Tarih nerede başlar?

-
Aa
+
a
a
a

Tarih yazı ile mi başladı, başlamak zorundaydı? Akdeniz'de Pusulasız'ın bu programında tarih ve bellek kavramlarını sorguluyoruz.

mağara resimleri
Tarih nerede başlar?
 

Tarih nerede başlar?

podcast servisi: iTunes / RSS

2021 Den bir an evvel kurtulmak için olsa gerek, en son yayınlanan yazımın tarihini 7 Aralık yerine 7 Ocak olarak atmışım. Uyarılarınız için teşekkür ederek başlamak istedim. 

Ama bu program için merak etmeyin yanılamam, çünkü 21 Aralık’ta en uzun geceyi, kış dönencesini yaşadık. Yani önümüzde daha kısa geceler ve sonuç olarak da daha uzun günler var artık. Belki bu oğlak dönencesi ülkemiz için de bir dönüm noktası olur ve güneşli güzel günler görüp hep birlikte motorları maviliklere süreriz sevgili Açık Radyo dünyası. 

Tarih kavramı söz konusu olunca kafam hep bir karışıktır zaten. Acaba Türkçe’nin tarih kelimesini karşılarken yetersiz kalmasından olabilir mi? Hem içinde bulunduğumuz günün tespiti için -“Bugünün ‘tarihi’ 21 Aralık”ta olduğu gibi- hem de “Geçmişe dair olan” anlamında “tarih” aynı kelime ile karşılanıyor. 

Halbuki birçok dilde bu iki kavram için iki ayrı kelime üretilmiştir. 

Tarih varsa bir de “tarih öncesi” kavramı olmalı. Bu kavram bize ne hissettiriyor? Duyduğumuz anda aklımıza ne geliyor? Bana Fred, Barni, Wilma’yı ve tabii ki Bambam’ı çağrıştırıyor mesela. 

Aslında tarih öncesi devirler dediğimiz zaman kastedilen, yazının henüz kullanılmaya başlamadığı zamanlardır. Ancak modern tarih anlayışı için yazının kullanılmaya başlanması o kadar büyük bir hadise ki tüm insanlık gelişimine dair ana çizgi bu kavram üzerinden çekilmiş. Yani yazının kullanılmadığı üç milyon yıl bir kümede, kullanıla geldiği şu son 5000 yıl bir kümede…

Yani yazı yoksa her şey çok palyatif, eksik, hatta olumsuz bir anlam içeriyor. 

İşte ben buna pek katılmıyorum. 

İlla bugün anladığımızı anlamda, dillerin yazıya geçirilmesi ile mi başlamak zorunda tarih kavramı? 

ilk yazılar

Geçen yazımızda Doğu Akdeniz'in en önemli tüccarlarından olan Fenikelilerin alfabelerini nasıl yaydıklarından bahsetmiştik. Bir yandan Fenike alfabesi, Yunanca, diğer yandan da Aramice yazı dili olarak kabul görmüştür. İlerleyen süreçte de Arami alfabesi Arapça ve İbranice’nin kaynağı olurken Yunan alfabesi de önce Etrüsk ve sonra da tüm italik alfabelerin temelini oluşturacaktır. Peki insanlık tarihinde yazı geleneği nasıl ve hangi ihtiyaçlara cevap olarak başlamış olabilir? 

“Ben de buradayım, fırlatılmış gibi hissediyor olsam da bu dünyada bir şekilde varım, algılıyorum, istiyorum, korkuyorum, iz bırakmak istiyorum. Belki yaşam sürem doğal oluşumlara kıyasla kısa ama biriktirdiklerimi aktarmak istiyorum” diyen insan, hissettiklerini kalıcı bir şekilde ifade etmeyi düşünmüş ve yazının icadından 40.000 sene evvel bu süreç başlamıştır. Bir “kaya sanatı” olarak tanımlanabilecek olan Petroglif -kelime anlamı taş oymadır- bu şekilde okunmalıdır. 

Burada önemli olan şeyin tarih öncesi insanların Petroglif yapabilmeleri değil, sembolizmle meşgul olmalarıdır diye düşünüyorum. Çünkü sembol kullanıyor olmak aslında soyutlama yeteneğinin de varlığına işarettir ve Neandertallerin bir dile sahip olduğunu gösterir. Soyutlama ve soyut düşünme bir zaman dilimini “tarihî” yapmaya yetmez mi? 

Yaşamları için önem atfettiklerini sembollere aktararak kayalara kazımışlardır. O sanatçılar -ki onlara ortak hafızanın oluşumunu sağlayanlar da diyebiliriz- madenlerle hem renkler yaratmış hem de kayaları kazıyarak imgelerin silinmeksizin kaydedilmesini başarmışlardır. 

Her türlü yaratıcılığın somut dünyada bir karşılığı bulunur. Bu kaya resimleri belki bir alfabe içermiyor olabilir, hatta bir anlatıcı olmadan anlamsız bile olabilir, ama geçmiş hikayelerin anlatıldığı gizli manzumlardır, menkıbelerdir. İnsanın kökenine ilişkin söylencelerin resimsel anlatımlarıdır. Ve şurası kesin; tarih ve bellek bir ihtiyaçtır, ortak payda yaratma arayışıdır, bir arada durabilmek için gerekli harçtır; mit olur, din olur, söylence, resim ya da heykel olur… İşte bu sebeple tarih, iddia edildiği gibi avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçip yazının icadı ile başlamaz. 

İzmirli Homeros niçin İlyada ve Odysseia’sını yazıya dökmedi? Yaşadığı dönemde Akdeniz havzasında yazının pekâlâ bilinmesine rağmen koca, 30.000 satırlık destanının neden sözlü gelenek olarak kalmasını tercih etti? Ya da Sokrates’i ele alalım; onca ısrara rağmen niçin birikimlerini yazmadı?

Daha güncel bir örnek olarak Guernica’yı ele alalım; Picasso’nun Guernica ile anlatmaya çalıştığı bombardıman, en gelişmiş alfabe kullanılarak yazılmış olan bir kitaptan daha az mı etkili olmuştur? Daha az etkili olsa bu resim yasaklanmış olur muydu? 

Yazının icadını insanlığın gelişimi için mihenk taşı olarak alırsak sadece 5000 yıllık bir serüvene ortak olmuş oluruz. Tekrar ana akımda olduğu gibi düşünmeye çalışalım mı? “Tarih yazı ile başlar ve bu insanlığın en önemli icatlarından biridir”. Peki Sümer şehri Uruk’ta, M.Ö 3300’de yazı hiçbir şeyden mi doğdu? Öncesiz miydi? 

Okur yazarlık hep yüce bir kavram olarak düşünülür ve bu yetilere sahip olmayan cahil olarak nitelendirilir. Acaba yazma geleneğinin hiç mi eksik ya da yanlışları yok? 

Mesela yazı, yalan söylemek için de kullanılmamış mıdır? 

Hammurabi’den başlasak:

Ben, kötüleri yakalayan, halkı hemfikir yapan kralım,

Ben, öğütlerini kargaşaya atan krallar arasında büyük ejderhayım,

Ben, düşmanın üzerine gerilen ağım,

Ben, korkunç gözlerini kaldıran itaatsizlere ölüm cezası veren korku vericiyim,

Ben, kötü niyetleri örten büyük ağım,

Ben, ağları ve asaları kıran genç aslanım,

Ben, beni inciteni yakalayan savaş ağıyım

Hammurabi - Louvre müzesi

Gördüğünüz gibi “ben, ben, ben de ben”… Halkı üzerinde tahakküm kurmak için manzumeler dizmiş. 

Hititler ve Mısır arasında patlak veren Kadeş Savaşı, aynı ad ile anılacak olan dünyanın ilk yazılı antlaşması ile sonuçlanır. MÖ 1200 yılındayız… 

Bu savaşın sonuçları için Karnak tapınağında, firavun Ramses büyük Mısır zaferini hiyerogliflerle kazıtırken aynı savaş için Hitit kralları, başkentleri Hattuşaş’taki (Boğazköy) kil tabletlerde mutlak zaferi nasıl kazandıklarını ballandıra ballandıra anlatır. Ya da Hitler ve Stalin’in propaganda yöntemlerini düşünelim...

Ya da günümüze gelelim, dezenformasyon kavramını düşünelim; yalan yanlış yazılmış olan milyonlarca “bilgi”, beyin yıkama, “gerçek sonrası” akım ve daha niceleri yazı geleneğinin ürünleri değil mi? 

Bir soru ile katkımı da izninizle sunayım: 

“Yazı geleneği ve anaerkilden ataerkil yaşama geçişin aynı zamana denk geliyor olması rastlantı mı acaba?”

Bence tarih öncesi diye bir şey yok. Akdeniz’de yok. Yazı, bir bilgi aktarma yöntemi, ancak yazı yok diye de bilgi aktarılmıyor muydu? Sadece duvar resimlerini kast etmedim. Mesela gelenekler veya tekne tipolojileri de aslında birer kültür temsilcileridir. Akdeniz o kadar geleneksel ki Mısır’daki “feluka” tipi Nil tekleneri, belki 5000 yıldır hiç değişmeden günümüze gelmiştir. Diğer tekne modelleri de süregelmiştir; “Galleon”, “galley”, olmuş size “gulet”. Gulet dediğimizde mavi yolculuk, mavi yolculuk dediğimizde de Halikarnas Balıkçısı geliyor aklıma ama son sözü ona bırakırım artık. 

Akdeniz’in kadim tekne tipi olan “trireme” ( 360 derece TAD olarak bir replikasını yaptık, isterseniz detayları buradan görebilirsiniz); Yunan kültüründe trireme, Roma'da “uzun gemi” ismiyle, sonra Bizans’ta “dromon”, son olarak da Osmanlı Devleti’nde “kadırga” olarak karşımıza çıkar. Benzerlik o kadar büyüktür ki meraklı bir çift göz bu saydığım dizgeyi çok rahat ayırt edebilir. 

Yazısı yoktur bu geçişlerin, gelenektir taşıyıcı unsur. Çünkü nereye ne yazarsanız yazın, Akdeniz'de seyir yapabilecek gemi formu bellidir ve bu formun tarih öncesi ya da sonrası yoktur. 

Kadırga

Akdeniz'in ünlü limanı Efes’i ele alalım mesela; Küçük Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlar, Efes kentinin limanını doldurup Akdeniz’i 5 kilometre ileri taşıdığı için kullanılamaz hale getirmiştir. Ancak bugün, modern yolcu gemileri ile Kuşadası'na yanaşan binlerce ziyaretçi, Efes’in ana caddesini süslemeye devam ediyor; yani hala kalabalık ve kültürünü yayıyor, her ırktan insan huzurla gezebiliyor bu kenti.

E-posta ile gelen bir soruya cevap vermeye çalışayım. “Akdeniz kelimesi nereden geliyor?”. Size bir gazoz açayım; Türkler Anadolu'ya geldiklerinde, ana yönleri renklerle tayin etmekteydi: “Kara” kuzeyi, “kırmızı” batıyı, “sarı” doğuyu ve “ak” da güneyi işaret ediyordu. Anadolu’ya yerleştikten sonra bu yarımadayı çevreleyen iki denizi de bu yüzden renk isimleri ile andılar. Kuzeydeki deniz, yani Karadeniz, güneydeki deniz yani Akdeniz.  

Ne devlet ve millet olan, hiçbir ideolojinin çerçevesine sıkışmayı kabul etmeyen Akdeniz’in ulusal kahramanlara, kurucu babalara, milli marşlara da ihtiyacı yoktur. Şayet bir şey biliyorsanız ona katkı sunabilirsiniz ve bunu yapmak için bir pasaport ya da izne ihtiyacınız da yoktur. Latince, Yunanca İbranice, Türkçe ve Arapça dillerinden birisini de seçebilirsiniz. 

Bu hususta Halikarnas Balıkçısı da istisna değildir. Akdeniz dünyasına çokça şey eklemiştir ancak bence en önemlisi, mavi yolculuk alışveriş listesi üzerinden özetlediği Akdeniz felsefesidir. Sayalım mı? 

Peynir, 

Su

İstanköy peksimeti, 

Tütün, 

Rakı

Radyo dinlemek ve gazete okumak da yok 

Balıkçıya, yaşadığı günlerde Açık Radyo henüz yayın yapmadığı için kızmıyor, siz siz olun 95,0’ı -mavi turda bile olsanız- dinlemeyi bırakmayın diyorum, …