Yeniden başlamak!

-
Aa
+
a
a
a

İtalyan kuramcı, yazar ve radyocu Franco 'Bifo' Berardi'nin İtalyanca kaleme aldığı günlükleri akademisyen, yazar ve yine radyocu dostumuz Serhan Ada'nın çevirisi ile yayınladık.

Bifo Kolaj

Hoşgeldi Mayıs,

ve yaban bayrağı!

Hoşgeldi bahar,

ister aşka düşsün insanlar:

ve  toplanın siz  genç hanımlar

alın sevdalılarınızı,

güller ve çiçeklerle,

güzelsiniz Mayıs’da

Poliziano

 

11 Mayıs

Bir yıl süren ızdırap ve acılar içinde kıvrandıktan sonra, annem 2015 Mayıs’ında gidince ölüm düşüncemin ana teması haline geldi.

Ona kur yapıyor, mümkünse geceleyin sessizce gelip beni bulması için meydan okuyordum. Acılı ve aklı yerinde olmayan uzun bir ihtiyarlık düşüncesi, bilinci uçuran ani bir çöküş düşüncesi beni korkutuyordu. Sonra, açık söylemem gerekirse, uzun yaşamanın mutlu bir yaşam için zeki bir strateji olduğuna hiç inanmadım ve jimnastik vb. yapıp iyi yaşlanılan ihtiyarlık ile ilgili tüm o laflar benim için ikna edici olmadı. Uzun yaşama [düşüncesi] bana bir şey katmıyor, diğerleri nasıl isterlerse öyle yapsınlar diyelim.

2019 ortasında, özellikle benim de epey hoşuma giden bir kitap yazmaya başlamıştım: Hiç Olmak.

İyi başlık değil mi?

Yüz sayfa kadar yazdım ama, pek çok konu taslak halinde duruyordu ve özellikle acele etmiyordum. “Hiç olmak” adını taşıyan bir kitabın  belki de pervasız yazarıyla birlikte yavaşça silinmesi ve sonsuzluğun kıyısına gelip bitirilmeden kalması gerektiğini düşünmüştüm.

Sonra, son iki yılda, o lanetli Houston seyahatinden sonra, hatta gittiğim o en berbat yerde geçirilen üç günden sonra, seyahat etme isteğim de iyice azalmıştı. Bir yerlere her gidişimde (Şubat’a kadar bunu yapmaya devam ettim) kendimi gereksiz bir stres altında hissediyordum, topluluk karşısında konuşmak yorucu hale gelmişti. 20 Şubat’ta, Lizbon’da halka açık olarak verdiğim son konferansı bir kâbus olarak hatırlıyorum. Uzun ve geniş garaj gibi bir salonda, patırtılı ve renkli bir kalabalığın doldurduğu bir sosyal merkezde konuşuyordum. Eğer doğru hatırlıyorsam, tema da az çok uğursuz, ironik kıyamet ya da kıyametin ironisi idi. Bu önemsiz, önemli olan ateşle oynuyor olmamdı.

O gün kendimi iyi hissetmiyordum. Kulağım ağrıyor, başım zonkluyordu, zorlukla soluk alıyordum ve bir yerde kendimi kaptırmış kalabalığa konuşurken dışarıdan canhıraş bir siren çığlığı duyuldu. Belki bir ambulans, belki de bir polis arabası, bilmiyorum. Bu cehennemî cayırtı o kocaman mekânda çınladı, dengemi ve soğukkanlılığımı kaybettim ve konuşmamın ucunu kaçırdım. Panik dalgası kaygılı bir sessizlik içinde on saniye kadar sürdü, sonra bu zihin bulanıklığı üzerine espri yaparak [konuşmama] normal olarak devam ettim. Kendimi psikosferdeki paniğe göre ayarladığımı, uluyan siren sesinin performansın bir parçası olduğunu söyledim ve her zamanki gibi mutlu isyanlar dileyerek konuşmamı tamamladım. İki gün sonra İtalya’ya dönüşte, Bolonya havaalanına indiğimde kafama bir termometre tabancası dayadılar ve dünyanın yeni bir çağa girdiği kanıtlanmış oldu.

İzleyen aylarda her şey değişti, yani her şey değil ama çok şey. Her şeyden önce Lizbon en son seyahatim oldu, en azından şimdilik, forever en sonuncu olması ihtimal harici değil.

O andan itibaren, geleceğe duyduğum merak zihin dünyamı öyle avuçları içine aldı ki küstahça kur yaptığım o kara kızkardeşe bir müddet beklemesini söyledim; önce nasıl sonuçlanacağını bir görmek istiyorum. Biliyorum, biliyorum hiçbir yerde bitmeyecek,

Hiçbir şey hiçbir zaman bitmez, her şey her zaman devam eder. Ama, en azından dünya tarihi nasıl bir yönelim alacak onu anlamak için, izninizle.

Ölümden söz edildiğinde nezaketsiz bir konu imişçesine rahatsızlık duyanlar ya da bütün bütün alınganlık gösterenlerden hazzetmiyorum. Çok saygı gören bir filozof birkaç yıl önce bana şöyle dedi: Dinle, ölümden bu kadar sık söz ettiğine göre, neden intihar etmiyorsun? Ve Spinoza’ya göre, bir filozofun ilgilenmesi gereken tek konu hayattır, dedi. O zaman çok saygı gören bu filozofun kasıntının teki olduğuna kani oldum. Spinoza beni affetsin, ölümle ilgilenmeyen bir filozof, filozof değil çukulatacıdır.

Birleşik Devletler’de ölü sayısı seksen bin, bu da [gerçekte] en azından iki katı olduğuna geliyor. Bu, birkaç gün öncesine kadar küstah ve kavgacı mesajlar gönderen başkanı ilgilendirmiyor; ama, son günlerde sağlık tavsiyeleri verdiği basın toplantılarını iptal etti ve biraz somurtuk duruyor. Seçimlere katılmasına kalan altı ay kendisi için kolay olamayacak gibi; şimdi de bu talihsizliklerin zirvesi olarak her gün Beyaz Saray’da çalışan üç kişi koronavirüs testinde pozitif çıkıyor: Pence’in sözcüsü, sarayın içişlerinden sorumlu bir görevli, başkanlık sarayının o çok korunaklı West Wing ‘e (Batı Kanadı) gidip gelen bir danışman. Hazretianamız için durum daha kötü olamaz. Virüs, ta içerideki, olabilecek en korunaklı yere kadar ulaştıysa insanları çalışmaya geri dönmeye teşvik edip durmak zor.

İşsiz sayısı şu anda yirmi beş milyon civarı ve önümüzdeki aya kadar otuz beş olması bekleniyor. Ve o ülkede parası olmayan tedavi edilemediğinden, yoksullar, afroamerikalılar ve latinolar her gün, her gün, her gün binlerle ölüyorlar.

 

Bir aydınlanma ve bir umut: Ya Trump şu günlerde, attığı iki tweet arasında bir köpek gibi geberirse! Belki de şimdi gitmek hoşuna gidebilir. Aziz Petrus’un karşısına dikilip ben Birleşik Devletler Başkanıyım bırak geçeyim diyebilir, Petrus da ona s. git diyecektir. Ama böylece, dışarıda kırk milyon işsiz homurdanırken bu şişmiş balon, Joe Biden gibi bir topal beygir tarafından yenilgiye uğratılmış olma rezilliğinden kurtulmuş olur.

Sonra da Birleşik Devletler Başkanı’nı düşünürken, neden bilmiyorum ama onu da artık siz düşünün, aklıma Manzoni’nin yapıtı[1] geldi. Dün akşam, Don Rodrigo’nun gece uyandığında vücudunda “soluk kırmızı bir çıkıntı” gördüğü sahneyi hatırladım. Kesin hatırlıyorsunuzdur: “Adam bittiğini gördü. Onu ölüm korkusu onu sardı ve daha kuvvetli bir macera olarak mezar kazıcıların elinde götürülüp toplu mezara atılacağı korkusuna kapıldı.”

Lucia’yı kaçıran, korku içndeki kötülerin reisi o zaman ne yapar? Başkan yardımıcısını mı çağırır? Aşağı yukarı şöyle:

Çıngırağa yapışıp onu hızla sallamaya başladı. Hemen aşağıda bekleyen Griso göründü. Yatağa belli bir uzaklıkta durdu, patronuna dikkatle baktı ve akşam çıkan şeyden emin oldu.

“Talihsiz adam, ‘Mike’ yani Griso sen daima en sadık adamım  oldun” dedi.

“Evet efendim.”

“Sana hep iyiliğim dokundu.”

“O sizin iyiliğiniz.”

“Sana güvenebilirim.”

“Hay aksi şeytan…”

 “Ben kötüyüm Griso.”

“Farkettim…”

“Cerrah Chiodo’nun (Anthony Fauci’nin[2] adı o zamanlar böyle idi)  evi nerede biliyor musun?” 

Don Rodrigo Griso’ya gidip cerrahı alıp getirmesi için yalvardı, ama öngörülebileceği gibi, beni okuyan yaklaşık yirmi beş kişinin hatırlayabileceği gibi, Griso ona ihanet etti.

Fauci’ye gitmek yerine, ölü gömücülere gitti, patronunun koronavirüs olduğunu söyleyip onları zavallı Rodrigo’nun evine götürdü ve ihanete uğradığını gören Rodrigo doğal olarak çok çok kötü oldu. Ölü gömücülerin biri ayaklarından biri omuzlarından tuttu, onu yan odada bıraktıkları bir sedyeye koydular ve o sefil ağırlığı kaldırıp götürdüler.”

 

12 Mayıs

Yirmi yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım ve o kadar çok istediğim adı, erotizm gibi, estetik gibi, epiderm gibi, tükeniş (extinction) gibi E olan kitabımın çıkması bekleniyordu.

Adı E çünkü iki ahbabın (hatırlar mısınız?) Batı felsefesi tarihinin ayırmalardan, ya…ya…ya’lardan ibaret olduğunu oysa, bağlamalar, ve…ve… ve’lerden ibaret bir felsefe kurulması gerektiğini konuştukları Rizom’a[3] atıfta bulunarak başlıyordu.

Tam da bu.

Yayıncımla – ki şu anda okumakta olduğunuz sitenin yayıncısı da o- konuştum ve zamanın dışında bir kitap olduğundan onu erteleyerek yerine bir başka kitapçık çıkarmaya karar verdik. Adı: Sonun Fenomenolojisi- Komünizm ya da Tükeniş. Ya da belki şu: Sonun Fenomenolojisi- Hangi Fenomenolojiden Bahsediyoruz? Yahut da kim bilir ne…

schermata

13 Mayıs  

Pandeminin yol açtığı çöküşün ilk başta toplumsal bakımdan olumlu sonuçlar vereceği konusunda kendimi kandırmıyorum. Tersine, Arundhati Roy’un yazdığı gibi, “koronavirüs insan bedenine girip var olan patolojileri çoğalttı, ülkelere ve toplumlara girip onlarda var olan sakatlıkları ve yapısal patolojileri çoğalttı.”  Arundhati’ye göre, virüs makineyi durdurdu, şimdi hedefi kâr olan makineyi çalışamaz hale getirmek için motorunun durdurulması söz konusu. Ne pahasına olursa olsun.

Birikim döngüsü yeniden başlamayacak, zira menteşeler yerinden oynadı: Sağlıkla ilgili olan, psişik olan, üretimle ilgili olan, dağıtımla ilgili olan, hepsi defolup gitti.

Geçmiş on yıllar boyunca emeğin prekarlaşması toplumu kırılgan hale getirdi ve direnişini zayıflattı. COVID-19 son darbeyi vurdu: Toplum zorunlu kapanma ve korku yüzünden çözüldü ve şu anda eylemle direnmek mümkün değil. Ancak, ne kadar paradoksal görünürse görünsün, kapitalizmi boğarak öldürmenin en barışçı biçimi borcu ödeyememe hali, hiçbir şey yapmadan her şeyi atlatmak ve kesinlikle, basit biçimde ödeyecek durumda olmadığımızdan ödememek.

Borç ödeyememe durumunun propagandasının yapılmasına, hakkında söylevler çekilmesine, üzerinde bağrılıp çağrılmasına ihtiyaç yok. Ekonomik çöküşün doğal uzantısı olarak kendiliğinden gelecek. Toplum da ayakta kalmaya ve keyif almaya dönük yerel ve özerk üretim ve dağıtım biçimleri denemek durumunda kalacak.

Geçen Ağustos’da, seksenli yıllarda, o yılların Bolonya müzik sahnesinde marjinal değil uç, özel bir yeri olan Confusional Quartet’in üyesi olduğu zaman tanıdığım Marco Bertoni aradı.

O yıllarda Bolonya’ya punk-no wave gelmişti ve ’77 ayaklanma fırtınasının son sert rüzgârlarıyla karışmıştı. Bu nedenle müzik sahnesi kalabalık ve coşkulu idi. Görülmeye değer o Skiantos’lar, radikal-punk Gaznevada’lar, deneyci Stupid Set ve hatırlayamadığım diğerleri.

 

Confusional’lar ise, en eğitimli, ince zevkli, poptan çok çağdaş müzik rock’dan çok soğuk caz idiler. 2019 Ağustos’unda Marco beni arayıp aklında sadece başlığı olan bir iş yapma arzusunu açtı. Neden bilmem, bunu benimle yapmayı istiyordu. Başlık beni yıldırım gibi çarptı; şu anda içinden geçtiğimiz hatları elektrik yüküyle sentezlediği için: Büyük göç, büyük red, soyut tekno-finansal şiddet ve nazizmin geri gelen somut şiddeti.

Bana başlığı söylediğinde hemen anlaştık: Wrong Ninna Nanna (Yanlış Ninni).

Tiguana ile San Diego arasındaki sınıra kadar gelmiş, ama sınırda silahlı muhafızlar [olunca] nereye gidip ne yapacağını bilmeden yere oturup bebeğini sallayan Honduraslı bir genç anne hayal ettim. Ama bu Sicilya kıyısına yönelmiş bir lastik botun içindeki Nijeryalı ya da Tunuslu bir genç kadın da olabilirdi.

Marco’yla birlikte, belki yeni gelenin büyüyeceği dünya üzerine yeterince düşünmeden dünyaya savunmasız bir varlık getiren annenin ne hissedeceğini hayal etmeye uğraştık.

Üremek için bir neden var mı?

Lübnanlı yönetmen Nadia Labaki, Cafernaum filminde, kendisini dünyaya getirdiler diye anne babasını yargıya şikayet eden Beyrut’ta berbat bir mülteci kampına sığınmış on iki yaşında bir Suriyeli çocuğun hikâyesini anlatır. Wrong Ninna Nanna için yazdığım metinler için ana ilhamımı Labaki’nin filminden aldım: Umudun olmadığı bir çağın yürek daralmasının içinden çıkan şiirler. Eylül ayında üzerinde çalışmaya başladık, sonra o sarsıntıların, Hong Kong, Santiago, Beyrut, Paris ve Barselona’daki devasa ve öfkeli isyanların güzü geldi.

Marco, tabiat ananın kendisine sunduğu tüm müzik aletleriyle bestelemeye başladı: Yapraklar, rüzgâr, kargalar, serçeler, akan su, aynı zamanda da çılgın sesler çıkaran piyanosu ve meleksi ve gizemli korolar.

Sonra, ben müzik gazeteciliği yaparken Lower East Side’daki müzik lokallerinde şarkı söylerken tanıdığım, Marco’nun da sanat kariyeri boyunca takip ettiği, zamanımızın büyük icracılarından biri olan arkadaşımız Lyndsay Linch’e rica ettik. O da evet dedi ve stüdyoda birkaç parça kaydedip onları bize yolladı ve böylece uzun bir montaj çalışması başladı. Sonra ben, hepinizin kesin tanıdığı Primal Scream’in muhteşem sıskası Bobby Gillespie’ye yazdım. Bu söz ve seslerin üzerine okuyarak, şarkı söyleyerek, içinden ne gelirse onu yaparak kendi sesini eklemeye ne dersin? Olur dedi.

Sonra, koronavirüs, pandemi, kapanma ve o noktada lanetin eksiksiz tamamlandığını düşündüm ve soyut ses, insana ait olmayan ses için bir parça “Earth and World” adlı bir giriş parçası yaptık.

Bir plak şirketi vinil bir edisyon çıkarmayı önerdi. Evet ama ne zaman? Plak, kitap, film üretimi yeniden başladığında mı?

Er ya da geç.

Ama o arada, plağın çıkmasını beklerken kıyametin ses kaydına benzeyen bu yapıtı online tanıtmak istiyoruz. Seksenli yıllarda Bolonya’nın çeperlerinde duvarları tag’leriyle dolduran Bolonyalı sanatçı arkadaşlarımız Cuoghi ve Corselli’yle konuıştuk. Wrong Ninna Nanna’nın yapımına katkıda bulunmalarını önerdik.

Kapanmadan tam bir gün önce buluştuk ve şu iki ayın yaratıcı yalnızlığında Cuoghi ve Corselli bazı parçaların videosunu yaptılar. Diğerlerini Marco Bertoni oğlundan yardım alarak yaptı. Stay tuned (Kulağınız bizde olsun).

 

14 Mayıs

Teksas’da silahlı milis göstericiler işyerlerinin açılmasına destek çıkıyor.

La Folha do Sao Paulo günlük gazetesine göre, bolsonarist milisler silahlanıyor, yenilgiyi kabul etmeyecekler.

Lorenzo Marsili’ye[4] göre, dünyanın sonu için fazla beklemeyeceğiz: “ Yavaşlama türünden kırsal düşünceleri unutun. Şu paradoksu düşünmek dahi yeterli: Çevremizdeki dünyanın sanal hızlanması bizi yavaşlamaya zorlayan bir kriz dolayımında oluyor. Oluşan tuhaf mekanizmada, evde kalmaktan dolayı ne kadar durursak gerçeklik o kadar değişiyor. COVID-19 dünyayı yavaşlatmadığı gibi, zaten var olan siyasal ve ekonomik dönüşüm süreçlerini de hızlandırdı.

Bu çöküşten ziyade bir sökülme.

COVID-19 dünyayı havaya da uçurmayacak. Ama onun daha da bozulmasını getireceği kesin gibi: Büyük dağıtımın lehine küçük zanaat dükkânları gitgide daha hızlı kapanabilecek; zorunlu borçlanma suçunu telafi etmek üzere kemer sıkma tedbirleri daha da sertleşebilecek; daha zengin olanların kaçış yollarına düşme hazırlanma eğiliminin güçlenmesiyle elitlerin kendi ulusal topluluklarından uzaklaşması süreci hızlanabilecek. Olay şu ki, kriz artık normalliğe ara verilmesi değil. Normallik krizdir. Kriz artık belirleyici bir an da değil, bir dönüm noktası da değil, bir kahramanlık anı da değil. Dolayısıyla yararlı bir kavram değil. Bu karantina döneminde en fazla eksikliğini duyduğumuz şeylerin listesini yaparsak -bir tür tüketiciliğin hayatımızdaki yerinin ne kadar önemsiz olduğunun farkına varmak için çok yararlı bir egzersiz- insan ilişkileri kuşkusuz ilk sıralarda yer alır. Dostlarımızı özlüyoruz. Ancak hepsini mi? İşte büyüme ile büyümeme arasındaki ikili tercihin ne anlama geldiğiyle ilgili basit bir örnek. Daha az dost ve daha fazla dostluk.

appasionata intenzia

 

15 Mayıs

Wu Ming’ler[5] nehir kenarına oturmuş, Giap’ta bir yoruma gönderme yaparak şöyle yazıyorlar: “ Heisenberg’çi[6] anlamda, virüsle açılma durumu arasında bir belirsizlik ilkesi söz konusu. Her ikisine de [aynı anda] bakıp bakışını sabitleyemezsin, ya birini ya diğerini azımsarsın. Diğerinin gözleriyle azımsarsın. Yani şu: Virüsü iyi gören (ya da iyi gördüğünü sanan) için acil durum virüs bittiğinde sona erecek sadece bir olasılık (iken); acil durumu iyi gören (ya da gördüğünü sanan) için ise, acil durumun yol açtığı sonuçlar daha az öldürücü olacak. Her tartışmanın içinde böyle bir dengesizlik var onu yüzeye çıkarmak ise daima iyi bir şeydir.”

Wu Ming’leri her okuyuşumdan sonra olduğu gibi, bir şeyler öğrendiğimi fark ediyorum. Şimdi bir an durup üzerine düşüneceğim.

Bu akşam terasta, gökyüzündeki o bitimsiz gibi görünen ışık melankolik biçimde sönüyor. Gün ışığı tümüyle gitmeden yarım saat yoga ve uzun bir mantra yapıyoruz.

Bolonya’da Il Tribolo (Boğadikeni) anarşist çevresinden kadınlı erkekli yedi yoldaş terörizm ve demokratik düzeni yıkmak gibi anormal bir gerekçe ile tutuklandı. Bu yoldaşlar mahkûmlara destek ve onlarla dayanışmada kendilerini göstermişlerdi ve son aylarda Dozza hapishanesindeki komitelerde ve kentteki girişimlerde yeniden ifade edilmeye başlayan anti-hapishane hareketinin tümüyle içindeydiler.

Onlara yapılan operasyon anormal özelikler gösteriyor: Dronlarla (kaçaklar bittiğinden onların kullanılması gerekli) çelik yelekli, kasklı, gösteri karşıtı harekât giysileri içinde polislerin evleri basması. Piacenza, Alessandria, Ferrara, Vigevano’da yüksek güvenlikli bölümlere nakledildiler. Neden?

İsnat edilen tek özel suç şu: Bir aktarma antenine zarar vermek, ki bunun da onlarla ilişkili olduğunun kanıtlanması gerekiyor. Ama bu çok üzücü biçimde, başka zamanlarda Val di Susa’daki[7] kurguları hatırlatıyor.

Savcılığın basın bildirisi siyasal bir belge niteliğinde: “Bakan Lamorgese’nin valiliklere gönderdiği, ‘aşırı ifade yuvalarının ortaya çıkmasını engelleme’ yönergesi doğrultusunda, ‘tarif edilen özel durumdan kaynaklanabilecek muhtemel başka toplumsal gerginlikler durumunda patlak verecek daha ileri devlet karşıtı mücadele kampanyalarının’ ortaya çıkmasını önlemeye yönelik niteliği teyid edilir.”

Kapanma dolayısıyla öne çıkan korku ve yalıtılma ikliminde bir önleyici baskı dalgası hazırlanıyor.

 

16 Mayıs

Guido Viale, 170 Temmuz’unda Lotta Continua[8] gazetesinde Contro il Lavoro (Emeğe Karşi) adlı ilk kitabımla ilgili  uzun bir zırvalama yayınladığından beri, bana kişisel olarak antipatik geldi.  Onu hiç affetmedim ama son zamanlarda hep akıllı şeyler yazdığını kabul ediyorum. Bugün Comune –Info’da[9] “güçlendirilmiş” normalliğe değinen bir yazısı yayınlandı:

"Yitik zamanı,  ama Proust’un dediği anlamda değil, telafi etmek üzere güçlendirilmiş, yani: Herkes için daha çok üretim, daha çok sömürü, daha çok prekarlık –yeni bir gelecek ve perspektif yoksunluğu, zenginlerle yoksullar sırasında gitgide açılan borç eşitsizliği, geriye düşmüş olanların daha fazla marjinalleşmesi, (onları daha iyi sömürebilmemiz için) aramızda olmaması gerekenlerin daha fazla itilmesi. “yoksulluk ödemesi” konusunda daha fazla kayıtsızlık.  Rolü toplum bakımından esas da olsa, uzun süre görmezden gelindikten sonra, feminist hareketler tarafından gündeme getirilen- üreme ve tedavi ile ilgili emek için uzun zamandır “eşit muamele” ve üretken emek olarak bilinenlerle uyumlu bir ücret talep ediliyordu. Başka deyişle, sağaltıcı emeğin üretici emek kapsamı içine alınması mücadelesi veriliyordu. Şimdi bunun tam tersine bir hareketin desteklenmesi gerektiği görülüyor: Şimdi tüm üretici emeğin yeryüzünün, canlıların, insanların birlikte yaşamasının sağaltılmasına dönüşmesi için dövüşmek gerekiyor. Sağaltmanın “üretici” denilen emeği  kendi anlam ve değerlendirme alanına çekmesi, oraya kabul etmesi ve aktarması gerekiyor. Bu dönüşüm sırasında “üretici güçlerin gelişiminin” asla gerçekleştiremediği ve gerçekleştirmesinin mümkün olmadığı dengeyi yeniden kurarak gerçekleştirmesi de gerekli. Bu uzun zamandır gerekli olan bir evrilme. Bu perspektiften bakınca koşulsuz bir gelire sahip olma talebi ücret –‘bana bir şey karşılığında ödeme yap’- niteliğini kaybedebilir aynı özden gelmeye dayalı bir talebin ifadelerini, şimdi tek bir insan türüne ait olmaya  dayalı bir talebe dönüşmesini benimsemek.”

 

17 Mayıs

Wu Ming’lerin az önce andığım sözleri üzerine düşündükten sonra, şimdi hassas bir noktaya dokunacağım, ama kimse üzerine alınsın istemem.

Ne bir üretkenlik fanatiğiyim ne de soyut bir değer olan özgürlüğe tapıyorum. Anarşist görüşteyim, ama özgürlük adına diğerlerini sallamamayı doğru bulmuyorum. Hatta (kimilerinin) çoğu kez özgürlük mitini çoğunluğu köleleştirmek için kullandığı düşüncesindeyim.

Ama geçen ay evde kalma zorunluluğundan söz edildiğini duyduğumda, sanki hepimizin yüzme havuzu, terası ve kâhyası varmış gibi, ünlülerin, onlar gibi yaparak bizi evde kalmaya davet eden reklam spotlarını gördüğümde, derhal orada yanlış bir şeyler olduğunu düşündüm. Ancak, onun tam tersine, herkesi ne pahasına olursa olsun üretim bandında çalışmaya göndermenin daha yanlış olduğunu düşünmüştüm. Confindustria Fiorello’dan[10] beterdir.

Uzatmadan: Virüsün yayılıp milyonlarca insanı öldürmesinin önüne geçmek için durdurmak doğru idi. Ama şimdi, iki ay sonra, gidip virüsün öldürücülüğüne dair verilere bakınca [sayıların] oldukça düşük olduklarını görüyoruz. Bundan öte, ölenlerin ortalama yaşına dair veriler de ilginç. Avusturya’da 80, İngiltere’de 80, Fransa’da 84, İtalya’da 81, İsviçre’de 84, ABD’de 80. Yetmiş yaşında olduğumdan, yaşlıların tedavi görmeyip ölüme terk edilmesini doğru bulmuyorum. Ancak…

Hararetli bir kapanma taraftarı olduğumu itiraf ediyorum ve tehlikeyi hiçe sayarak insanları çalıştırmak isteyen “özgürlük taraftarlarını” tanıyorum. Bununla birlikte, önleyici tedbirlerle ilgili polemik bir niyetim olmadan kendi kendime soruyorum: Peki ama nasıl?

Cevabım karmaşık ama basit.

Kapanma tedbirleri olmasa virüs katbekat fazla (insan) öldürecekti –dolayısıyla yaşasın kapanma.

Durdurulması ve kökü kazınması gereken, sadece bazı durumlarda son derece acılı ve bazen öldürücü reaksiyonlar zincirini başlatan virüs değil. Kökü kazınması gereken çevrenin sistematik olarak kirletilmesi, ekonomik rekabet stresi ve elektronik hiper uyarılma. Ama bunu yapacak olan doktorlar ve aşılar değil. Bunu biz, sınıf mücadeleleriyle yapmalıyız. Warren Buffett, sınıf mücadelesinin hiç bitmediğini, ama bunu onların, çakalların kazandığını söylerken haklıydı. Bu dündür, bugünse yarındır. Sınıf mücadelesi başlıyor ve bu defa çakallar şaşkın, en az bizim kadar.

 

18 Mayıs

New York Times’da, son derece bilgili, liberal, ılımlı ilerici gazeteci Roger Cohen’in bir yazısı çıktı.   Başlığı, “The masked against the unmasked” (Maskelilere Karşı Maskesizler) daha ziyade esrarengiz gibi görünse de, metnin kendisi, ilk satırlardan itibaren çok açık.

“…Colorado’da bir komşum bana şunları söyledi: Ötekiler (trumpistler) silahlı ve hiçbir şey onları durduramayacak. 2025’de Ivanka Trump 46. başkan olarak iktidara gelip başkanlık süreleri ortadan kaldırıldığında torunlarımıza ne diyeceğiz? Onlara biz onu sözlerimizle getirdik, ötekilerinse silahları vardı mı diyeceğiz?”

Doğal olarak, Cohen hemen sonra komşusuyla aynı fikirde olmadığını, Amerikan demokrasisinin Macaristan’dakine benzemediğini ekliyor.

Ancak, beni aydınlanmış liberal Cohen’in iyi niyeti değil, işin özü ilgilendiriyor. Beni, Amerika’da bir iç savaşın mı yoksa süprematistlerin (saf duyguyu öne çıkaranların) psikopatik zaferinin mi gelmekte olduğu ilgilendiriyor. Amerika’da gelmekte olan Brezilya’da ve dünyanın birçok başka ülkesinde de gelmekte: İç savaş en gerçekçi perspektif. Biz de mi silahlanalım? Sanmıyorum, iş silahlara kalırsa kaybedeceğimiz kuşku götürmez. Ama bizi neyin beklediği bilmeli ve çoktan ölüp gömülmüş demokrasi hakkında retorik cümleler kurmaktan vazgeçip gelmekte olan fırtınayı karşılayacak bir direniş icat edebilmeliyiz.

Size sıkılarak bir şey itiraf etmeliyim: Son zamanlarda değiştim, kişiliğim bozuldu, sonuçta kendimi tanıyamıyorum. Yanlış anlaşılmasın, pandeminin ya da kapanmanın etkisiyle değil, bu affedilebilir bir şey. Hayır, bu Netflix yüzünden oldu.

Şöyle diyeyim: On beş yıl kadar önce Billi’yle anlaşıp televizyon konusunu kapattık. Yıllar boyunca akşam yemeğimizi bu g. suratlılarla, onlardan çıkan bok safsatalarla berbat ettik. Yeter.

Televizyon ekranı, sarmaşıklarla, kaktüslerle ve ormangülleriyle kaplandı ve sonu çöp kutusu oldu. On beş yıl boyunca bazı döküntü barlarda birkaç saniyeliğine hariç bir daha TV’ye bakmadım.

Böylece bir sosyal uyumsuz haline geldim. Tanıdıklarla konuşurken referansların yarısını kaçırıyordum, adı çok geçen kişilerin hiçbirini tanımıyordum. Ne mutlu bana, Giletti’nin[11] kim olduğunu bilmiyordum.

Sonra kapanma oldu ve ne yaptım biliyor musunuz? Abartmayalım, gidip yeni bir televizyon almadım, ama Netflix’e kaydoldum. Dokuz Euro ödedim ve varlığından haberdar olmadığım bir sürü şey elimin altına geliverdi. Az çok rastlantısal olarak Casa de papel diye bir şeyi seyretmeye karar verdik –düşünün, House of Cards’ın tercümesi olduğunu düşünüyorduk. Bu, ulusal darphanede devasa bir soygunun anlatıldığı bir İspanyol yapımıydı. Gerçek bir soygun değil, para basılan o binanın işgali: Amaç, rehinelerin işbirliğiyle, yaklaşık 2,4 milyar Euro basmak. Rehinelerin arasında İspanya’daki İngiltere büyükelçisinin kızı da var ve soygunun kahramanlarının hepsi bir kentin adını taşıyor: Tokyo, Moskova, Berlin, Nairobi, Rio, Denver, Helsinki ve Oslo.

Eh şimdi hepsini anlatmayacağım, ama bir şeyi söylemem lazım. Casa de papel çok güzel, allak bullak edici, Dostoyevski’den iyi, Stendhal’den iyi, tüm evrensel edebiyat tarihinden daha iyi. Tabii (Tokyo’nun dört tane sakallı Sırp tarafından kurtarılması türünden) bazı şeyler inandırıcı değil. Ama Odysseia’yı okurken Ulises’in Akdeniz’in yarısını yüzerek geçtiğine inanabilir misiniz? Homeros öyle dediği için inanırsınız, biter gider.

San Giovanni in Monte hapishanesinde can sıkıcı bazı siyasal suçlar nedeniyle mahpusken, elinde hiçbir ateşli silah olmadan Emilya bölgesinde bir düzine kadar banka soyan Horst Fantazzini’yle  karşılaştığımdan beri soygunlara karşı  bir zaafım olduğunu itiraf ediyorum: Gişeye gidip (dilbilimcilerin “linguistik performans eylemi” dedikleri şeyi uygulayarak) sadece “bu bir soygundur” diyormuş. Kasiyerler kasada ne varsa veriyorlar, o da gülümseyerek neşe içinde gidiyormuş. Bir keresinde Piacenza’da bir kadın kasiyer, “gidin, yoksa polis çağırırım demiş ve (rafine bir beyefendi olan, mükemmel fransızca konuşan ve hapsihanede yavruağzı bir kadife smokinle dolaşan) Horst da ona: Affedersiniz, başka zaman gelirim, demiş.

Maalesef ben ödleğin tekiyim ve kimsenin malını kaldırıp götürmedim. Devlete karşı imkânsız isyanlar kurdum ve önümüzdeki yıllarda İtalyan devletinin yanısıra diğer şeylerle birlikte  kaybolup gidecek bir emekli öğretmen maaşıyla geçiniyorum.

Yine de on gün öncesine kadar olan bitenden haberim vardı, her gün Financial Times, New York Times, Le Monde, il manifesto, L’Avvenire, El pais’in yanı sıra üç-dört haftalık [dergi] ve kalın tarih ve felsefe kitapları okuyordum. Şimdi neredeyse hiçbir şey bilmiyorum ve Casa de papel’den, sevimli profesörden, güzelim Tokyo’dan ve esrarengiz ve kaygı uyandırıcı Berlin’den başka bir şey düşünmüyorum.

Bankalara, paraya ve onu biriktirenlere duyduğum kin, şu anda ifadesini böyle buluyor ama, önümüzdeki aylarda, kapitalizmin çürük bir kale gibi yıkılışı devam ettikçe, kamulaştırmanın  popülerleşeceğini umuyorum.

Kişiliğimdeki değişme .. bitişine de bağlı olabilir. Tedarik yollarının az çok tükendiğini okudum ve her halde kahrolası virüsün beni onlardan uzaklaştırmasından beri bana ondan bulan çocukları da artık görmüyorum. Doğruyu söylersem, içmemek kötü gelmiyor. Hatta, günde üç defa içmeyince, beynim aşırı uyarılıyor ve bunca neşe içinde konuşmamam gereken düşünceler aklıma geliyor. Bunları sadece size söylüyorum sevgili dostlar. Aman sizde kalsın.

Her halde bu yedinci mühür uzun psikoçöküntü günlüklerimin sonuncusu.

Sizlere veda ediyorum, şimdi ne yapacağımı bilmiyorum, ama bildiğiniz gibi güzel bir oyun kısa sürer, bu ise üç ay sürdü.

Dün kararname ile normal hayata dönüldü. Sort of.

Andrea Grop’unhemen paylaştığım mesajında öngördüğü gibi, parola şu: Yeniden yola koyulmak. Biz de yola koyulmak (yeniden paylaştırmak[12]) istiyoruz, neden olmasın. Özelleştirilmiş zenginlikleri yeniden paylaştırmak istiyoruz, bir mali kuruluşun boş kalan binalarını paylaştırmak istiyoruz, emeğin sömürülmesiyle biriktirilen parayı paylaştırmak istiyoruz. Parola şu: Yeniden paylaştırma, kamulaştırma, üretim araçlarının toplumsallaşması, cinsiyet, dini inanç, coğrafi bölge ayrımı olmadan  gelir garantisi.

Göreceksiniz, bir yıl içinde kamu malına el koyanların malları [tekrar] kamuya iade edilmezse, benim gibi insanların çoğunluğunun kapkara yoksulluk içinde kötü [koşullarda] öleceğini neredeyse herkes anlayacak. Ve kötü ölmektense iyi ölmek evlâdır.

Birileri kapanmadan daha iyi mi daha kötü mü çıkacağımızı soruyordu. Ne kastedildiğine bağlı: Muhakkak ki, korku, mesafelenme, ekonomik şantaj bizi daha dayanışmacı yapmayacak. Patronlar işsizliği bir şantaj olarak kullanacak; işçileri sömürüp onyıllar boyunca İtalyan devletinin katkılarını hortumladıktan  sonra Hollanda’da vergi öde(me)yip Torino ve Pomigliano’da insanları işten çıkaran FIAT’ın sahipleri şimdiden devlete şantaj yapıyor.

Bunlar olacak ve katlanacağız. Önümüzdeki aylarda çok şeye katlanacağız, ırkçıların göçmenlere karşı şiddetine katlanacağız, patronların ve faşistlerin gaddarlığına katlanacağız. İktidar kendini toparlayamayacağı için, geri dönülmez biçimde yörüngeden çıkan ekonomi makinesi çalışmaya başlayamayağı için sonsuza kadar katlanmamız gerekmeyecek.

Denizin ortasında fırtınaya yakalanan sarhoş gemiciler misali her şey istikrarsızlaşacak. Uzun bir istikrarsızlık ve direniş dönemine hazırlık yapmak lazım, derhal yapmak lazım. Direniş demek, kendini savunan hayatta kalma, zorunlu olanın üretileceği sevgi ve dayanışma mekânları yaratma demek.

Toplumsal hayatın kötüleşmesi, toplumun [öz] savunmasının unufak olması, tekno-totaliter denetim biçimlerinin hasta toplum bedenine sokuluvermesi, savaş taraftarı milliyetçiliğin baskın çıkması en az yüzde seksen beş ihtimal, hatta belki yüzde doksan ve bana kalırsa da yüzde doksan bir ihtimal. Muhtemel, muhtemel, muhtemel. Belki de kaçınılmaz.

Ama yılbaşı gecesi sokakta karşına çıkıp üç ay içinde Amerika’da otuz milyon işsiz olacağını, petrolün varilinin sıfır dolara düşeceğini, tüm dünyada hava taşımacılığının duracağını ve bütün bunların yanında, 11 Eylül’ün bir  şaka gibi kalacağını sana söylesem beni tımarhaneye kapattırırdın.

Oysa şimdi buradayız.

Neden biliyor musun? Bilmem kaç kere bunu sana söyledim: Çoğu zaman kaçınılmaz olan olmaz, aslında baskın çıkan hep öngörülemeyendir.

                      

 

[1] Alessandro Manzoni’nin 1827’de yayımlanan, Türkçe’de Nişanlılar olarak çevrilen “Promessi Sposi” (Evlenme Sözleri) adlı romanı.

[2] Anthony Fauci (1940):  1984’den beri Amerikan Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü Direktörü.

[3] Deleuze ve Guattari’nin geliştirdikleri kavram.

[4] Lorenzo Marsili (1984):  Düşünür ve yazar. Yanis Varufakis ile birlikte DiEM25 hareketinin öncülerinden biri.

[5] 2000’lerin ortalarından itibaren İtalya kültür sahnesinde etkin olan ve bir “kolektifler kolektifi” biçiminde örgütlenerek Wu Ming Vakfı etrafında toplanan, Giap adlı blogun da öncülüğünü yapan kolektif yazarlar.

[6] Karl Werner Heisenberg: 1927 yılında kuantumda belirsizlik ilkesini ortaya atan Alman fizikçi.

[7] Torino ile Lyon’u birbirine bağlayacak yüksek hızlı trenin çevreye vereceği zararlara tepki olarak gelişen 2014 yılındaki Susa Vadisi direnişine gönderme.

[8] 1969’da Torino’daki FIAT direnişi sırasında parlamento dışı bir sol örgütlenme olarak başlayan, ‘70’li yılların ortalarından itibaren kurucuları farklı partilere katılan sol örgütün yayın organı.

[9] Müşterekler kavramı çerçevesinde çıkan kolektif bir online yayın (www.comune-info.net).

[10] Rosario Fiorello (1960): İtalyan oyuncu, şarkıcı, radyo ve TV sunucusu.

[11] Massimo Giletti (1962): Televizyon programcısı ve sunucusu.

[12] BIFO burada “ri-partire” (yeniden yola çıkmak, paylaştırmak) fiilinin çiftanlamlılığını kullanıyor. (ÇN)