Afetler doğal değil, tedbirsizlik

-
Aa
+
a
a
a

Sosyolog Prof. Dr. Sibel Kalaycıoğlu ve Dr. Nazan Cömert ile 'Afetlerin Sosyal Etkileri' üzerine konuştuk.

REUTERS
REUTERS
Afetlerin Sosyal Etkileri
 

Afetlerin Sosyal Etkileri

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Gürhan Ertür: Bugün iki konuğumuz var; Prof. Dr. Sibel Kalaycıoğlu ve Dr. Nazan Cömert hocalarımız. Sibel Hocam, hoşgeldiniz programımıza, merhaba. Mikrofonunuz kapalı. Nazan Hocam, siz de hoş geldiniz.

Nazan Cömert: Merhaba, hoşbulduk.

Sibel Kalaycıoğlu: Merhaba Gürhan Bey.

G.E.: Evet hoşgeldiniz hocam. Nuray Hocam, Elvan Cantekin sizler de.

G.E.: Ben kısaca konuklarımızı tanıtmak istiyorum. Prof. Dr. Sibel Kalaycıoğlu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, aynı zamanda Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Başkanı. Evet, 1981’den bu yana Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor ve sosyolojiye giriş, tabakalaşma sosyolojisi, güç, statü, sosyal kademe, uygulamalı saha araştırması, siyaset sosyolojisi gibi lisans, yüksek lisans ve doktora seviyesinde dersler veriyor. Dr. Nazan Cömert ise 2017’den bu yana Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Fransızca programında görev yapıyor Marmara Üniversitesi’nde. Sürdürülebilir kalkınma, güvenlik, risk ve zarar görebilirlik analizi, kırılgan gruplar ve iletişim, çevre problemi ve halk katılımı, akademik özel ilgi ve çalışma alanlarını oluşturuyor. Biz bugün, programımızda Sibel Kalaycıoğlu ve Nazan Cömert hocalarımızla birlikte afetlerin sosyal etkileri üzerine konuşacağız ve depremin ortaya çıkardıklarını, görünür kıldıklarını, afetin sosyal boyutlarını konuklarımızla birlikte ele alacağız ve tekrar hoşgeldiniz. Sibel Hocam, ben ilk soruyu size yöneltmek istiyorum; afet sosyolojisi tanımı çok kullanılıyor sosyolojide, nedir, ne anlama geliyor? Bir kısa açıklama rica edebilir miyim?

Afetler doğal değil, tedbirsizlik

S.K.: Çok teşekkürler Gürhan Bey ve bütün herkese selamlar. Afet sosyolojisi Türkiye'de çok tanınan bir konu değil, sosyoloji literatürü içinde de çok tanımlanmış bir konu değil. Onun için biraz tanım gerekiyor, açıklama gerekiyor. Yani bütün dünyada çeşit çeşit afetler görüyoruz ama öncelikle afet nedir, tehlike nedir? Arasında bir farklılık yapmak gerekiyor ve afet sosyolojisi tam da buradan başlıyor. Yani doğal tehlikeler var. Bütün dünyada farklı farklı nitelikte, farklı şiddette doğal tehlikeler var. Bunların yol açabileceği afetlerden bahsediyoruz. O anlamda afetler doğal değil. Ama tehlikeleri bilip, riski bilip onlara hazırlanmadığımız zaman başımıza gelecek afetler olarak düşünüyoruz. Yani sosyolojinin yaklaşımı bu şekilde. Afet sosyolojisi genellikle bu tür, yani bir şekilde insan yapısı olan. Çünkü hazırlıklı olmadığımız ve onun için gerekli tedbirleri almadığımız için ortaya çıkan afetlerin sosyal, toplumsal, ekonomik sonuçlarına bakıyor, demografik sonuçlarına bakıyor. Göç gibi mesela. Bütün bu toplumsal etkileri, ekonomik etkileri çalışıyor afet sosyolojisi. Artı risk yönetimi çalışıyor. Yani özellikle riskin öncesi ve sonrasında bu riskleri nasıl yönetebiliriz? Toplumsal etkiler dediğimiz zaman, sosyal kırılganlıklara çalışıyoruz. Özellikle farklı yaş grupları, farklı statü grupları üzerinden kırılganlıkları özellikle sosyal eşitsizlikleri var. Tabakalaşma benim zaten konum. Afetler sonrasında bu eşitsizlikler daha fazla katlanarak artıyor, yeni eşitsizlikler ortaya çıkıyor. Bu anlamda toplumsal cinsiyet açısından, yaş açısından, statü açısından, yerinden edilmişlik açısından, kimlikler açısından, ekonomik, konum, meslek, gelir, eğitim açısından, birçok açıdan kırılganlıklar ortaya çıkıyor. Bunları çalışıyoruz biz afet sosyologları.

G.E.: Evet, çok teşekkürler. Ben hemen Nazan Hocama söz vermek istiyorum.

N.C.: Evet, hocam çok güzel ifade etti. Ben de şunu belki kısaca eklemek isterim. Afetleri aslında sosyal bilimler için çok geniş bir laboratuvar gibi görmek de gerekiyor. Yani normal zamanda gözlemleyemediğimiz birçok olay, birçok konu ve dinamikler afetle birlikte görünür hale geliyor. Yani bir toplumun işleyişiyle, dinamiklerin süreçleriyle alakalı bir sürü konu afetlerle beraber bir anlamda gün yüzüne çıkıyor. Bu açıdan baktığımız zaman sosyal bilimler için afet çalışmaları çok geniş bir çalışma alanını da ifade ediyor. Hem afetin sonuçlarını, sosyal etkilerinin sonuçlarını inceliyoruz hem de afeti oluşturan şartları da afetle beraber inceleme imkanını bulmuş oluyoruz. Bu açıdan bakıldığı zaman hakikaten sosyal bilimlerin çok daha fazla yer alması gereken bir alan, özellikle de ülkemizin yaşadığı afetlerin büyüklüğünü göz önüne aldığımızda.

G.E.: Evet. Ben hemen yine size söz vereceğim Nazan Hocam. Sibel Hocamıza sorunuz olacak sanıyorum.

N.C.: Evet. Direkt belki yaşadığımız bu afetle birlikte gözlemlerimizden yola çıkarak bir sorum olacak. Sosyal etkiler deyince bize, ‘yerinden edilmişlik’ten bahsetti hocam. Bu yer değiştirme hareketleri özellikle yaşanan güneydoğuda yaşadığımız afetle ilgili, yer değiştirme hareketlerini acaba kalıcı olarak görebilir miyiz? Eğer sosyal etkilerin azaltılması dediğimiz şey, çünkü bir anlamda fiziki hasarın onarılması da önemli bu sosyal etkilerin azaltılmasında ve bir taraftan fiziki çevrenin onarımı gerçekleştirilirken güven ve umudun da sağlanması gerekiyor ki bu sosyal etkiler azaltılsın. Acaba afet sonrası afetten itibaren bu güven ve umudu nasıl sağlayacağız? Kimler sağlayacak ve neleri yaparak bu güven ve umut sağlanacak?

Eğer biz geleceği inşa edeceksek, insansız inşa edemeyiz

S.K.: Çok teşekkürler Nazan Hocam. Yani bir soru ama birkaç soru var içinde bence. Öncelikle sosyal yani toplumsal etkiler tabii ki yaşanacak. Yani afet ortaya çıkmış bir kere. İstesek de istemesek de etkilediği alan çok büyük, 11 tane il, 13,5 milyon nüfustan bahsediliyor. Yani daha oradaki yabancı nüfusu da daha bilemiyoruz ama 13,5 milyon kayıtlı nüfustan bahsedildi. Şimdi bütün bu nüfusun sadece orasını değil, artı herkesin Türkiye'nin geri kalan kısımlarıyla da ilişkisini düşünürseniz, bütün bir toplum etkilendi. Yani toplumsal etkisi çok çok büyük oldu. Sadece fiziki alan olarak değil. Yani bu anlamda hem 99 depreminde gördüm, Van depremine de gitmiştik bizzat. Böyle aşağı yukarı bir buçuk, iki ay sonra gitmiştik. Yani hiçbiriyle kıyaslanamayacak kadar çok farklı bir boyutta, kapsamda ve içerikte bir deprem olayı yaşadık. Bütün Türkiye'yi etkiledi. Herkese, herkesin hayatına dokundu bu deprem. Öyle söyleyeyim o anlamda, sadece bunu psikolojik anlamda söylemiyorum. Hepimiz bir travma geçirdik. Gayet tabii hala çok üzüntülüyüz. Hala insanlar hatırlıyor ama gündelik yaşamımıza, işlerimize, eğitimimize, her şeye dokundu yani o anlamda ekonomik hayata dokundu. Bu anlamda etkisi çok çok büyük bir deprem yaşadık. Yani keşke buraya varmasaydı olay tabii ama yaşandı bir kere. Şimdi bundan sonrası ne olacak? Tabii büyük bir yıkım olduğu için fiziksel çevrede ve büyük bir değişim olduğu için bir anda insanların gündelik en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için suya ihtiyacı var, yiyeceğe ihtiyacı var. Bunları karşılamaya çalıştılar. Kayıpları bir tarafta evler, canlar gitti ama bir taraftan da kendileri de yaşamak zorunda. Bu anlamda temel ihtiyaçlarımızı nasıl karşılarız diye ilk çabaları da bu oldu. Bu anlamda değişik stratejilere, baş etme stratejilerine karar verdiler. Bunlar tamamen herkesin kendi olanakları çerçevesinde. Mesela bahsediliyor ki 3,5 milyon kadarı kırla ilişkisi olan, kırda halen evi olan, kırla gelip giden, kıra gidebileceği bir durum olan bir nüfus kıra gitti hemen. En kolayı köydeki evine, köydeki akrabalarının yanına sığınmak. Bu anlamda köyler de etkilendi tabii, o ayrı. Mesela oraya da geleceğim ama bir başa çıkma stratejisi; temel ihtiyaçlar, en azından yaşamı devam ettirmek için köye gitmek, kıra gitmek, oraya sığınmak. Bir başka grup, bunlar daha belki yine Türkiye'nin diğer tarafında imkanları olan, tanıdıkları olan, akrabaları olan, ne bileyim işte büyük şehirlerde okuyan çocukları olanlara çok rastladım ben, o okuyan çocuklarının yanına göç ettiler. Ama bunların hepsi geçici, kısmi yani çocuğunun evinde yaşamaya çalışıyor şu anda birçok insan. Ankara'da mesela, 700 bin deniyor göç alma. Çoğu bunların, burada okuyan öğrencilerin yanına gelen ailelerden bahsediliyor veya az çok az nüfuslu yurtlara, ama kendileri ev tutup buraya yerleşen, gelen aileler de var. Ama bunların hepsi kısmi göç yani geçici, oralarda işler düzelince tekrar dönmek üzere. O yerinden edilmişlik var ama geçici bir süre. Bunlar, durumu iyi olanlar. Mesela memur geliri var, düzenli bir geliri var, belki tasarrufları var. Ama şimdi büyük bir çoğunluk var ki, var olan eşitsizlik ve tabakalaşma içinde, zaten afet öncesinde de düşük gelir grubuydu. Yani çok fazla şeyi olmayan, ne derler, tasarrufu olmayan, çok fazla işi düzenli olmayan, belki kiracı olarak yaşayan. Bir ev sahipliği olmayınca biliyorsunuz; şu andaki afet politikaları, ev sahibi olmayanları dışarıda bırakıyor. Yani kiracıya bir defalık bir taşınma desteği veriliyor. Onun dışında çok fazla bir katkısı olmuyor şu andaki yardımların. Dolayısıyla, kiracıdır, tasarrufu yoktur veya imkanı yoktur, bunlar dışarıya gidemiyor. Köyle alakası yok, büyük bir çoğunluk orada kaldı tabii. Onları da şimdi görüyoruz ki çadır kent hatta tercihen hava şartlarından dolayı, meteorolojik şartlar da maalesef aleyhte ilerliyor, bu seller gibi. Yani oradan konteynerlere geçme, hatta yani mümkünse kalıcı konutlar. Ama daha epey bir zaman var. Yani bu anlamda farklı stratejiler benimsediler, en azından temel ihtiyaçları karşılayabilmek için. Bu anlamda büyük çoğunluk bölgede kaldı ve orada yaşamaya çalışıyor. Bu çok tabii önemli bir konu. Şimdi dışarı gidenin de geçici olduğunu düşünüyorum, onlar da bir şekilde dönecekler. Ama bir kısım var ki dönmeyecek. Onlar profesyonel kişiler. Yani profesyonel bilgi beceri sahibi, orta sınıf, imkanı var. Zaten daha çok iş amacıyla zaten bölgedelermiş. Onlar şimdi başka bir bölgeye, memleketlerine veya farklı bir yere gittiler ve artık dönmeyecekler. Yani bu anlamda bölgenin, daha bilgi becerisi yüksek bir kesimi kaybettiğini düşünebiliriz. Bir şekilde geri dönmeyecek şekilde. Bu anlamda yerinden edilmiş ve göç hikayesi böyle bir hikaye, görebildiğimiz. Ama bu sizin bahsettiğiniz güven duygusu ve umut; umut var tabii. Hiç kimse memleketinden olmak, vatanını bırakmak istemez. O anlamda büyük çoğunluk eğer oradaki şartlar düzelirse en azından, temel düzeyde ihtiyaçlarını giderecek kadar bile düzelse, mesela konteynerler; daha böyle yaşanabilir, insan yaşamına uygun bir konteynerler yapılabilse o zaman bile dönmeyi düşünebilir insanlar. Yani onun için bir umut var halen. Umut böyle çekip gidip, tamamen boşaltıp, bütün her şeyden umudu kesmek değil. Umut var. Kendi memleketini kimse bırakmak istemez. En azından orada kayıpları var, canlarını kaybetmişler, orada defnetmişler. Kim onları bırakıp da, bizim kültürümüzde başka yere giden mutlaka onların yanına dönecektir. O anlamda bir umutları var, tekrar orası düzelecek ve dönecekler diye. Peki, şimdi gelelim güven meselesine. Güven bambaşka bir konu tabii. Güven ve güven verici birtakım uygulamalar yapılabiliyor mu? Yani çadırlarda, konteynerlerde ve ilerisi için kalıcı konutlar haricinde. Bu süreç çalışacak zaten el mahkum ama bu sürecin içinde sağlanan güven duygusu ne kadar yüksek? Kalıcı konutlar ne kadar güvenli olacak? Tekrardan, hepimiz alacak mıyız? Benim gücüm yetecek mi? Çünkü kalıcı konutlar da bedava verilmeyecek sonuç olarak. Bu anlamda tabii ki kuşku var. Ama esas mühim olan güven de o değil bence, yani ‘eve ulaşacak mıyım, ulaşmayacak mıyım?’ meselesi değil. Güvende bence en önemli mesele, ‘ben eski kentimi bulabilecek miyim?’, ‘eski kimliğimi, eski sosyal yaşamımı, eski komşularımı, eski mahallemi nasıl bulacağım?’, ‘nasıl buraya erişeceğim?’ Çünkü bizim kaybımız bir taraftan can, mal kaybı ama bir taraftan da bütün o komşularımı yani ev adresimi kaybettim ben şimdi. Bütün bunlara yeniden nasıl döneceğim? Burada bana güven veren, bana geri bildirim yapan bir şey var mı? Birileri var mı ki bana garanti veren, işte o eksik biraz. Yani ne yapılması gerekir demişti Gürhan Bey. Evet, biraz bu eksik. Yani orada kalmayı tercih edenler biraz kendi başına kalmış gibi, geriye ilişkin yani ileriye ilişkin hiçbir şey yok. Bildirim yok gibi. Nasıl olacak buralar? Bu anlamda mesela bir şey düşünülebilirdi, belki de sosyologlar burada işe girebilirler. Yani siz ilerinin kentine nasıl bir kent görmek istersiniz? Mesela Hatay'ın merkezi kimliği olan, tarihi eserleri olan, çoğu da yıkıldı, tekrar oranın yeniden tesis edilmesini, ona benzer bir şey mi istersiniz? Yoksa orası rekreasyon alanı mı olsun? Şimdi artık oranın güvenli olmadığı da anlaşıldı. Zemin olarak daha güvenli, farklı bir yerde, farklı bir kimlikle mi bir yer tesis edilmesini istersiniz? Siz buranın neresinde yer almak istersiniz? Nasıl bir Hatay'da, nasıl bir Maraş'ta yaşamak istersiniz? İnsanlarla bu diyalogların başlaması lazım. Çoktan başlaması lazımdı. Eğer biz geleceği inşa edeceksek bu kentlerde, insansız geleceği inşa edemeyiz. İnsanlara danışmadan, oranın esas, şu anda orada olan veya dönmeyi düşünen, sahiplerine danışmadan biz orayı inşa edemeyiz. Mesele sadece konut yapmak meselesi değil, güvenli konut yapma meselesi değil. Mesele oradaki geleceği nasıl inşa ederiz? Bu anlamda güven olur, oluşabilir ancak bu diyalog biraz eksik kalıyor. Oradaki insanlarla sadece ‘su mu istiyorsun, yemek mi istiyorsun, aman çadır eksik’, şimdiki diyalog bu durumda. Ama geleceği ile ilgili bir şey konuşulduğunu ben görmedim en azından. Tabii ben sahaya gitmedim ama medyadan izleyebildiğim kadarıyla bu diyalog eksik maalesef. Onun için de güven biraz güvensizliğe dönüşüyor. Geleceği beraber konuşmamız lazım ama kimse orada yaşayan, oranın esas sahiplerine dönüp de ‘siz nasıl bir gelecek istiyorsunuz?’ diye sormadı şu ana kadar. Yani belki sosyologların hatası, bir an evvel bunu düşünmemiz lazım diye düşünüyorum Nazlı Hanım.

G.E.: Evet hocam. Yani şu anda zaten bölgede, bölge halkının da en büyük şikayeti bu. Kendilerinin gelecekleriyle ilgili kimsenin gelip onlara sormadığı, danışmadığı önemli bir şikayet durumunda. Siz konuşmanızın başında aynı zamanda köyler konusuna da değineceğinizi belirtmiştiniz. Ona da girebilir miyiz hocam?

Köylerin hikayesi, kırın hikayesi çok farklı

S.K.: Şöyle, İstanbul'da 99 depreminde şöyle bir şey olmuştu; ODTÜ, bir takım destekler vereceğini söyledi her bölüme, “Her bölüm kendi disiplini çerçevesinde ne yapacaksa yapsın, ben destek veririm,” dedi. Ben de o zaman sosyolog olarak, aşağı yukarı iki buçuk ay filan olmuştu, Düzce Depremi'nden hemen önce, ODTÜ otobüsleriyle beş hafta boyunca sahaya gittik, geldik. Bütün o prefabrikleri ve çadır kentleri dolaştık, insanlarla konuştuk, neler kaybettiler, nasıl etkilendiler, ne yapmak istiyorlar? Bizim o zaman öyle bir çalışmamız olmuştu. Fakat bu, tabii ki kent. Sonuç olarak kenti anlamıştık biz. Ne zaman ki Van - Erciş depremi oldu ve biz yine ODTÜ deprem merkezi aracılığıyla gittik. O zaman da henüz daha bir buçuk ay filan olmuştu gittiğimizde, o zaman anladım ben kırın ne kadar önemli olduğunu ve kırdaki etkilenmenin ne kadar farklı olduğunu kentten. Yani kentte binalar diyoruz, dükkanlar diyoruz; malları, dükkanlarda kalanlar veya evlerde kalanlar falan bambaşka bir hikaye. Çadırlar kuruluyor, çadır kentler falan. Kentin hikayesi, kentin etkilenmesi başka. Biz dört, beş tane köy gezdik, bayağı da çok etkilenmişti. Yani en çok etkilenen köyleri gezdik. Şimdi bir defa köylünün hikayesi çadır kent değil veya su bulmak, yemek bulmak da değil. Çünkü köylü zaten şimdiye kadar kendi kendine o suyunu da, yemeğini de bulmaya alışık. Onlar zaten toprak insanı olduğu için her halükarda ekmeğini, aşını, suyunu topraktan karşılıyor zaten ki o zaman da kış zamanıydı. Van depremi de gene Kasım’da oldu. Şimdi dolayısıyla, onların derdi ‘bana su getirin’, ‘ekmek getirin’, ‘aş getirin’ değil. Birincil dertleri hayvanlarıydı, köylünün derdi hayvan. Hayvan kendi canından öte, önce. Gelen hayvanı nasıl koruyor? Hayvanlara çadır istiyorlar. Mesela buraya gönderilmiş çadırlar, insanlara uygun çadırlar, hayvanlara uygun gelmemiş. Çünkü hayvan çadırı diye bir olay var. Hayvanlar terliyor ve insan çadırlarında hasta olmuş bütün hayvanlar, o terden ve o nemden dolayı. Mesela o zaman bu niye düşünülmemiş? Bu sefer Maraş depreminde duydum ben ara ara; bütün köylere hayvan çadırı gönderildi. “Hah,” dedim, demek ki deneyimden bir şey çıkmış. Yani köylülerin derdi hayvanı, birincil derecede. İkincisi, yine hayvanla ilgili. Hayvanları çünkü onlar canından öte, bütün hayatı ona bağlı. Yem. Mesela ahırlar çökmüş, çoğunlukla da ahırlar çökmüş, evlerden çok ahırlar çökmüş ve bütün oradaki yemler toprakla karışmış, hayvanlara verecek yem yok. “Bana yemek vermeyin ama hayvanıma yem gönderin,” diyor. En öncelikli hayvanı. Şimdi birincisi hayvanları, ikincisi bu yem meselesi, köylerin derdi bu. Öteki taraftan köyler, dedim ya kentteki esas temel ihtiyaçlar, köylüler o temel ihtiyaçlarını kendi kendilerine karşılayabilecek durumdalar, yapıyorlar da zaten. Bir tane köy tamamen yıkılmıştı gittiğimiz zaman Van'da, şimdi ismini hatırlayamayacağım, o köy tamamen yıkılmıştı ama ona rağmen yine onlar ayakta durabiliyordu. Hatta biz gittiğimizde onlar kendileri tahtalarla kendi kendilerine evlerini yapmaya başlamışlardı, kendi evlerini kendi teknolojileriyle, kendi imkanlarıyla. Bu anlamda, öyle sokakta kalmıyor köylü. Hemen kendi çaresini kendi üretiyor. Ama işte hayvanlarına bir çare bulamıyor. O anda yem bulamıyor işte, mazot bulamıyor. Onun derdi o. Buna karşılık mesela Van'da şöyle bir şey daha olmuştu; İstanbul Belediyeleri’ne görev verilmişti. Her bir ilçe belediyesi bir köyü sahiplenmişti. O anlamda köylere bu belediyeler, çamaşır makinesi, her türlü makineler götürmüşlerdi, özellikle çamaşır makineleri çok ilginçti. Ondan sonra mutfaklar kurulmuş, şu anda olmayan, olamayan, hep söylenen tuvaletler, tuvalet olanakları kurulmuş. Ama şimdi bunlar daha çok kentle ilgili meseleler, yani kente uygun. Şimdi adam diyor ki, “Suyun zaten basıncı bile yok. Su yok doğru dürüst. Ben bu çamaşır makinesinde ne yapacağım? Ben elde yıkarım çamaşırımı. Sorun değil,” diyor köylü insanı. Yani köye çamaşır makinesi götürmek bir dizi, on tane çamaşır makinesi zaten çoğu çalışmamış. Bu işte kent mantığıyla kente, köyün ihtiyacı başka, kentin ihtiyacı başka. Kentin ve köyün dertlerini çok daha farklı anlamak lazım. Biz hep kentler olduğu için köyü anlamamışız. Van'da bu çok güzel ortaya çıkmıştı, görmüştük. Şimdi aynısı burada da oldu. Bir de şöyle bir şey var.; köylü geri durmuyor, yani kentli gibi. “Eyvah! Çadıra oturayım da çadırda günümü geçireyim. Bana yemek versinler, oturayım. Ne yapabilirim? Evim yıkıldı. İşim yok,” filan demiyor. Köylünün işi devam ediyor. Köylünün hayatı, gündelik hayatı, gündelik aktiviteleri devam ediyor, tarlasını sürüyor. Köylü geri durmuyor işinden. Kendi evini bile yapmaya başlamış dediğim gibi. Kendi ahırını yeniden inşa etmeye başlamış. Öyle bir oturup da geriye durup beklemiyor. Çünkü onlar zaten hayatlarına bu şekilde devam etti. Dolayısıyla köylerin hikayesi, kırın hikayesi çok farklı. Nasıl etkiliyor onları? Kalkıp gitmeyi zaten zerre kadar düşünmüyorlar, orada devam ediyorlar. Sadece ev yıkılmış, yeniden yaparız diyorlar. Biraz destek istiyorlar hayvanlarıyla ilgili.

G.E.: Evet, hocam. Elvan'ın sorusu var.

Elvan Cantekin: Afetin oluşundan sonraki süreçten bahsettik de ben birazcık daha böyle erkene dönmek istiyorum. Biz toplum olarak niye afet risklerinin azaltılması ve afet yönetimi konusunda yeterli olamıyoruz? Bu konuda gerekli çalışmaları yapamıyoruz? Bu konuda toplumsal bir problem mi var yoksa tamamıyla bu yöneticilerin etkisiyle oluşan bir durum mu?

Bizim kültürel bir handikabımız var, o da 'afet doğaldır'

S.K.: Elvan Bey, bu hikayeyi, herkes net bir şekilde biliyor cevabı. Ama ben yine kendimce söylemeye çalışayım. Şu anda İstanbul da böyle, öncesine yönelik yani öncesinden bunu düşünmemiz gerekir ve bunu da halka sorarak yapmamız lazım. Beraber, hep beraber bütün paydaşlar hep beraber elimizi taşın altına koyarak yapacağız hazırlıklı olmayı. Bir projede çalışacağız, devam ediyor projemiz, bu anlamda söyleyeceğim. Yani tabii ki öncesi, esas öncesi. Fakat Türkiye'de ne kadar literatür tarattıysam, kime baktıysam, hangi şeye baktıysam, Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı’yla (AFAD) da çok çalıştık zaman içinde, hep sonrasına ilişkin, sonrasında arama kurtarmayı nasıl yaparım, enkazı nasıl kaldırırım? Sağlık, sağlık hizmetleri bu arada kendini bayağı geliştirdi. Bu konuda Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi (UMKE) gibi böyle bir durumda sağlık hizmetlerini nasıl ulaştırırım ki bu bayağı UMKE’nin bu anlamda başarı hikayesi. Bir de bu çadırların kurulması, ondan sonraki yeniden kalıcı duruma geçmek, biz burada bir şekilde deneyimlendik. İstanbul, Düzce, Van, bu depremlerden sonra biz burada deneyimimizi bayağı geliştirdik. Her ne kadar arada AFAD kuruldu. AFAD'ın kurulmasına biz hala desteğiz, AFAD'ın kurulması çok büyük bir kazanımdı. Ama bunlar hep sonrası için. Yani şimdi iki tane kavram var bu afet sosyolojisi literatüründe. Bir tanesi risk yönetimi, bir tanesi risk azaltmak. Biz hep risk yönetimi tarafına gittik. Yani ortaya çıkmış birisi, “Bunu nasıl yaparız?” Halbuki risk azaltma ve önleme konusuna hiç kafa yormamışız ne yazık ki. Bu biraz bizim bürokrasinin hatası diye düşünüyorum. Ama dünyada da böyle, ilginç bir şey. Dünyada da hep önlemekten ziyade sonra ne olur, sonrasında etkileri nasıl kontrol ederiz? O riski, ortaya çıkan riski, afetin riskini nasıl kontrol ederiz, ne yaparız? İşte yeniden toparlanma dönemi filan, hep buraya yoğunlaşmışız nedense. Ama esas mesele daha öncesi. Daha öncesinde niye eğilemiyoruz? Bizim kültürel bir handikabımız var, o da afet doğaldır. Zaten kullandığımız kavramdan belli, doğal afet diyoruz. Doğal afet diye bir şey yok, doğal tehlike var. Ama afet doğal değil. Afet bizim kendimizin yarattığı bir sonuç. Bu anlamda zaten kullandığımız kavrama bakarsanız onun bile bir bu kaderciliğin simgesi olduğunu görürsünüz. Yani kadercilik o şeyi anlamamak, doğal tehlikelerin niteliğini, ortaya ne gibi sonuçlar çıkarabileceğini anlamamak. Ben AFAD’da eğitimler verdim, yine biz İstanbul'daki kadınlarla çeşitli tanışmalar, konuşmalar yapıyoruz. “Biz eğitim aldık,” diyor, “Ama daha da alsak iyi olur,diyor. “Yine de çok inanmıyorum çünkü ev yıkılınca ne yapacağım, nasıl kaçacağım ki zaten? Ölürsem ölürüm. Bu eğitimin ne faydası var ki? diyor. Şimdi bir şey yapılabileceğine inanmayan bir kaderci kültürümüz var. Yani tehlike varsa var, ölürsek de ölürüz, buna ne yapabiliriz, nasıl engelleyebiliriz? Sel gelirse gelir, selin engellenebileceğine, depremin kontrol edebileceğine dair insanların kafasında bir şey yok, kavram yok, bilgi yok. Bunu vermemişiz. AFAD’da var mı bilmiyorum da insanlarımızda yok, kesin bu anlamda, risk algımız da yok. Yani risk, yani tehlikenin riski vardır. Şimdi şöyle bir örnek vereyim bizim kültürümüzden; trafik ışıkları var. Kültürel etkilerden, yorumlardan bağımsız dünyanın her yerinde trafik ışıkları vardır. Herkes de anlamını bilir. Kırmızı ışıkta durursun. Kırmızı ışıkta dur yani böyle son saniyede kırmızı ışık yanmadan geçme eğilimi. Nedir bizde? Bir an evvel annemi erken göreyim. Ama annemi hiç görememe ihtimalim de var değil mi? Risk var. Şimdi bu riski ben kabul ediyorum baştan. Ama niye? Çünkü daha erken görebilme şansımdan dolayı. Ama eğer göremezsem canım o zaman da şöyle diyor, Olmaz. Başkasına olur bana olmaz. Deprem gelir senin evin yıkılır. Benim evim sağlam başkasının evi yıkılır. İşte bu risk algısı, bir taraftan riski riskle yaşıyoruz. Riski kabul etmişiz baştan. İkincisi, buna kadercilikle de destek sağlıyoruz. Yani risk, ‘bana olmaz başkasına olur’ şeklinde. ‘Ne yapabilirim?’, ‘Nasıl değiştirebilirim?’ veya ‘Allah'tan gelmiş’ gibi kaderci söylemlerimizle, inançlarımızla buna destek sağlıyoruz, bu riski kabullenmeyi. O anlamda da hazırlık buradan etkileniyor. Bu hazırlıkla ilgili bu risk iletişimi, insanlara riski, bizim kültürümüzdeki ögeleri nasıl daha iyi anlatabiliriz. Burada sosyologlara çok büyük görev düşüyor bence. Bizim bu risk iletişimini çözmemiz lazım insanlarla. Sadece insanlarla değil tabii kurumlarla da. Yani bu kadercilik kültürünü aşmalıyız, onun için de unutuyoruz. Hani biz diyoruz ki balık hafızası, onun için unutuyoruz işte. Riski algılamadığımız için unutuyoruz yani, çok da önemsemediğimiz için.

G.E.: Evet, Nazan Hocam söz sizde.

N.C.: Evet biraz evvel Elvan'ın sorduğu soruya istinaden ben bir ekleme yapmak isterim. Özellikle kamu yönetimi açısından baktığımız zaman afet öncesi döneme ilişkin afet hazırlık çalışmaları, planlamalar ve önleme çalışmaları genelde görünmeyen hizmetler olarak değerlendiriliyor, özellikle de yerel yönetimler tarafından. Yerel yönetimler ve sorumlu otoriteler tarafından baktığımız zaman bunu gerek bütçe harcamalarında, gerek bazı bölümlere verilen önemli kurumlar içinde görebiliyoruz. Bunu çok net görmek mümkün yani önleme hizmetleri afet olmadan önce yapılan tüm hizmetler görülmeyen hizmetler. Çok kolay rakamlandırılmayan hizmetler ne zaman rakamlandırılıyor? Biz maliyetleri ancak afet olduğu zaman görebiliyoruz. Yani önlemenin faydasının getirisi kurumlar tarafından tam olarak hesaplanamadığı için aslında biz daha çok afet sonrası döneme odaklı yapılanma ve birtakım çalışmaları daha çok o alana yönlendiriyoruz. Aslında baktığımız zaman acil durum yönetiminde de bunu görmek mümkün yani her zaman arama kurtarma çalışmaları teçhizat, donanımlar gibi konular hep daha ön planda olan şeyler. Dolayısıyla afet öncesi dönem çok daha görünemeyen bir durum çünkü işler yolunda gittiği zaman, bir şey önlediğiniz zaman onu çok ölçmeniz veya siyasi anlamda ölçmeniz çok mümkün değil. En azından yönetimler açısından, bunu eklemek istedim.

E.C.: O zaman Nazan Hocam, ben bir şey sorabilir miyim? Yani hükümetlerin veyahut da kamu otoritesinin afet risklerinin azaltılmasını, afetlere hazırlık konusundaki planlamasını etkileyecek olan esasında toplumun afet algısı mı olacak? Yani toplum tarafından bir baskı gelince mi bu gerçekleşecek? Yoksa bu herhangi bir şekilde siyasi otoritenin tasarrufu olarak gerçekleşebilir mi, planladığı bir şey olarak gerçekleşebilir mi?

Gündelik riskleri yönetemediğiniz zaman afeti de yönetemiyorsunuz

N.C.: Yani otorite, siyasi otoriteler. Bunu saptamak zorundalar çünkü maliyeti bir şey olduktan sonra kendilerine kesiliyor.

E.C.: Ama ne zaman olacağını, nasıl, ne büyüklükte olacağını bilmediğiniz bir şey için böyle bir hesaplamayı nereye kadar yapabilirsiniz veyahut da ne kadar yapmak istersiniz bir siyasi otorite olarak?

N.C.: Şimdi olayı sadece deprem açısından düşünüyorsak, belki öyle. Ama deprem bence spesifik risk odaklı bir afet, yönetim anlayışını biz bu yüzden çok doğru bulmuyoruz. Yani gündelik riskleri yönetemediğiniz zaman afeti de yönetemiyorsunuz. Dolayısıyla gündelik riskler nasıl yönetiliyor? Aslında idareler tarafından baktığınız zaman da afet yönetiminin nasıl yönetildiği hakkında da bir fikir sahibi oluyorsunuz. Mesela bir örnek vereyim; bir kurumda hem önleme hem müdahale aynı anda verildiği zaman genelde hep müdahale ön plana çıkar. Bu çok doğal yani işin biraz tabiatıyla da alakalı bir durum.

E.C.: İtfaiye teşkilatlarında olduğu gibi değil mi?

Topluluk bazlı afet yönetimi esas alınmalı

N.C.: Evet, itfaiye teşkilatlarında olduğu gibi, aynen öyle. Yani planlamaları da prosedür olarak yaptığınız zaman zaten bir şey olduğunda maliyeti çok ağır olabiliyor. Biz hep şundan bahsediyoruz; yönetemediğimiz riski afet olarak adlandırıyoruz aslında değil mi? Yani bu herhangi bir şey de olabilir. Yani bakın, birkaç yıl evvel, tam tarihini hatırlamıyorum ama bir köprü çalışması olmuştu, çok büyük yankı uyandırdı. İnsanlara haber verilmediği için insanlar saatlerce köprü üstünde bloke oldular. İşte bu o zaman yerel yönetimleri vs. çok zor durumda bırakan bir durumdu. Yani yönetemediğiniz her konu risk olması bile gerekmiyor bazen, hem riske dönüşebiliyor, riskten de afete dönüşebiliyor. Dolayısıyla şu an için baktığımız zaman aslında afet yönetimi için çok farklı, tabii ki büyüklük olarak, ölçek bazında bir planlama yapılması gerekiyor. Ama asıl benim belki altını çizmek istediğim husus, gündelik hayatta riskler nasıl yönetiliyor, nasıl önleniyor? Buradaki soruların cevabı, bize afet yönetimiyle ilgili bilgiyi de verecektir diye tahmin ediyorum. Yani ben o kanaatteyim. Bir de biraz evvel hocam, kırsal ve kentsel özelliklerin dikkate alınarak bir afet yönetim modeli, yönetim anlayışından bahsetti. Evet aslında belki sorun şu değil mi? Planlamacıların veya yöneticilerin, sorumlularının kafasında ‘afetzede’ çok da hoş bir tanımlama değil belki. Bir profili var ve bu afetzede profili kentte de kırsalda da aynı model geçiyor. Eve ihtiyacı olan, acil durum ihtiyaçları olan bir model. Aslında baktığımız zaman kırsaldaki topluluk bazlı bir afet yönetiminin veya afetzede anlayışının, afet yönetiminde esas alınması gerekiyor yani topluluk bazlı. Çünkü kentsel anlamda da baktığımız zaman ihtiyaçlar bütün kent için aynı değil. Mesela kentin içinde mahalle odaklı bir afet yönetim anlayışı da bizde tam oturmamış durumda. O yüzden hem geçici barınma hem de kalıcı konutta, mekan tasarımındaki bu kırılganlıklar artıyor veya azalıyor. Biz 99 depreminde bunu çok net görmüştük. Yani insanların o komşuluk ilişkilerini, konteynerlerin şeklini değiştirerek veya orayı daha insancıllaştırarak birtakım değişimler yaptığını, yani mekanı değiştirmeye çalıştıklarını. Dolayısıyla tek bir afetzede tanımı da bu kırılganlıkları arttırıyor veya kırılganlıkları çok derinleştiren bir husus, afet yönetimi anlayışında. Sadece kırsal ve kentsel değil, kent içinde de topluluk bazlı bir anlayışın yerleşmesi, bu toplumsal kırılganlıkları da azaltacaktır diye düşünüyorum. Bilmiyorum, hocam ne der?

G.E.: Evet Sibel Hocam.

S.K.: Çok haklısınız Nazlı Hocam. Yani kent kırılmış, bir de kentin içinde o kırılganlık konusu. Tek tip çözüm, tek tip düşünce, aynen, çok doğru söylediniz. Yani ben bütün medyadan başından beri izliyorum gidemediğimiz için, nerede ne varsa öğrenmeye çalışıyorum. Kim ne derse onu hafızamda hatta bir not defterinde tutuyorum, oraya not ediyorum. Şimdi engelliler ve yaşlılar pek gündeme gelmedi. Yani kurtarılamadığı gibi, onlar görünmezler zaten. Toplumda da zaten var olan bir şekilde de pek görünmüyorlar. Yani ne yapıldı engelliler ve gençler için? Özel bir uygulama var mıydı? Bir merkez, onlarla ilgilenen özel bir ekip birkaç tane, haberlerde gördüm. Mesele sadece engelli yaşlı olması da değil, mesela on iki, on üç yaşlarında bir kız çocuğunun böbrek hastalığı var, kronik hasta ve çadırda on beş kişi kalıyorlar. Annesi diyor ki, “Ben bu çocuğa bakmak zorundayım.” Ama çadırda mesela sürekli üstü başı değişiyor bu çocuğun, nasıl bir böbrek hastası çocuk? Aynı zamanda da tekerlekli sandalyede. Ben bu çadırda, bu on beş kişinin içinde bu kız çocuğunun nasıl bakımını yaparım, nasıl bakarım, nasıl ederim? Şimdi o kız çocuğunun orada yaşamaması lazım. Bu çocukların hemen alınıp, bütün bu kronik hastaların hemen bir sağlık bakım merkezine toplanılması lazım. Annesi oraya gelir gelmez, o ayrı mesele. Ama bu insanlar çadırda kalamaz. Engelli veya kronik hastalığı olan insanlar için bir sağlık modeli olması lazım. Bu psiko-sosyal desteklerle ilgili olarak, 0-10 yaş grubu çocuklara palyaço getirelim, işte onlarla trencilik oynayalım, tamam güzel, ben ona bir şey demiyorum. O çocuklar da travma yaşamışlar, ailesini kaybeden çocuklar var. Ama şimdi şöyle bir grup var ki ben şahsen Marmara depreminde ikinci kez gidip, kendim özellikle bir odak grup çalışması yapmıştım. Sonradan fark ettik çünkü 12-17 yaş grubu çocukları palyaçoyla eğlendiremezsiniz veya travmasını o şekilde unutturamazsınız o çocuklara. Onlara başka türlü bir psiko-sosyal destek vermeniz lazım. O yaş grubu tamamen ihmal edilmiş bir yaş grubu. 18 yaş üstü, eğitimi etkilenmiş, üniversite sınavına girecek ilgilenememiş; kariyeri, geleceği... Onlarla farklı bir şey yapmamız lazım. Kadınlarla ilgili olarak da kadınların kırılganlığı. Kadınlar bu yükü en çok kaldıran kitle çünkü erkekler dışarıda, belki işine devam ediyor, belki eşya kurtarmanın peşinde ama bütün evin yükü, suyu taşıması, yemeği pişirmesi, temizliği yapması o şartlarda yani yoksunluk şartlarında, çocukların güvenliğini sağlaması, eğitimleriyle ilgilenmesi, yani her şey kadına kalmış durumda. Kadın da bir depremzede bu arada, bir afetzede. Bu anlamda bütün o sellerde de yine kadınlar çabaladı. Bu anlarda kadının yükü çok ağırlaşıyor, normal zamanda zaten ağır. Tabii ki kadınların muazzam bir güvenlik sorunları da var, emniyet sorunları da var. Özellikle elektriğin kesildiği durumlarda güvenlik güçlerinin kontrol alanının çok güçlü olmadığı durumlarda kadınların ve çocukların güvenlik sorunları var. Özellikle bu insan ticareti konusu çok ciddi bir boyuta ulaşıyor. Bu anlamda sadece evlerin yağmalanması değil insan ticareti trafiğinin canlanması gibi bir durum da var. Bütün hepsinde, hem İstanbul'da, hem Van'da... Ben gitmediğim için bölgeye duyamadım ama böyle ciddi bir tehlike var. Bu anlamda kadınlara, genç çocuklara yönelik insan trafiğinin, insan ticaretinin nasıl engelleneceğine dair bir çalışma olması lazım, bununla ilgili ayrı bir politika olması lazım. Sadece güvenlik güçlerini, jandarmayı orada gezdirmekle olmaz bu iş. Yani mesela bunun için çadır kentlerin tasarımına bile dikkat etmek lazım. Çadır kentleri askeri barakalar gibi sıra sıra mı yapalım yoksa yüz yüze yapıp herkesin birbirini, toplumsal mahalle anlamında, birbirini görecek şekilde mi tasarlayalım? Çadır kent tasarımında bile bu ciddi bir konu. Yani bu güvenlik sağlanabilir. Hiç düşünmediğimiz bir konular; yemek nasıl ulaştırılır, yemek mi verelim, ısınma problemi, çadır... Bu kadar basit değil. Tabii bunlar çok önemli çünkü temel ihtiyaçlar. Ama çok daha farklı ihtiyaçlar var. Özellikle bu engellilerin, çocukların, kadınların, göçmenlerin hikayeleri ayrı. Kayıtlı göçmen var, kayıtsız göçmen var. Onların hikayeleri ayrı, onlar bir defa sesini duyuramıyor, dil problemleri var. Türk vatandaşı olmayan ama afetzede bir sürü göçmen var. Onların durumunun ne olacağına dair ayrı bir konu olması lazım. Beni, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’yla ilk günlerde konuştum. “Biz bunları kamplara gönderiyoruz,” dediler. Kamplara gönderince yetiyor mu yani? Bilmiyorum, yani kamplara gönderince problem çözülüyor mu? Bu anlamda farklı nüfus grupları, her afete göre, afetin niteliğine göre de yaşanan farklı farklı kırılganlıklar var ve bunların hepsi ciddi konular, daha ne olabilir? Biz şu anda biliyoruz sosyal eşitsizlikleri ve ileriye dönük bir afette ne hale gelebilir? Bunu şimdiden tahmin edebilmemiz ve buna göre önlem alabilmemiz lazım. Elvan Bey'e katılıyorum, bir kısmı parayla ilgili. Yani bu kadar bilinmez bir şeye, belirsizliğe ne kadar para yatırabilirsiniz hele ki bizim gibi yoksul bir ülkede buna önceden nasıl, ne kadar yatırım yapabilirsiniz? Nazan hocaya da katılıyorum ama hazırlık yapmanın çok pahalı olmayan, büyük paralar istemeyen kısımları da var. En azından onları yapsak, benim için o bile yeterli. Aile Bakanlığı’na gittim dedim ki, “Bu barınma yardımınız var. Çok da efektif değil. Yani barınma yardımı çok az sayıda kullanılıyor. Bu barınma yardımı için afet öncesi evi güçlendirecek olan yoksullar belli gelir testlerinden geçsinler ve evlerini güçlendirmek için yoksullara verilebilen bir barınma yardımına dönüştürsek, bunu düşünür müsünüz?” dedim. “Ooo!” dedi, “Ne kadar pahalı olur siz biliyor musunuz?” dedi, “Ona hiç varamayız,” dedi. Barınma dedikleri, depremden sonra evi yıkılırsa ev sahibine vereceği taşınma desteği, o kadar. Onun dışında başka bir barınma yardımı yok. Mesela burayı geliştirebilirler daha öncesine yönelik olarak, ev güçlendirmeye yönelik olarak. Yoksulların ev güçlendirmesi mümkün değil, yani o anlamda ne yapacak? Yani belediyelerin de bu kadar parası yok, her yere birden de güçlendirme yapamaz. O zaman burada bir önceliklendirme yapılması lazım; nereye gideceğim, nasıl yapacağım, hangi alanda yapacağım? Bizim Eskişehir'de yaptığımız bir çalışma vardı. O önceliklendirme çalışmasında zeminden birçok bileşik endeks çıkarttık, bütünleşik bir endeks. Sosyal bina ve zemin kırılganlıklarını birleştirerek yaptık. Şimdi bölgede zemin sağlam, bina sağlam ama insanlar yoksul. Oraya niye güçlendirme yapayım? Ama oradaki insanların ihtiyacı var, sosyal yardıma ihtiyacı var. Başka bir yerde zemin kötü, bina iyi ama insanlar kötü. Orada yine insanlara diyeceksiniz ki, “Bakın sizi buradan başka yere almanız lazım.” Sosyal konut yapacaksın, rezerv alanı yapacaksın ama o insanları evinde oturtmayacaksın. Başka bir yerde bina kötü, tamam o binaya güçlendirme yapacaksın ama o insanların durumu da yoksul ise o zaman onlara destek vereceksin. Böyle böyle, farklı farklı alanlarda, farklı farklı duruma göre bilgi toplamak lazım. En önemlisi de bilgi. Daha önceden bu farklı önceliklendirmeye ilişkin bilginin veri tabanının olması lazım ki sonradan buna ilişkin kamu idaresini, kamu maliyetini daha dikkatli kullanabilmek için, daha efektif kullanabilmek için. Yani yapılabilecek çok şey var Nazan Hocam ama bunu yapma iradesi olması lazım. Çok da para istemeyecek şeyler de var. Yani en azından yapabildiğimiz kadarını yapsak bile o yeter.

G.E.: Evet hocam. Konuşmanızın bir noktasında Van depremine bir buçuk, iki ay sonra sosyologlar olarak gittiğinizi belirtmiştiniz. Özellikle sosyologların faaliyet gösterebilecekleri bir zaman mıdır?

S.K.: Yani hemen başlıyor. Artık bundan sonra, evet, bundan sonra bence toparlanma döneminde özellikle gidip oradaki farklı kurumlarla, özellikle geleceği tesis edecek kurumlarla, otoriteyle, kişilerle, yerel yönetimlerle konuşulup ilk bölümde söylediğim o diyaloğu, ‘Geleceğin kentlerini nasıl istersiniz?’ diyaloğunu yapacak olan bence sosyologlardır. Ama sosyologlar yalnız gidemez. Çünkü biz orada yapının nasıl olması gerektiğini, ben bilemem onu. Onun için bir interdisipliner çalışma ile ekip olarak gitmeliyiz, farklı disiplinlerden bir ekip olarak gitmeliyiz. Sosyologlar tek başına sadece iletişimi sağlar, bütün bu diyaloğu sağlar ama ben bina biçimini, hangi zeminde ne yapılması gerektiğini bilemem. Bununla ilgili de yanımda inşaat mühendisi olacak, jeolog olacak, psikolog olacak, tarihçi olacak. Çünkü biz bir ekip olarak orada çalışmaya başlamalıyız. Yani her şeyi de kamuya bırakmamak lazım belki. Belki biraz bizim de yardım etmemiz lazım. Artık ekipler oluşturup geleceğin kenti nasıl olmalı konusunda bizim de belki bir inisiyatif alıp bölgeye artık yavaş yavaş gitme zamanı bence.

G.E.: Evet. Elvan’ın bir söyleyeceği var.

E.C.: Evet. Tam bu noktada esasında söyleyeceğim değil soracağım bir soru var. Şöyle, içinde bulunduğumuz dönemin bir seçim dönemi olması nasıl etkiler?

S.K.: Elvan Bey, aynen. Yani şu anda biraz seçime endeksli bir durum oldu ne yazık ki. Yani gündemde bir tarafta deprem ama bir tarafta da seçim öne geçti. Bu tabii olumsuz etkiliyor şu anda. Yani seçim olumsuz, özellikle de diyalog filan kurmadan hemen apar topar orada birtakım işler yapılmaya başlanması filan olumsuz bir etki bence. Yani tamamen seçim odaklı bir çalışma. Ama olumsuz etkiyi engelleyemeyiz. Ne yapabiliriz? Yani seçime endeksli bir olay tabii şu anda. Bütün Türkiye o seçime endeksli. Onun için biz zaten şu anda planımızı Mayıs sonuna diye ayarladık. Yani bizim bir planımız var, gitme planımız. Ama biz Mayıs sonunu düşünüyoruz, seçim sonrasını. Seçimden önce, şu anda bir şey yapmak mümkün değil.

G.E.: Evet. Son olarak Nazan Hocamın sözünü alıyoruz.

N.C.: Evet ben de bir soru soracağım hocama. Daha önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) hazırlamış olduğu bir sosyal hasar görebilirlik çalışması vardı. Sanıyorum siz de bu ekipteydiniz.

S.K.: Ben yaptım, evet.

N.C.: Evet, arada sanıyorum, 2018’de.

S.K.: 2017-2018 Nazan Hocam.

N.C.: Evet. Tabii beş sene İstanbul için büyük bir şey, zaman zarfı olabilir. Belki sosyal hasar görebiliriz, bu anlamda da değişiklik göstermişti. Acaba hangi alanlarda arttı? Yeni unsurlar, yeni belirleyiciler var mı? Bir de tabii olması muhtemel İstanbul depreminde bu kırılganlıkları nasıl dikkate alarak planlama yapabiliriz veya bu kırılganlıkların dikkate alınarak hazırlık çalışmalarının yapılması neyi ifade ediyor? Yani somut olarak biz bu çalışma yapıldı ama bunların dikkate alarak planlamaya nasıl dahil edeceğiz? Hazırlık çalışmalarına nasıl dahil edeceğiz? Sizin bu konudaki görüşünüzü almak isteriz.

G.E.: Son bir dakikadayız Sibel Hocam.

S.K.: Nazan Hocam, biz bu sosyal kırılganlık çalışmasını yaptıktan sonra İBB tekrargüncelledi, fiziksel kırılganlığı da yaptılar. Yani benim Eskişehir'de yaptığım bütünleşik kırılganlık sistemi hazır. Şu anda biz İstanbul'un neresinde fiziksel ve sosyal kırılganlık var biliyoruz. Bir de tehlikenin de nerede olduğu belli, fayın nereden geçeceği. Dolayısıyla ben İBB'deki sorumlu kişi olsaydım hem fiziksel, hem sosyal olarak hemen en riskli alanlardan başlar, bu insanlarla hemen bir diyalog kurardım çünkü evi boşalttırmak da ayrı bir çalışma grubu. Kimse evini bırakmak istemiyor ama orada da ciddi bir iletişim becerisi gerekiyor. Orada bir ekip kurup bu insanlardan kurtarabildiğimi sosyal konutlara, rezerv alanlara, mümkün olan başka kiralık alanlara taşırdım. Yani kurtarabildiğimi kurtarmak amacıyla. Şu anda, bir an evvel. O evlerin güçlendirmeyle veya karotla masraf edilmesine gerek olmadığını da düşünüyorum. Burada mühendis arkadaşlarımız var. Yani riskli ev riskli evdir. Zemin, bina kötü, eski ev zaten. Eski teknolojiyle yapılmış o evleri bir daha güçlendirilmek için ayrı masraf yapılmasına bence gerek yok. Bir an evvel mesela Kiptaş'ın filan projelerinin benzeri olarak, sosyal konutlara taşınması ve ikna edilerek tabii. İkna edilerek, insanları tek tek, adam adama markajla, tek tek ikna ederek... En riskli alanlar belli zaten.

G.E.: Hocam bitirmek zorundayız. Çok teşekkür ederiz programımıza katıldığınız için sağolun. 95.0 Açık Radyo’da Altın Saatler programında konuklarımız Prof. Dr. Sibel Kalaycıoğlu ve Dr. Nazan Cömert idi. Gelecek hafta yeni bir programda görüşmek dileğiyle hoşçakalın.