Maske tartışmaları sürüyor: “Takmamak ihmal değil, sağlık sorunu yönetimine bir eleştiridir”

-
Aa
+
a
a
a

Korona Günleri’nde Selim Badur, dünyadaki maske tartışmalarını detaylı bir biçimde aktarırken Ankara Tabip Odası’nın ‘Yönetemiyorsunuz tükeniyoruz’ etkinliği üzerinden sağlık çalışanlarının sorunlarına yer verdi.

Selim Badur'la Korona Günleri: 17 Eylül 2020
 

Selim Badur'la Korona Günleri: 17 Eylül 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

(17 Eylül 2020 tarihinde Açık Gazete'nin köşelerinden Korona Günleri'nde yayınlanmıştır.)

Özdeş Özbay: Merhabalar Selim Bey, Günaydın!

Selim Badur: Günaydın Özdeş, günaydın Can. 

Can Tonbil: Günaydın hocam, merhaba.

Ufak bir giriş yapmak istiyorum ben konuyla doğrudan alakası olmasa da Açık Radyo’da, Açık Gazete civarında duyduğunuz, aralardaki kuşlar var, eylül aylarında etrafta öten kuşlar var. Dinleyicilerimiz oldukça merak ediyorlar şu an da hangi kuş ötüyor diye. Şimdiki öten kuş çaylaktı, kara çaylaktı muhtemelen. Çaylak kuşunun sesini dinlediniz yayına girmeden, Selim Badur anonsu geçmeden hemen önce. 

S.B.: Peki! Koronaya geçelim isterseniz. Üç gün önce yaptığımız son programdan bugüne 861 bin 885 olgu dünyada bildirildi. Yani günlük ortalama sayı 287 bin 300 kadar, hala devam ediyor yayılmasına bu enfeksiyon. Tabi farklı ülkelerde olup bitene bakalım birer örnek olarak. Şimdiye dek Kanada’da işler biraz yolunda gidiyordu ama tekrar olgu sayısı arttı. Çin’de hatırlayacaksınız başbakanları kutlamıştı, madalyalar dağıtmıştı “biz bu işin üstesinden geldik” diye. Hayır, Birmanya sınırındaki bir kent, kalabalık bir kent karantinaya alındı. Orada da olgular çıkmaya başladı. Önlemler var Avrupa Ülkeleri’nde. Danimarka’da restoranlar, barlar saat 22.00’de kapanacak. İngiltere’de Birmingham’da aynı evde yaşayanlar dışındakilerin bir araya gelmesi yasaklandı. İrlanda’da da pubların açılışları yine ertelendi. Hindistan’da son 11 günde 1 milyon olgu bildirildi.

Ö.Ö.: Kaç günde dediniz?

S.B.: 11 günde 1 milyon. Dünya Sağlık Örgütü Hindistan’a bir uzmanlar heyeti gönderdi. O heyetten bir kişi, Dr. David Nabarro kendisi, “bilim kurgu filmlerinin ötesinde bir tablo var Hindistan’da, henüz yolu yarılamadık bile. İşin başındayız” demiş. İş o denli kontrolden çıkmış durumdaki Hindistan’da, ekonomik olarak küçülme değil, tam bir iflas, bir çöküş eşiğinde Hindistan. Sonuçta yoksulluk artacak, beslenme sorunu olanlar, aç insanlar artacak ve bunların dışında küçük işletmelerin zor duruma düşmesi değil, tamamen kapanacak gibi. Yani iş çığırından çıkmış durumda. En azından bazı coğrafyalarda. Şimdi sizin de vurguladığınız gibi, biz isterseniz biraz Türkiye’de olup bitenlere bakalım.

Ö.Ö.: Tabi!

S.B.: Ankara Tabip Odası, 14-18 Eylül tarihleri arasında “Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz” etkinliği yapmakta ve bir basın duyurusunu ile görüşlerini açıkladılar. “30 bini sağlık çalışanı olmak üzere 300 bin insanın enfekte olduğu; resmi rakamlara göre 6895 yurttaşımızın yaşamını yitirdiği, bunun dışında 80 kadar hekim ve sağlık çalışanının hayatını kaybettiği” vurgulanıyor bu bildiride. “Hiçbir salgın vatandaşların bireysel çabalarıyla önlenemeyeceğinin bilinciyle, bu sürecin başta sağlık meslek birlikleri, bilim insanları, sendikalar, yerel yönetimler, kent konseyleri ve ilgili bütün kesimlerin katılımıyla toplumu doğru ve şeffaf bilgilendirmeyle yönetilmesi gerekmektedir” deniyor bildiride.

Ankara Tabip Odası’nın (ATO) “yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz” etkinliğine değiniyorduk. Bu açıklamanın dışında ATO’nun birtakım saptamaları var. Her şeyden önce “salgın, tsunami şeklinde üzerimize doğru geliyor” diyorlar. Türkiye genelinde, 53 ilde; 410 aile sağlığı merkezinde yürütülmüş bir anket çalışması yapılmış. Buna buna göre merkezlerin %71’i kişisel koruyucu ekipmanların yetersiz olduğunu, %82’sinde ise bu koruyucu ekipmanlarını kendi imkanlarıyla temin ettiklerini söylüyorlar. Yine merkezlerin %80’inde sağlık çalışanlarına bugüne dek, kontrol amaçlı herhangi bir test, bir PCR testi yapılmadığını belirtmişler. Her 100 aile sağlığı merkezinin 11’inde ise 1 veya daha fazla sağlık emekçisinin enfekte olduğu belirtiliyor. Çalışma koşullarına baktığınız zaman %79,9’un haftalık ortalama 45 saatin altında, %15,3’ü haftada 46 ile 55 saat, %2,4’ü 56-65 saat, %2,4’ü ise 66 saat yüzdeli çalıştıklarını söylüyorlar. Şimdi bunlar sağlık çalışanlarının durumu. Birde resmî açıklamalarıyla ilgili bir çelişki var. Birinci haber İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Profesör Doktor Tufan Tükek’in açıklaması: “İstanbul Tıp Fakültesi’nde 530 testin 81’i pozitif çıktı. Pozitifli korona %15’i geçti” diyor. Şimdi dünyada biz yapılan testlerde %2 ya da %3 gibi pozitifler olduğunu biliyoruz. Bu tabii testi kime, hangi gruplara uyguladığınıza göre değişebilecek bir oran; bizden bildirilen oran, klinik olarak bulguları olan, şüpheli kişilere uygulanan test sonucu; ama yurt dışındaki oranlar toplum taraması ile ilgili arasında yapılan testler, onun için %3 dışarıda, bizde %15 gibi farklı değerlerin bulunması şaşırtıcı değil.  Sonuçta İstanbul Tıp Fakültesinde 81 pozitiflik var. Aynı gün Cerrahapaşa Tıp Fakültesi’nde 164 olgu var pozitif. İkisini topladığınız zaman, İstanbul Tıp Fakültesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde, toplam bildirilen, dekanların açıklaması ya da internet sitesine girerseniz göreceğiniz şekliyle, iki tıp fakültesinden 243 olgu saptanmış. Sadece bu iki hastaneden. Ama aynı gün Sağlık Bakanlığı Raporu’nda, İstanbul’da tanı konan olgu sayısı 198. Şimdi demek ki Sevgili Ümit Şahin’in de belirttiği gibi sanki bu Cerrahpaşa ve Çapa’daki hastanelerden bir tanesi İstanbul dışına filan taşındı herhalde çünkü iki hastanenin toplamı 243, diğer hiçbir hastanenin verisini katmadan bu sayıya erişiliyor ama resmi rakamlar 198’de. Bütün bunlar olup biterken birdenbire bir politikacının çıkıp tıp camiasını, Türk Tabipler Birliğini “ihanet oluşumu” diye suçlaması “derhal gecikmesizin kapatılmalı, yöneticileriyle ilgili adli işlem yapılmalı” demesi inanılır bir olay değil. Bu yanlış, abartılı, hatalı bir demeç değil bu, yani akıl almayacak, bana kalırsa anlaşılması imkânsız bir açıklama. Bunun üzerine tabi Tabip Odası Hipokrat yeminini hatırlatıyor: “tehdit ediliyor olsam bile tıbbi bilgimi, insan haklarına ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağıma onurum üzerine ant içerim” diyen bir açıklama. Umarım bu açıklamaları yapan insanlar, yani Tabip Odaları kapatılsın, bunlar hainler yuvası diyenler bir gün hastalanmazlar çünkü hastalanırlarsa eğer onlara bu yemini eden ve görevlerinin başında, herhangi bir ayrım yapmaksızın, kendilerine hizmet edecek sağlık çalışanlarını bulacaklardır, onlardan medet umacaklardır. 

Şimdi tekrar Ankara’daki duruma dönmek istiyorum bu politikacıların saptamasından sonra. Ankara'da günde 30’dan fazla sağlık çalışanı virüse yakalanıyor. Hastane ve hastane koridorlarında yatak bekleyen insanlarla dolu. Gerçekten de Ankara’nın birçok hastanesinde insanlar ellerinde çantaları, üstlerinde pijamalarıyla saatlerce hastane koridorlarında yatak boşalmasını bekliyorlar. Sağlık çalışanlarına günde birçok telefon geliyormuş: bunların bir kısmı basın mensubu, bir kısmı eş-dost akrabalar; istekleri hep aynı: “bir yakınım hastalandı acaba bir yoğun bakım yatağı bulabilir misiniz?” diye. Ankara’da özellikle polikliniklere başvuran hastaların büyük bir kısmı emekçiler, hizmet sektörü, kamu kurumunda ve fabrikada çalışanlar. 1 Haziran’da başlayan normalleşme süreciyle birlikte toplu taşıma araçları kriterler gözetilmeksizin kullanılmaya başlandı. O nedenle Ostim, Sincan, Kazan ve Gölbaşı gibi sanayinin yoğun olduğu bölgelerde birçok emekçinin pozitif olmasına rağmen hala çalışmalarını sürdürmesi söz konusu oldu, bu da yayılmaya yol açıyor. 

Yine ülkemizden son bir bilgi, bizim bu programlarımıza konuk aldığımız Ankara Eski Tabip Odası Başkanı, ağustos ayında görevini devretmişti, Profesör Doktor Vedat Bulut önceden bizim programımızda da belirtmişti Anadolu’da bir tur yaptı. Özellikle kendisinin gözlemleri ilginç ve kıymetlidir: “Bilim Kurulu haziran ayına kadar 5 bin olgu öngördüğünde, 100 binler sürpriz olmayacak demiştik. Ne yazık ki haklı çıktık” diyor. Yaptığı o gezideki gözlemlerini anlatmış. Ankara’dan başlayarak 7 bin kilometre yapmış. Bunu anlatmış bir televizyon programında. Oradan aldığım bilgileri aktarmaya çalışacağım. Afyon’a gittiğim zaman karantinada köyler vardı. Burdur’da Kemer’in Koyluca Köyü karantinaydı, Kemer’in aşağı mahalleleri karantinaydı. “Burada düğünlerin 3 gün sürdüğünü, cuma başlayıp pazartesi gününe kadar sürdüğüne ve düğünlerin bir hastalık yayılım merkezi olduğunu, virüsü kapanların başka bölgelere taşıdıklarını” söylüyor. Daha sonra Antalya Korkuteli’ndeki karantinaya alınan köylere, Malazgirt ve Toroslar, Hatay, Tarsus, Gaziantep, Şanlıurfa ve Mardin’de bulaşların ilginç bir şekilde bir kısmının hastaneden kapıldığını da söylüyor. Başka nedenlerden herhangi bir bulgu olduğu için hastaneye giden ve Covid hastası değilken o ortamda, o kalabalıkta, bekleme kuyruklarında hastalığa yakalananlar var. Bu hastane enfeksiyonları, hastanede kapılan Covid-19 olguları yurtdışından da bildiriliyor ama Türkiye’de daha yoğun bir durum arz etmeye başladı.

Tüm bunlar olup biterken yurt dışında da ülkelerde ne olup bittiğine bakalım. Genel anlamıyla “Avrupa işi daha iyi götürüyor” deniyordu haziran ayından beri. Ancak Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Direktörü Hans Kluge covid-19 salgınında daha zorlu bir sürece girileceğini söylemiş ve “ülkeler şu anda kötü haber duymak istemiyorlar, bunu anlıyorum ama aşı salgının sonunu getirmeyecek, salgınla yaşamayı öğrenmeliyiz” dedi. Öğrenmeliyiz de nasıl öğreneceğiz, ne yapacağız? 

İsterseniz bugün programın geri kalan bölümünde biraz şu maske konusuna bakalım. Maskeler ne işe yarıyor, neyin nesi bu maskeler? Çünkü birçok ülkede biliyorsunuz, ülkemizde başlamadı (bizde daha radikal söylevler duyuyoruz: Tabip Odasını kapatalım filan gibi çok daha etkili birtakım önlemler önerilmekte). Anti-maske hareketi bir yerde devlete kuşkulu bakışın bir sonucu, bir özgürlük sloganı olmayı başladı. “Benim vücudum, benim tercihim, bana herhangi bir şey empoze etmek benim için bir tehdittir” şeklinde biliyorsunuz birtakım haberler, yaklaşımlar var. Şimdi bu Avrupa Hastalık Kontrol Merkezi (ECDC) aslında 8 Nisan’da, pandeminin başında maske hakkında bir rapor yayınlanmıştı ve önermekteydi. Nitekim daha sonra İspanya’da 9 Temmuz’da sırasıyla Belçika 11 Temmuz’da, Kanada’da 18 Temmuz, İngiltere 24 Temmuz, Fransa 20 Temmuz’da; kısacası temmuz ayı içinde belirli aralıklarda da olsa birçok Avrupa Ülkesi ve Kanada maske kullanımını önce önerdi, daha sonra zorunlu hale getirdi. Bu raporda, ECBC’nin raporunda özelliği olan, daha komplike N95 gibi maskelerin sadece sağlık çalışanları için uygun olduğu ve maskelerin bir bariyer işlevi gördüğünü, bunların virüsü öldürmediğini ama virüs taşıyan damlacıkların alınmalarını engellediğini, özellikle bu tip bulguların SARS ve MERS gibi daha önceki korona virüs enfeksiyonları sırasında gösterildiğini belirtmişler raporda. 

Ö.Ö.: ABD’de bazı uzmanlar “doğal aşı” demişler maske için. “Tamamen engellemiyor ama az maruz kalıyorsunuz bu da bir tür aşı işlevi görüyor” demişler. Böyle bir haber vardı.

S.B.: Evet, o konuya değineceğim çünkü çok farklı görüşler var. Bir kere şu karşıt olanların argümanlarına bakalım, özgürlük kısıtlamasına. Çok ilginç insanlardan, ilginç figürlerden tepkiler var. Birincisi Fransa’da bir ekoloji aktivisti ve yerel mevsim ekoloji temsilcisi. Bu ilginçtir Can, Robert Kennedy Jr’ın da örneğini konuşmuştuk, daha sonra söylendi. Bunu teyit ettik sanıyorum, aramızda gönderdiğimiz maillerle. Bazı ekolojikler bu maske kullanımına çok karşı çıkıyorlar ve pandemiye inanmıyorlar, bunun nedenine bakmakta yarar var belki. Şimdi bu tepki ekoloji aktivisti Sylvie Bonaldi bu maske uygulaması, toplumun sadakatini ölçme kriteri olarak kullanılıyor demiş. Ama yalnız değil kendisi, Paris’te Sacley Üniversitesi hocalarından Emmanuel Hirsch: “maskeyi reddetmek bir ihmal, bir boşverme değildir. Devlete, otoriteye karşı durmaktır, sağlık sorunu yönetimine bir eleştiridir” diyor. İlginç bir figür Ségolène Royale, Fransız Sosyalist Partisi’nin hükümetinde bakanlık yaptı, sonra da başkanlık adayıydı; olup bitenleri ve önlemleri “hijyen tiranisi” olarak tanımlıyor. Fransa’da oldukça popüler olan bir yazar, düşünür Bernard-Henri Levy “her gün sayılar vermek, insanları korkutmak için yapılan bir ahlaksızlıktır. Hedef, insanların üstlerine kapanmalarını sağlamaktır” diyor. Jean-Luc Mélanchon ise “bir kargaşa yarattılar” şeklinde açıklmalar yaparak maske kullanımı ile adeta alay ediyor. Aslında söylenenlere baktığınızda bazı argümanlara dayandırıldığını görüyoruz: örneğin Fransa’da ve Avrupa’da satılan bazı maske kutularının üzerinde, “bu maskeler virüsten ve enfeksiyondan korumaz” ibaresi var. Şimdi buna dayanaraktan “bu ne biçim şey, bu bizi zaten korumuyormuş, niye empoze ediyorsunuz?” diyorlar. Aslında bu öyle değil, virüsten korumuyor belki sizi ama virüsü taşıyan partiküllerin solunmasını engelliyor. Burada ince bir ayrıntı var, bu atlandı herhalde. Yine Fransa’da Didier Raoult, Marsilyalı hekim hidroksiklorokin kullanımı konusunda çok fazla eleştiri almıştı. Hala dönem dönem Fransa’da parlamento komisyonlarında sorgulanıyor ya da onun açıklamalarını dinlenmek isteniyor. Kendisi “maskenin sadece fiziksel bir engel olduğunu, empoze edilmemeli sadece önerilmeli” diyor. El yıkamanın daha önemli olduğunu söylüyor. Psikolog Roland Jaccard, o da popüler bir düşünür diyeyim Fransa’da Hijyen totalitarizmi tanımlamasını kullanıyor. Bunun gibi Dr. Martin Blanchier “maske gereksiz” diyor. İsveç’te Anders Tegnell, bu önemli danışman İsveç’te, “kanıt var mı? Yok öyle bir kanıt” diyor. Birçok insan psikolojik olarak maskeyi eleştiriyorlar, özelikle psikologlar. Maskenin aslında ölümün simgesi olduğunu ve bunun zorunlu kullanımının “o hastalık hep var, dolaşımda ve öldürecek bizi” imajı, tehdidi oluşturduğunu, bunun olumsuz bir şey olduğunu vurguluyorlar. Aynı zamanda yüzün 3’te 1’ini kapatarak insan ilişkilerini olumsuz etkilediklerini söylüyorlar. Toplu taşıma şoförleri “buğulanma yapıyor, bizim görüşümüzü engelliyor” diyorlar. Yani sonuçta söylenen argümanların haklılık payı olsa da işin önemini ve özünü değiştirecek argümanlar değil bunlar. Yine farklı ülkelerde anti-maske kampanyalarında kimlerin rol oynadığına bakıyorum. Almanya'da Stuttgart'ta bir işletme yöneticisi Michael Ballweg’ın çağrısıyla “Quarderken” yani “farklı düşünme” hareketi başlatılıyor ve temel özgürlükleri savunma hareketine dönüşüyor. Yapılan toplantılar Almanya’da özgürlük ve barış bayramı olarak ilan ediliyor. Belçika’da kamu alanlarında, meydanlarda ya da açık havada maske takılması önerildikten sonra birçok insan sokağa inip, tek başına köpeğini gezdirirken virüsü alamazsanız, nereden çıktı diyorlar ki aynı ülkede “Asbl Virus Waanzin” diye bir kuruluş maskeyi empoze eden ünlü bir ürolog Prof. Dr Marc Van Raust’un istifasını istiyorlar. Kanada’da ve ABD’de olanları biliyoruz. Ülkeler içinde Jair Bolsonaro gibi devlet başkanının maskeye karşı açıkça çıktığı, cephe aldığı yerler var. ABD’de bir sürü farklı grup değişik yaklaşımlarda bulunuyorlar. Yürüyüşler var. Alışveriş merkezlerinde kavgalar oluyor. Maske taktın mı, takmadın mı? Takmayan uyarıldığı zaman tükürüyor insanların suratına ve hep geçmişten de birtakım örnekler veriliyor. Örneğin 20 yüzyılın başında İspanyol Gribi sırasında San Francisco'da da anti-maske kampanyaları vardı deniyor. Newport Beach’te Orange County toplantı yapıyor; bunlar evanjelist gruplar. İspanya’da Madrid'de “No a la dictatura” ekibi var. Marsilaya’da rap sanatçısı IAM grubundan Akhenaton sosyal medyada anti-maske kampanyası yürütüyor. İçinde bu hareketin sarı yeleklilerin eski liderlerinden Maxime Nicolle da var. Yine ağustos ayında Dr Eve Engerer “maske takılmasında tıbbi engel vardır” raporu veriyormuş birçok insana. Onun için hakkında bir soruşturma açıldı. İngiltere’de maske zorunluluğu yasasına karşı bir hareket başlatılıyor. Gördüğünüz gibi birçok ülkede, maskelere karşı çok fazla hareket var ve çeşitli grupların karşı çıkmaları söz konusu.

Ö.Ö.: Hem sağdan hem soldan karşı çıkanlar var diyorsunuz?

S.B.: Aynen. Tabi ironik şeyler de oluyor. Hafta başında Yunanistan’da okullar açıldı ve sağlık bakanlığı öğrencilerine yüzbinlerle ifade edilen maske dağıttılar ama maskelerin hepsi öğrenciler için çok büyük maskeler olduğu için tüm yüzlerini örtüyormuş ya da bazılarında aşağı düşüyormuş. Burada bir hata olmuş herhalde.

Şimdi maskelerle ilgili son bir bilgide hafta sonu çıkan bilimsel yazılar. Birtakım yayınlarda maskenin konjoktiviti arttırdığını, astım ya da karbondioksit zehirlenmesine, hatta sivilceye yol açtığını bu nedenle de sakıncalığı olduğunu söyleyen yazılar var. 

Ö.Ö.: Birde alerjiler var galiba ama ona daha sonra değiniriz.

S.B.: Evet. Kanda da asit artışına neden olarak pnömoniye zemin hazırlar da deniyor; ama bütün bunlar aslında neredeyse 24 saat maske takan, maskeyi gün boyu kullanan sağlık çalışanlarında görülen ve uzun süreli kullanımın getirdiği, çok da önemli kabul edilmemesi gereken, abartılarak aktarılan birtakım rahatsızlıklar. Sağlık çalışanlarının uzun süre maske kullanılması sonucunda dermatolojik birtakım deri bulguları, alerjileri görüldüğünü de söylüyorlar ama dediğim gibi bu maskenin çok uzun, neredeyse tüm gün kullanımı sonrası oluşan birtakım olumsuzluklar. Facebook’ta buna “pislik yuvası” deniyor ama bu doğru değil aslında insanların soluma sırasında kendi vücutlarındaki mikrobiyotayı dışarıya atmasından kaynaklanıyor. Ve nihayet hafta sonu Fransa’da 7 doktor dış ortamlarda maske takmanın anlamsız olduğunu vurgulayan bir açıklama yaptılar. Bu konu ilginç bir konu çünkü ben yaşadığım çevrede de görüyorum. Birçok genç insan sokakta tek başına, hızlı hızlı yürüyor, maske var tamam çok büyük bir risk altında değil ama yine de maskesini çıkartmıyor. Bu güzel bir şey. Ama daha sonra gidiyor bir yerde duruyor, arkadaşlarıyla oturuyorlar. 3-4 kişi maskelerini çıkartıp konuşmaya başlıyorlar. Bunun tam tersinin yapılması lazım. Aslında yolda hızlı hızlı, yalnız başına yürürken maske takmayabilir çünkü orada havadan virüs bu şekilde bulaşmaz; ama o kafede oturup, yakın temasla arkadaşlarıyla sohbet ederken buradan virüsün bulaşması söz konusu. Burada ise rahat konuşayım diye maskeyi çıkartıyor. Bunun olmaması lazım. Önemli bir çalışma, Fransa’da ki Arnold Fontanet ve arkaşları yayınladılar Nature Review of Immunology gibi önemli bir dergide. Birtakım insanlar toplumsal bağışıklık olsun, olmalı, oluyor bu kovalanmalı filan dediler; ancak birçok ülkede toplumsal seropozitiflik oranının %3’lerde %5’lerde olduğunu biliyoruz. Arnold ve arkadaşları toplumsal bağışıklığın oluşumu için, toplumun en az %50’sinin bağışıklanmış olması yani virüsle temas etmiş olması gerekiyor; ancak bundan sonra toplumsal bağışıklık üzerinden hastalığın yayılımı azalabilir diyorlar. Ancak matematik modelleme yapmışlar ve diyorlar ki “bu %50’lik orana ulaşılması için Fransa’da 100 bin ile 450 bin, ABD’de 500 bin ile 2 milyon 100 bin kadar ölümün olması lazım. Böyle bir yaklaşım beraberinde yüksek bir mortalite, yüksek bir ölüm oranını beraberinde getirecek” diyorlar. Bu önemli bir saptama, bunu da eklemek istedim. 

Ö.Ö.: Süremizi çok aştık Selim Bey.

S.B.: Tamam son bir nokta, bu önemli çünkü. İkinci dalga geliyor mu, geldi mi, nedir bu ikinci dalga, ne olunca biz ikinci dalgadan bahsedeceğiz? Belki bunun vurgulanmasında yarar var. Bildiğiniz gibi olgu sayıları artmakta sadece bir günde Avrupa'da 51 binden fazla yeni olgu var, ama ölümler azalmakta. İkinci dalgadan aynı olgu sayısında artış olması gibi, ölenlerin sayısı da artar ise işte o zaman ikinci dalgadan bahsedeceğiz. “Çok aştık süreyi” dediniz, saat şu anda 09.03, 3 dakika için kızmayın lütfen bana. 

C.T.: Estağfurullah efendim.

Ö.Ö.: Hemen ardından devam edeceğimiz için 3 dakika önemli oluyor.

S.B.: Tamam peki. İyi yayınlar diliyorum.

Ö.Ö.: Teşekkürler Selim Bey. Görüşmek üzere haftaya. 

S.B.: Sağ olun teşekkürler, iyi yayınlar!