Sakatgeçen

Sakat Muhabbet
-
Aa
+
a
a
a

Sakat Muhabbet'te Alper Tolga Akkuş, "19. yüzyıl tuhaf bir çağ" diyen Açık Radyo programcılarından Rahmi Öğdül ile bu çağda tanımlanan norm, normal, sağlam ve sakat terimleri üzerine konuşuyor.

""
Francis Bacon'ın 'The Estate of Francis Bacon' adlı çalışması
Sakatgeçen
 

Sakatgeçen

podcast servisi: iTunes / RSS

Alper Tolga Akkuş: Merhaba. Açık Radyo’ya, Sakat Muhabbet’e, sağlamcı zihniyetin kör topal muhalifine hoşgeldiniz. Ben Alper Tolga Akkuş. Bugün 29 Kasım 2023 Çarşamba. Bu hafta programı destekleyen Doğan Özden'e çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. Ama bir detay var, iki bölümdür söylüyorum ben. Bizim bu yayın döneminde gün ve saatimiz değişti. Ben eski gün ve saate destek veren kişileri de bu yıl sonuna kadar en azından söylemek istiyorum. Bu bağlamda Saadet Tekin'e de teşekkür ediyorum. Bu hafta Açık Radyo dinleyicilerinin yakından tanıdığına emin olduğum bir konuğum var; Yolgeçen dersem herkes hatırlayacaktır. Yolgeçen çok uzun dönem yayın hayatını sürdürdü Açık Radyo’da, sonra bir ara verdi. Bu yayın döneminde ise İşler ve Günler adıyla yeniden döndü. Rahmi Öğdül bu hafta konuğumuz. Açık Radyo’ya hoş geldin demeyeceğim Rahmi'ye çünkü o zaten eskiden beri Açık Radyo’yu bilen bir kişi. Ama Sakat Muhabbet’e hoş geldin Rahmi. Nasılsın, iyi misin?

Rahmi Öğdül: Çok teşekkürler Alper. Üstelik benim için de çok anlamlı bir gün. Seninle yıllardan sonra tekrar bu program vesilesiyle bir araya geldik. O yüzdende ben de çok keyifliyim.

A.T.A.: Şimdi Rahmi, ben hep böyle başlıyorum programda konuklarım
la; önce ne yaparsın, kimsin diye soruyorum. Sakat Muhabbet’i ilk kez dinleyenler için de Rahmi Öğdül kimdir, bir tanıtalım isterim.

R.Ö.: Bir insan nasıl anlatabilir kendini? Çünkü kimlik denilen bir şeyi biz, her ne kadar kendi çabalarımızla icat etsek de genellikle burada bizim de çoğunlukla kontrol edemediğimiz dış kuvvetler de bize belli kimlikler yüklüyor. Ben o yüzden kimlikler üzerinden değil,
bir kimlik tanımlaması üzerinden değil; kendimi, neler yapıyorum onu anlatayım. Uzun yıllardır ders veriyorum. Lisans ve lisans üstü derslerim var ve bu dersler tamamen beden ve mekan üzerine. Doğa temsilleri üzerine de duruyorum. Çünkü doğa ve bedenin aslında paylaştığı çok ortak özellikler var. Daha doğrusu ortak bir mesele aslında beden ve doğayı düşünmek ve birlikte düşünmek gerekiyor. O yüzden evet, kısaca şunu söyleyebilirim; dersler veriyorum. Bu dersler benim için çok önemli çünkü öğrencilerle, gençlerle birlikte olmak ve onlarla birlikte düşünebilmek ancak mümkün olabiliyor. Çünkü düşünce eylemi dediğimiz şey birlikte gerçekleşen bir eylem ve ayrıca tabii düşünmeye çalışıyorum, düşünüyorum ve yazıyorum. Her hafta Cuma günleri BirGün gazetesinin kültür - sanat sayfasında yazılarıma devam ediyorum. Bir ara ara verdim sağlık nedenleri yüzünden fakat tekrar toparladım. Yeteneklerimi yitirdim. Yetilerimizi yitiriyoruz zaman zaman. Zaten bugün de sakatlık üzerine muhabbet edeceğiz, sakatlık kavramının üzerine konuşacağız. Dolayısıyla sağlam bir insan modeli aslında ideal bir model. Böyle bir model yok. Dolayısıyla yetilerini insanlar yitiriyorlar sağlamken bile ya da öyle bir mekan içine yerleşiyorsunuz ki mekan sizi sakat durumuna getiriyor ki büyük kentlere gerçekten bedenleri sakatlayıcı mekan örgütlenmesi diyebiliriz. Böylece ben aslında konuya da girmiş oldum aslında.

A.T.A.:
Yani ben şimdi bu hafta niye seni konuk aldım, onun da detayını dinleyicilerle paylaşmak istiyorum. Tabi beni çok memnun eden bir şeydi. 13 Temmuz’dakiAçık Mimarlık programına sen, Sena Dursun ile Umut Pektetik’e konuk olmuştun. Orada da beden ve mekan konuşurken, sakatlık üzerine bir konu açınca ona evrilmişti tüm program aslında. Sakatlık, erişim, erişilebilirlik... Ve sen sonra da Sakat Muhabbet’i dinlediğini söylemiştin. Ben de hemen sonrasında sana bir selam göndermiştim programı hatırlarsan Sakat Muhabbet’te. Bu bir yönü.

Diğer yönü de dört gün sonra biliyorsun, 3 Aralık Dünya Sakatlar Günü. Sakat Muhabbet’in amacı zaten sakatlık mefhumunun, sakat kelimesinin olumsuz anlamını kırmak.Türkiye'de öyle bir anlamı var çünkü, onun dışına çıkmak istiyorum ben. Bu anlamda da Rahmi Öğdül en uygun konuklardan birisi olabilir diye düşündüm. Bizim Sakat Muhabbet’teki şiarımız, sağlamcı zihniyete kör topal bir muhalefet. Bu da aslında bize bir alan açıyor. Ben bu şiar üzerinden, felsefenin en önemli enstrümanlardan birisi olduğunu düşünüyorum. İlk sorumu da sana şöyle sorayım; 3 Aralık Dünya Sakatlar Günü, sağlamcılık dediğimde neler çağrışıyor beden ve mekan çalışan bir öğretim üyesine, bir felsefeciye, filozofa? Bilmiyorum çok büyük laf değildir umarım ama bunlar neler çağrıştırıyor? Çünkü eminim sen şimdi bizi alacaksın, filozoflar, felsefe ile gezdireceksin Yolgeçen’de de hep olduğu gibi.



Norm, Normal, Sound, Disabled

R.Ö.:
Alper, öncelikle hakikaten, Fransa'da hala felsefe lisansını bitirenler kendilerini filozof ünvanıyla anıyorlar. Hakikatten böyle bir şey var. Fakat filozof hakikaten, özellikle antik dönem filozofları akla gelince kolay kolay elde edilecek bir kimlik değil. O yüzden de düşünmeye çalışıyorum diyebilirim. Çünkü düşünme eylemi hiç bir zaman sona ermiyor, olmuyor. Yani bir olup bitmiş bir hale dönüşemiyoruz ne yazık ki. O yüzden de sürekli bir oluş hali meselesi var. Ben de sürekli düşünmeye çalışıyorum ve gerçekten normallik üzerinden değil de düşünme gerçekten normalin karşıtı üzerinden. Yani neyi normal olarak addediyoruz, neyi sakat olarak aslında kabul etmişiz gibi. Dolayısıyla Sakat Muhabbet meselesinde,bir kere çok keyifli bir başlığı var. Zaten düşünme normallik üzerinden gerçekleşmez. Normallik ya da norm olanın alanında kaldığımız sürece düşünmenin zaten bir tür alışkanlığa, basmakalıp klişelere dönüştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla farklı olanı düşünebilmek için norm alanını terk etmek gerekiyor. Norm alanı dediğimiz de çok yeni inşa edilmiş bir alan aslında. Yani 19. yüzyılda inşa ediliyor norm, normallik. Norm sözcüğü 19. yüzyıl’da,1840’larda aslında Batı’da bugünkü kullanıldığı anlamda kullanılmaya başlanıyor. Ondan önce norm dikey anlamına geliyor ve marangozların kullandığı bir gönye, bir araç. Dolayısıyla bu dikeylik meselesi de yine tartışmamız gereken bir mesele çünkü dikey deyince hiyerarşik bir toplum yapısı geliyor aklımıza hemen ve ilişkiler yatay değil bu toplumda, genellikle dikey ilişkiler üzerinden yani iktidarla kurduğumuz ilişkiler üzerinden, devletle kurduğumuz ilişkiler üzerinden. Aslında biz birbirimizi tanıyoruz ve tanımlıyoruz. İlişkiler de sürekli dolayı bulanıyor bu yüzden de bu dikey bağlamda.


Fakat o yataylık meselesindezaten Sakat Muhabbet’in kendisi yatay bir muhabbet. Karşılaşmalara bağlı olarak ayrı düşürülmüş parçaların bir araya gelerek aslında daha önce mevcut olmayan ilişkileri icat ettikleri her türlü karşılaşma sakat muhabbet zaten. Çünkü o norm ve normun alanından bir tür sapmayı gerektiriyor ve düşünme işte tam da burada başlıyor. Yani sakat muhabbet meselesi benim için gerçekten normun alanını terk ettiğiniz zaman başlar. Bu arada sakat kavramı bile yine 19. yüzyılda sağlamlık tanımlandıktan sonra ortaya çıkıyor. 19. yüzyıl ilginç bir yüzyıl çünkü bioiktidarın, Michel Foucault’un özellikle altını çizdiği bioiktidarın yüzyılı yani artık nüfus biçimlenmeye başlanıyor.

Biliyorsun daha önce anatomi politik bir iktidar söz konusuydu. Yani tek tek bedenler biçimlendiriliyordu
kapatma mekanlarında; okullar, aile, kışlalar... Fakat 19. yüzyılla birlikte popülasyonun kendisi biçimlendirilecek bir bedene dönüştü aslında. Toplumsal bedenden söz edebiliriz. Ve buradaki araç norm kavramı yani bir norm kavramını icat ederek ancak siz popülasyona belli bir biçim verebilirsiniz ki burada da yine norm ve popülasyon deyince istatistik de işin içine giriyor. 19. yüzyılda istatistik var ve siyasi matematik, aritmetik deniyor istatistiğe ve istatistik meselesi zaten popülasyonu belli bir norm kavramı etrafında biçimlendirmeye, sayısal bir biçim vermeye yönelik bir alete dönüşüyor. Dolayısıyla bir bedenin nelere muktedir olabileceğini ne yazık ki bir norm toplumunda, normalleştirme toplumunda bilemiyoruz. Çünkü bedenlerimiz hakikaten ele geçirilmiş, işgal edilmiş vaziyette. Yani bu bedenlerin ele geçirilmesi öyle bir şey ki, farklı türden davranma meselesini biz kendimiz aslında anormal olabilir miyiz diye korkuyoruz yani farklı olarak düşünme, farklı olarak davranmadan korkuyoruz.

Norm deyince işin içine sadece formun uygun olup olmaması; sakat deyince
de direkt akla gelen şeydir ya bedensel bir yetisinin eksik olması ya da normal gibi davranmaması. Normal ne o zaman? Yani normal neye göre tanımlanıyor? Çünkü norm olarak tanımlandığında farklı olarak davranmak, farklı olarak düşünmek anormal olarak sayılmaya başlanıyor ki böylece aslında bir homojen toplum inşası, o heterojen unsurlar aslında dışlanmaya başlanıyor; farklı düşünen, farklı duyan, farklı cinsel yönelimleri olan... Bunlar dışarıda bırakılıyor aslında ki bu meseleyi yine dikey üzerinden düşündüğümüzde, her türlü yatay ilişki aslında dışarıda bırakılmış oluyor. Bizim karşılaşmalara ihtiyacımız var. Karşılaşmalar yeniden aslında bir araya gelip başka bir dünyayı yaratabilmek için elzem meseleler. Ama bu arada tabii ki bu işgal kuvvetleri tarafından işgal edilmiş bedeni özgürleştirmemiz gerekiyor sanırım. Çünkü her beden bir savaş alanı.90’lardan bir sanatçı, Barbara Kruger’in dediği gibi; “Bedenlerimiz savaş alanı.” Dolayısıyla gerçekten mücadele bedenin içinde geçiyor ve bedenin özgürleştirici kuvvetlerini aslında etkin kılmak gerekiyor. O yüzden bir bedenin nelere muktedir olduğunu ancak karşılaşmalarla, birbirimizle kuracağımız henüz mevcut olmayan ilişkilerle keşfedebiliriz. Beden meselesi gerçekten belki de tüm sorunların temelinde yatıyor.

Bir de kuir var. Kuir sözcüğü ise gerçekten yine argo bir sözcük. Fakat Almanca’da kuir eğri büğrü, yamuk demek
yani normun o dayattığı o simetriden yoksun olan demek. Dolayısıyla bu eğrilikler, büğrülükler çok önemli. Yani hayat düz bir çizgi ya da dikey bir yönelim doğrultusunda gelişmiyor. Hayat aslında eğriler çiziyor ve bu eğriler ile aslında biz hayatlarımızı biçimlendiriyoruz.


A.T.A.:19. yüzyılda demiştin başladı bu işler. 1800'lü yıllara tekabül eden 19. yüzyıl ve o dönemde Freak Shows başlıyor, bilmiyorum haberin oldu mu? Sakat insanları sergiliyorlar. Freak Shows, ucube gösterileri demek. Orada da sakatlar böyle farklı, bozuk gözüküyor. O FreakShows, belki de yüzyıllar sonra bugüne böyle yansımış. Orada kafalarda ‘bu insan, bu beden freak’ oluyor ve o freak’den belki de bugünlere geliyoruz. Bu konular uzar gider ama ortalara bir yere de geldik. Biz Sakat Muhabbet’de bir müzik parçası çalıyoruz ve konukların seçmesini istiyoruz. Rahmi, sen ne seçtin dinleyiciler için bu hafta?

R.Ö.:R.E.M.’den “Drive” dinleyelim.


Sakatgeçen


A.T.A.: Sakat Muhabbet devam ediyor. Bu hafta Açık Radyo'da uzun zamandır Yolgeçen programı sunan ve daha sonra bir ara verip şimdi bu yayın döneminde de İşler ve Günler’i sunan Rahmi Öğdül’ü konuk ediyoruz. Rahmi, ben bu programın ismini Yolgeçen’den ilham alarak Sakatgeçen diye düşündüm kafamda. Öyle bir tabir asla Türkçe'de yok ama belki bizim katkımız olur buna. Bir de sen beden ve mekan dedin ya, tam da ona uyuyor aslında; beden sakat, mekan geçen. Böyle bir paralelliği de şimdi seninle konuşurken kurdum. Sakat Muhabbet adını da sen dedin çok güzel olmuş diye. Ben başlamadan önce herkes şunu diyordu, “Ya Alper, tamam yap da Sakat Muhabbet olmasa mı acaba?’ Bunu diyenlerin çoğu da sakat olmayan insanlardı ve sakatların çoğu da alay gibi anlıyordu bunu. Ben diyordum, ‘Amacım zaten sakatlık kelimesinin anlamını değiştirmek.’ Bu yorumlar da aslında beni umutlandırdı. Dedim ki, ‘Demek ki böyle bir dert var, bunu ben yapayım.’ Bunun üzerine Sakat Muhabbet’e karar verdim ve 28'inci program olacak seninle beraber, bir yıldan fazla oldu başlayalı. Şimdi o zaman sorumu sana sorayım, Yolgeçen ile İşler ve Günler’in tanıtım metinlerinde geçen o tümceleri alarak sana bu soruyu soracağım; Yeryüzü ile gökyüzü, yaşam ile kuram arasında mekik dokuyan, hayati ve kitabi patikalarda sohbetler eden bir programcı olarak sen, Sakatgeçen ismi üzerinden ve tüm bu konular üzerinden neler söyleyebilirsin?

R.Ö.: Sakatgeçen kavramı hakikaten güzel
yani bir icat. Kavramlar icat edilir zaten. Felsefeciler de kavramı icat edenlerdir. Her felsefecinin kendi markasını taşıyan bir kavramı vardır; ‘Cogito’ Descartes’in kavramıdır veya Leibniz'in kavramları vardır, onları o icat etmiştir. Bence güzel, sakatgeçen bir kavram olarak da çok keyifli. Çünkü bir kere gerçek bir muhabbetin hakikaten bir sakatlanma ile birlikte gerçekleşebileceğini ben düşünüyorum. Aksi takdirde normalliğin şemsiyesi altında yani çam eğrisinin şemsiyesi altındaki bizler, aslında basmakalıp klişeler üzerinden konuşuyoruz ve hiçbir şey söylemiyoruz birbirimize. Asıl söylenecek şeyler farklı olan, farklı olanın ortaya çıkacağı alan vezaten o normalin sakatlanmasıyla gerçekleşecek bir durum. Dolayısıyla, sakatlanmadan zaten muhabbetin mümkün olamayacağını düşünüyorum. Çünkü sakatı yine tırnak içinde kullanıyorum; sakat, normalin dışarıda bıraktığı her türlü davranış benim için ve işte bu alan gerçekten düşünme. Dışarısı olarak, düşünmek için elzem, muhabbet için elzem bir alan zaten. O farklı olanların birbiriyle karşılaşmasıyla birlikte ortaya çıkabilecek o yeni olanı üretmek o kadar keyifli ki. Yoksa biz hep birbirine benzer olanlar, hep aynının dönüp durduğu muhabbetler gerçekleştiriyoruz. Buna muhabbet denmez, bu başka bir şey. Yani bu aslında alışkanlıkla yapılan ve alışkanlıkların dışına çıkmak istemeyen bireylerin, normalin içinde kalarak bir anlamda da muteber vatandaşlar olmak için ürettikleri muhabbetler. Yani şöyle bir şey var. Korkuyor insanlar aslında normalin dışına çıkıp yine tırnak içinde o ‘sakat’ duruma düşmekten yani bir sapkın durumuna düşmekten. Fakat ‘çizgiden sapmayın’ deyince aslında farklı olanla karşılaşmak da mümkün olmuyor. O çizgi düz çizgi, dikeylik aslında bizi bayağı bir budadı, farklılıklarımızı yok etti. Ama farklılıklarımız hep var, bastırılıyor. Bastırılan farklılığın aslında açığa çıkarılacağı bir ortam yaratmak aslında sakatgeçenlerin karşılaşacağı ortam, bu çok önemli. Yani muhabbet sakattan geçer diyebiliriz.

A.T.A.: Hep algı şu;
normal, norm daha kalabalıktır; diğeri kuir, sakat daha azdır. Şimdi seninle konuşurken tam tersi aslında çünkü kuir ve sakat çeşitlilik ihtiva eden demek. Biz daha kalabalığız, biz daha geniş bir kesimiz. Norm, daha dar bir kesim. Bunu da aslında düşündüm ben seninle konuşurken.

R.Ö.:
Kesinlikle haklısın. Çünkü herkes normali oynamak zorunda, normali oynuyor, herkes bir kere farklılıklardan oluşmuş bir yığın. İçimizde, kıvrımlarımızda henüz açığa çıkmamış bir sürü farklılık taşıyoruz yani ritüel bir alan aslında bu alan. Filozofların sözünü ettiği gizli kuvvetlerimiz var ve bastırılıyor aslında bu farklı olan şeyler. Farkın açığa çıkmasından en çok kim korkuyor? Aslında iktidarlar korkuyor. Fark açığa çıktığında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak çünkü artık ‘aynı’ geri dönmeyecek ve bambaşka bir dünyanın inşa edilmesi meselesi de işte bu farklılıkların açığa çıkabilmesi. Bunu becerdiğimiz takdirde hakikaten başka bir dünyayı hak edeceğiz. Normal; tanımlanmış norm olan ve biz bu normalin altına girebilmek ve normal olarak sayılmak için hakikaten tüm o farklılıklarımızı bastırıyoruz.



"Examined Life" ve "The Fight" belgeselleri

A.T.A.:
Çok güzel konulara gidiyoruz. Bir de itiraf edeyim ben dinleyicilere;
ben seni konuk ederken sana demiştim iki tane belgeselden konuşuruz diye. Sen de ona göre hazırlandın. Ama işte sakatgeçen deyince konular aldı bizi götürdü. Ama o iki belgesele de şurada hemen bir yer verelim. Şimdi dediğim gibi, 3 Aralık Dünya Sakatlar Günü. Ben de Mersin'de yaşıyorum. Kültürhane Mersin'de de her Pazartesi film gösteriyoruz biz. 4 Aralık günü de ben sakatlık üzerine bu iki belgeseli göstereceğim aslında. O iki belgeselden biriJudith Butler ile Sunaura Taylor’ın Examined Life (Sorgulanmış Yaşam) belgeseli. Bu belgesel, aslında daha geniş ama ikisinin 15 dakikalık bölümünü ben konuşacağım. Belgesele Platon’un, ‘Sorgulanmamış yaşam boşa geçmiş bir yaşamdır’ sözünden ilhamla bu isim verilmiş. Sunaura Taylor, sakat, feminist, LGBTQ bir aktivist. Judith Butler da feminist, LGBTQ bir aktivist. İkisi geziyorlar ve sandalye kullanıyor Sunaura Taylor. Sohbet ediyorlar ve Amerika'ya göre rahat bir yaşam sürüyor aslında Sunaura Taylor.

Bir diğer belgesel
ise The Fight’ (Mücadele). Bolivya'da 2017 yılında sakatların bir hak mücadelesi ve çok ağır koşulları aslında gösteren bir mücadele o. Bu iki belgeseli bilmiyorum sen de izledin mi? Son sorumda bu olmuş olsun sana, onu konuşalım istersen.

R.Ö.: İzledim tabii
ve özellikle teşekkür ederim bu belgesellerle beni de tanıştırdın. İzledim ve iki belgesel de hakikaten üzerinde düşünmeyi gerektiren belgeseller. Sakat aktivistin yaptığı söyleşi de aslında yürüme ile başlıyor yani kent içinde yürüme ile başlıyor ve Butler ona soruyor -bu tekerlekli sandalyesi olan birisi-, “Yürüme sözcüğünü mü kullanıyorsun kentte dolaşırken?” O da diyor ki, “Ben de yürüyorum.” Aslında, evet. Burada tekerlekler ile ayakların nasıl yer değiştirilebileceğini de bize gösteriyor. Çünkü aslında beden denilen şey, parçalar ve parçalar arasında bambaşka ilişkiler kurabilme meselesi. Protezler de bedenin bir parçası sayılıyor ve oradaki tekerlekli sandalye ile aslında birleşiyor beden ve artık parçası oluyor. Parçasını kullanırken de yine normal olarak varsayılan o yürüme sözcüğünü kullanması benim için çok anlamlı. Bu arada San Francisco'nun sakatlar için hakikaten erişilebilir bir kent olduğunu da altını çiziyor. Fakat diğer kentlerinin böyle olmadığını belirtiyor. Fakat Judith Butler orada yine Spinoza’ya bir atıfta bulunarak bir bedenin nelere muktedir olduğunu bilmiyoruz meselesi üzerinden bir sohbet açıyor. Bu belgeseli dinleyicilerimiz de izlesinler.



A.T.A.:
İkisi de YouTube'da var, onu söyleyelim, açık yani. İzleyebilirler.


R.Ö.: Bir beden nelere muktedirdir? Aslında bu soru çok önemli. Yani bunu sürekli kendimize sormamız gerekiyor çünkü beden üzerine hiç bir şey bilmiyoruz Spinoza'nın, özellikle Deleuze'ün okuduğu anlamda. Spinoza'nın söylediği bu, yani bilmiyoruz bedenin neler yapabileceğini. Dolayısıyla bir bedenin neler yapabileceğini ancak deneyerek öğrenebiliriz ki bu çok önemli bir alan. Bu arada diğer Bolivyalı aktivistlerin özellikle, sakat aktivistlerin yaşadıkları The Fight adlı belgeselde beni en çok etkileyen üzerinde polis yazan kalkanlar ile karşılaşması oldu sakat aktivistlerin. Yani şöyle bir şey, bir duvarla karşılaştılar, kalkanlardan oluşan bir duvarla ve üzerinde polis yazıyordu. Biliyorsunuz ‘polis’ sözcüğünün pek çok anlamı var, ilk başta da ‘şehir’ demek.



A.T.A: Eski Yunan çağında şehir anlamına geliyor yani sakatlar şehre alınmıyor aslında bu anlamda, evet.

R.Ö.: Evet. Yani şehir de düzen demek, kozmos demek. Dolayısıyla bir düzen ve bu şehrin düzeni norm üzerinden oluşmuş, kurulmuş ve içeri alınmıyorlar ve giremediler yani o polislerin o şiddetine maruz kalarak. Hakikaten o sürüklenme sahneleri falan fakat oradaki şey içeri alınmamaları aslında. Bir duvarla, ‘polis’ yazan bir duvarla karşılaşmak. Yani şehre, düzene, kozmosa dahil edilmiyor. Biz hep norm içinde düşünüyoruz bedenin kullanımını. Fakat hakikaten sakatlardan öğreneceğimiz bir şey de bedenin farklı kullanımlarının olduğu. Yani bu çok önemli.

A.T.A.: Bu konular bayağı gider. Tabi bizim programın süresi belli. Rahmi, çok sağol konuk olduğun için, sonuna geldik programın. Çok sağol Sakat Muhabbet’e konuk olduğun için. Bir tanışma oldu bu, daha uzun sohbetler de yaparız.

Sakat Muhabbet’te bu hafta Rahmi Öğdül’ü konuk aldık. Yolgeçen programından ilhamla Sakatgeçen dedik. Sakat Muhabbet’e [email protected] adresinden yazabilirsiniz. Sosyal medyada da varız. 15 günde bir de Açık Radyo’dayız. Bir dahaki programda görüşmek üzere diyorum, hoşça kalın.


R.Ö:Hoşça kalın.