“Yarını olmamak”

Vakayiname
-
Aa
+
a
a
a

Profesör Doktor Talat Kırış’la gönüllü olarak gittiği ve sağlık hizmeti verdiği Hatay’daki gözlemleri üzerine konuşuyoruz.

Fotoğraf: Claire Harbage/NPR
T24
Hatay'da depremzedeler hangi koşullarda yaşıyor?
 

Hatay'da depremzedeler hangi koşullarda yaşıyor?

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hali değildir.)

Özlem Teke: Merhaba. Konuğumuz Profesör Doktor Talat Kırış. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesini bitirdi. Nöroşirurji Ana Bilim Dalında ihtisasını tamamladı. Meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Beyin Cerrahisi Bölümü'nde sürdürüyor. Editörleri arasında bulunduğu iki kitabı, yüzden fazla kitap bölümü ulusal ve uluslararası dergilerde yayınlanmış makaleleri vardır. Kendisi birçok gazete ve dergide yazılarıyla yer almıştır. Halen T24 haber sitesinde düzenli yazılar yazıyor.

Güven Güzeldere: Talat Bey, biz deprem konusunu konuşmaya devam ediyoruz. T24 haber sitesinde çıkan yazınızda da Deprem Notları: Hatay üst başlığıyla oradaki durumları anlatıyorsunuz.Siz İstanbul'dan kalkıp Hatay'a gittiniz. Beyin cerrahısınız ama ama bir parkta bir bank üstünde insanların patlamış kafa taslarını diktiniz. Biz de biraz sahadan haberler alarak aslında Hatay'da olmanın nasıl bir şey olduğunu aktarmaya çalışıyoruz. Bu açıdan Hatay izlenimlerinizi bizimle biraz paylaşır mısınız? 

Talat Kırış: Deprem olduktan sonra birçok insan gibi ben de pek yerimde duramadım. İşte hepimizin başına gelen şey uyku uyuyamıyoruz, sıkılıyoruz, uzaktan yapılan bağış da yetmiyor ben de bir arayış içine girdim. Sağlık Bakanlığı birtakım gönüllü hekimleri değişik hastanelere gönderdi ama ben 99 depreminden de biliyorum ki beyin cerrahisinin çok üst düzeyde ameliyatlarına gerek olmuyor depremlerde. Daha çok sahada olmak istedim. CHP İstanbul İl Başkanı Doktor Canan Kaftancıoğlu'yla temas ettim. O ağırlıklı olarak sağlıkçılardan oluşan bir ekip oluşturuyordu. Neticede ben de onlarla birlikte Hayat’a gittim. Adana üzerinden gittik. Deprem pazartesi oldu, biz cuma günü oraya ulaştık. Defne ilçesinde Sevgi Parkı diye bir yerde konuşlandık. Parkın girişinde bir demir konstrüksiyon vardı. Bir tak gibi, onu söktük ve bir çadır haline getirdik. Yanımızda pek çok ilaç, çocuklar için özellikle termal içlik vardı. Onları oraya depoladık. Aslında tabii Hatay'a ulaştığımız zaman trafik o kadar kötü değildi ama Hatay'a ulaştıktan sonra ciddi bir trafik söz konusuydu. Sevgi Parkı’na ulaşana kadar yaklaşık bir buçuk saat yürüdük. Gerçekten büyük bir felaketti. Yani ben 1999 depreminde de genç bir cerrahtım o zaman elimden geldiğince sahada da olmuştum. Üniversitede de yapabildiklerimizi yapmıştık. Sonra İstanbul Tıp Fakültesi'nin Deprem Komisyonu’nda çalışmıştım ama bu gerçekten 99 depreminden çok daha büyük bir felaket. Yol üzerinde insanların enkazdan çıkardığı cesetlere rastladık. Cenazelerini, yakınlarını bir örtüyle sarmışlar. Sokak ortasında duruyor. Çünkü defin ruhsatı almaları gerekiyor. Defin ruhsatı almak için savcıların bulunduğu bir yere gitmek gerekiyor. Araba yok doğru düzgün, benzin yok, yollar kapalı yani insanlar ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Defin ruhsatı olmadan gömeceğiz diyorlardı. Tabii Canan Hanım'ı tanıdıkları için ona hemen koşuyorlardı. Defin ruhsatı almadan bir insanı gömmek çok ciddi hukuki sorunlara yol açabilecek bir şey. Adli tabip olduğu için Canan Hanım bir mücadele verdi. Yetkililerle temas edilmeye çalışıldı. Sağlık Bakanı'na falan ulaşılmaya çalışıldı ama neticede çok başarılı olamadık ama en azından ertesi gün sokaklardan bütün o cenazelerin toplandığı haberi geldi. 

O gün Harbiye tarafında ayakları ya da bacağı kırık bir hasta olduğu habere ulaştı bana. İstanbul'dan bir doktor arkadaşımız aradı. Ve hiçbir şekilde hastaneye götürülemiyormuş. Adana Belediyesi bize bir ambulans vermişti böyle işler için. Ben o ambulansla birlikte Harbiye'deki semt pazarına gittim. Büyük bir pazar alanı, üstü kapalı. Insanlar günlerdir orada soğukta, açıkta oturuyorlar. Birçok yaralı var. Hiçbir şekilde kendilerine tıbbi yardım yapılmamış. Kalçası kırık bir hanımdı, onu ambulansa aldık ama başkaları da gelmek istedi. Bir ambulansın kapasitesi neyse onları aldık. Ve yaklaşık 3 saatte Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin hastanesine götürdük .Her yer yıkılmış, yollar kapalı. Ulaşmak çok zor. Üniversite hastanesi ayrı bir tabii karmaşa içindeydi. Sağlık Bakanlığı'nın organize ettiği, o bölgeden olmayan birçok hekim var ancak onlar da hastaneyi tanımıyorlar o da bir ayrı karmaşa yaratıyor. Hastamızı Çiğdem Hanım’a teslim ettik. O da çok az uykuyla idare ediyor. Yani o orada ayrı bir perişanlık var. Sonra yerleşkeye döndük biz. Ertesi gün de bir halk görevi yazdık ve bir ağaca onu astık, insanlar da gelmeye başladı. Bizim bulunduğumuz bölgede Türkiye İşçi Partisi'nin kurduğu bir merkez vardı. Yemek ve giysi veriyorlardı. Hem de Memorial grubuyla beraber bir eczane, sağlık ekibi oluşturmuşlar. Bizden sonra önce İstanbul Tabip Odası sonra Türk Tabipleri Birliği geldi. Diyabet hastaları, epileptik hastalar, tiroit ilacı kullanan hastalar… Eczaneler çöktüğü için bu insanların bu ilaçları sürekli alması lazım. Yani nöbet geçirebilirler. Diyabet hastalarının hayatlarına mal olabilecek meseleler olabilir. Depremin birinci günü, ikinci günü, üçüncü günü enkazdan çıkmış çok sayıda hasta vardı ama hiçbir tıbbi bakım görmemişler, yaraları kanlı, tozlu, topraklı kimi ezik. Birçoğunda açık yaralar var. Böyle bir sağlık hizmeti verildiğini görünce geldiler. Ben bir miktar cerrahi malzeme getirmiştim yanımda. Yaralarını temizledik, dikilebilecek olanları diktik. Birkaç gün geçtikten sonra dikiş atmak da sıkıntı. Çok sayıda ilaç verdik. Bu arada bölgede çalışan gönüllülerden tükenmişlik sendromuna girenler oluyordu. Onlara da yardım etmek gerekti. Genç bir çocuk bayıldı, ona biraz destek verdik. Soğuk nedeniyle çok sayıda çocuğun hastalandığını söyleyen anne babalar oluyordu. Gelip bizden çocukları için ilaç istiyorlardı. Şehir terkedilmiş, köylere gitmiş bir bölümü. Köylerden geliyorlardı ve bizden ilaç istiyorlardı. Stok da yapmaya çalışıyorlardı, haklı olarak. Bu şekilde birkaç gün hizmet verip sonra döndük. 

Ö.M.: Pek çok gözlemcinin yazılarında ve bizim Açık Radyo’da da yaptığımız bazı söyleşilerde de sık sık dile getirilen şey şu: “Antakya diye bir şehir yok” gibi çok çarpıcı, radikal bir ifade kullanılıyor. Bu duygu nasıl bir şey?

T.K.: Antakya, Hatay merkezde bulunanlardan öğrendiğim kadarıyla bir daha yaşanabilecek bir durumda değil. Yani bir caddede ilerliyorsunuz, o caddeyi kesen sokaklar var. Bir sağa bakıyorsunuz tamamen kapanmış sokak, bir sonraki sokağa bakıyorsunuz aynı şey. Ayakta kalmış binalar da çok hasarlı. Yani yıkılmamış ama oralarda da yaşamak mümkün değil. Daha kaç yılda o şehir bir kent haline dönüşebilir? Tabii çok üzücü manzaralar var. Belki bir hafta önce bir iş yeri kurdu, bir anda yok oldu. Bir başkası bir ev aldı belki, o eve taşındı ve yok oldu. Bir başkası kirayla geçiniyordu belki, yok oldu. Dünkü yazımda da ifade ettiğim gibi bir anda yarınları olmayan insanlara dönüştüler. 

Ö.M.: “Yarını olmamak”, bunu kavramak bile güç. Bir de tabii Antakya'nın özellikle çok eski bir medeniyetin başkentlerinden biri olduğunu düşünürsek kaybın katmerli olduğunu da düşünmemek elde değil. 

Aç ve açık bırakmayan oraya gelen gönüllü insanlar

T.K.: Ben gözümde canlandıramıyorum. O enkaz nasıl kalkacak? Onca enkazın altındaki insan ne olacak? İş makinalarıyla o cenazeleri, cesetleri bir toplu mezara mı gömecekler? Öyle iş makinasıyla olmaması gerekir ve bu aylar sürer diye düşünüyorum. Hijyen meselesi çok önemli. Yani bundan sonra bence çok ciddiye alınması gereken bir durum hijyen ve tuvaletlerin olmaması korkunç. Pratik olarak işleyen bir sistem yok, bir tuvaleti bin kişi, 2 bin kişi kullanmaya çalışıyor. Hâlâ enkazlarda cesetler var. Çöpler toplanmıyor. Dışarıdan gelmiş bir takım belediyelerin temizlik işçileri bu faaliyeti yürütmeye çalışıyorlar. Ve bu korkunç bir halk sağlığı sorunu olarak önümüzde duruyor. Halk Sağlığı uzmanları ile oturup konuşmak lazım. 

G.G.: Tabii bunların planlarının aslında çoktan yapılmış olması lazımdı ama bugün yapmaya bile ihtiyacımız var. O bile olmuyor. Geçen haftaki Vakayiname’ye Çiğdem Toker konuk olmuştu. Orada atıfta bulunduğu yazısında bir bakan “aziz milletimiz müsterih olsun biz hiçbir zaman kimseyi aç ve açıkta bırakmadık” diyor. Bunun çok yanlış olduğunu o zaman da söylemiştik. Şimdi bu sizin söyledikleriniz de bunu destekliyor.

T.K.: Aç ve açık bırakmayan oraya gelen gönüllü insanlar. Ankara'dan dört beş kişi gelmiş. Günlerce neredeyse 24 saat gözleme yaptılar .Biri elektrikçi, öbürü mühendis, biri müzisyen yani bunun gibi insanlar aç bırakmıyordu milleti yoksa ben orada bir devletin ya da kamunun otoritesinin kurduğu bir mutfağa falan rastlamadım bulunduğumuz müddetçe. 

G.G.: İstanbul'da, Ankara'da evimizde kendi salonumuzda televizyondan seyrediyoruz neler olduğunu. Fakat sizin bu anlattığınız izlenimlerin ışığında edindiğimiz türde bir anlayış bir türlü edinemiyoruz. Haberlerin veriliş şekliyle de alakalı bu. Bu açıdan sormak istiyorum. Siz şimdi oralara da gidip gördünüz, bulundunuz. En çok ihtiyaç duyulan ya da en acil olarak orada gereksinim duyulan ve bizim buradan yardım ile sağlayabileceğimiz neler var sizce?

T.K.: Yani öncelikle tuvalet, iç çamaşırı diye düşünüyorum.Yiyecek sorunu az çok çözülmüş, su var. Bizden sonra sahra hastaneleri de kuruldu ama tuvalet sorunu çözülmemişti biz ayrılırken ve çok ciddi bir sorun olarak duruyordu. Benim gördüğüm en acil sorun açıkçası o. Yani insanlara iç çamaşırı ve kullanabilecekleri tuvalet sağlamak. 

Ö.M.: Tuvalet meselesi tabii salgın hastalık gibi yaygınlaşan bir şeye de önayak olabilir değil mi?

T.K.: 1999 depreminden sonra İstanbul Tıp Fakültesi'nde bir deprem komisyonu kuruldu. Ben de onun üyesi oldum. Orada ben şöyle bir öneride bulunmuştum aslında, bu önerinin arkasındayım ve bunun çok kolayca hayata geçirilebileceğini düşünüyorum. İnsanlar sağlık ilgili yerlere ulaşamıyorlar ve bu büyük bir sorun. Sahra hastanesi neredeyse bir hafta, 10 gün sonra kurulabiliyor. Açık alanlara konteyner sahra hastaneleri yerleştirmek, gömmek ve bunu koyacak, işletecek insanları da yedekli olarak belirlemek. Böyle bir deprem olduğunda bütün hastaneler yıkılabilir. Bu depremde öyle oldu. Hastanelerin birçoğu yıkıldı. Bunu bütün Türkiye'de yapmak çok da maliyetli bir şey değil. Deprem kuşaklarında ve açık alan olacak. Yanında helikopter pisti olacak. Şimdi mutlaka çok daha gelişkin sahra hastaneleri vardır. Küçük rapor da yazmıştım ama tabii kimse ciddiye almadı ama yapılabilecek basit bir şey.

Ö.T.: Türkiye’de sivil toplumun bu kadar baskılandığı bir ortamda Türk Tabipler Birliği'nin önerilerinin ciddiye alınması, onları uygulamak pek de pek imkân dahilinde gözükmüyor. Şu anda da sahada gördüğümüz belirli bir kesime ait sivil toplumun, siyasi partilerin, oluşumların yardımlarının engellendiğini görüyoruz. Bu açıdan aslında Türk Tabipler Birliği'ni ya da Mimarlar Odası'nı ya da farklı sivil toplum kuruluşlarını gerçekten dinleyecek ve bir paydaş olabilecek bir yönetime çok ihtiyacımız olduğunu çok acı bir şekilde deneyimledik.

T.K.: 1999’da dayanışma, organizasyon, sivil toplum kuruluşlarının arasındaki koordinasyon çok daha fazlaydı. Yani siz de o dönem Açık Radyo’da çok çok fazla bu konuyu işlediniz. O koordinasyonunun içinde bulundunuz hatırladığım kadarıyla. Şimdi de yapıyorsunuz ama şu anda o sivil toplum kuruluşlarını baskılayan bir merkezî yönetim var maalesef. 

Ö.M.: Evet 1999’da yaklaşık iki ay kesintisiz telsiz çevrimi gibi çalışmıştık. Şimdi de çeşitli programcı arkadaşlarımızın da katkılarıyla tekrar deprem haberleri veren öncelikli bir radyo olmaya çalışıyoruz ama dediğiniz gibi çok da daha ağır bir sosyal ve siyasal ortam var.

T.K.: “Kısa süre içinde şu kadar ev yapacağız, ayağa kaldıracağız…” gibi ifadeleri görev açısından gerçekçi bulmadığımı, bir zemin etüdü yapılmadan şu anda bütün o kırık fay hatları üzerinde inşaat yapılmasını doğru bulmuyorum. Bunların yapılmaması için de insanların sesini çıkarmasını istiyorum çünkü böyle bir şey yapılıp yeniden bir felakete yol açmasından endişe ediyorum. “Herkes ne yapabiliriz?” diye düşünüyor, bizim aklımıza aile evlat edinmek geldi. Bunu yapabilecek olan, mali gücü olanların bir aile sahiplenip bir yıl süreyle 10 bin, 15 bin lira gibi bir aylık ücreti o ailelere vermesi sistemi. Bunu nasıl örgütleyebiliriz diye konuşuyoruz. Eminim böyle birçok fikir var, bunları bir potada toplayıp hayata geçirmenin yolları nedir? Belki sizler öncülük edebilirsiniz. Bunları söyleyebilirim.