneksel, özellikle sosyalist solu kastederek söylüyorum biraz “Ah bu sınıf neler yaptı” gibi hamaset içeren şeylerinin yanında ciddi belli makaleler var, belli çalışmalar var ama, çok boyutlu hale gelmiş, bugünden geriye doğru bakarak yeniden değerlendirme yapılmış henüz yetkin bir çalışma yok bence. Buradan akademisyenlere söylemek isterim, bu meseleyi, hiç böyle ele alınacak kor gibi düşünmesinler. Bugün değerlendirildiği zaman Türkiye’nin daha şu yaşadığımız güne kadar, bugün sabah okuduğunuz o raporlara, yazılara kadar sürecin bile, -ben işte milat diye onu kastederek söylemiştim- bu olayda çok önemli yeri vardır. Bu, dönüp dönüp irdelenmesi gereken bir süreçtir diye düşünüyorum. Hâlâ da 60’lı, 70’li yılların, özellikle 60’lı yılların Türkiye’deki demokratikleşme anlamında yeterince ele alınmadığını düşünüyorum.

 

ÖM: Yalnız akademisyenlere bırakılamayacak kadar ciddi bir olay.

 

MA: Bizim gibi tanık olanlar, hâlâ yaşayanlar yardımcı olur.

 

ÖM: Siz burada bir hayli sözel tarih anlamında, hem kendi bizzat tanıklığımızla...

 

MA: Ben de özellikle Açık Radyo gibi çok sevdiğimiz ve her sabah açık olan radyomuzda olsun istedim zaten.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz. Sizden bekliyoruz yani, biz de arkadaşlarımıza, yani akademik çevrelere de bunu söyleyeceğiz. Çok teşekkür ederiz...

 

(17 Haziran 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)