Satranç

-
Aa
+
a
a
a

İtalyan kuramcı, yazar ve radyocu Franco 'Bifo' Berardi'nin İtalyanca kaleme aldığı günlükleri akademisyen, yazar ve yine radyocu dostumuz Serhan Ada'nın çevirisi ile yayınlıyoruz. 

satranç zamanı
nero editions

29 Nisan

                         “Kuzu yedinci mühürü açınca,                        

gökyüzünde yarım saat

kadar bir sessizlik oldu ve

Tanrı’nın huzurunda yedi

melek göründü ve onlara

               yedi borazan verildi.”  (Kıyamet)

                                                                             

Facebook’da arkadaşım olan, arkadaşım diyorsam lafın gelişi, adını söylemeyeceğim (ona FeZe diyelim) bir tip var. Aptalın biri olduğumu söylemek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Ona bazen cevap veriyorum, bazen vermiyorum.

Benim gibi entelektüelleri bir yerine sallamayan, o üstten bakan anarko-marksist yorumlarıyla bana hep sevimli geldi. Onu nasıl anlamam?

Bugün, ilk defa daha ziyade uzun, kapsamlı ve polemik olmayan bir mesaj lütfetti. Kim bilir belki beni affetmiş olabilir. Okuyorum.

Aşağıda hepsini değilse de ona yakın bir kısmını aktarıyorum. FeZe’nin benimle kaybedecek vakti olmadığından, bir çırpıda yazdığını anladığım [bu metinde] bazı düzeltme ve doğrulamalar yapıyorum.

“İktidarın örgütlenmesi bakımından son 14.000 yılın tarihi, çizgisel olmayan, parçalı bir yapıdaymış gibi görünse de kesinlikle tutarlı bir eğilim mevcuttur. Başka bir söyleyişle, fiziki mekânların ortadan kaldırılması [onun yerine olsam, özelleştirme sonucunda fiziki mekânların çoğunluk bakımından ortadan kalkması derdim- not bana ait]. Arkeologların da anlattığı gibi, Uruk gibi bir şehir devletinde en başta görülen şeylerden biri de toprağın tahsisi oldu. Bu toprak bir krala, bir kente bir “tüzel” kişiye aitti. Hitit- Sümer savaşları sırasında, toprağın sahibinin elinden alınmasını öngören anlaşmalar yapıldı. Yani toprağa özgürce erişmek söz konusu değildi. İnsanlar bir araziye, bir yere bağlı hale geldiler.

Bu süreç aralıksız devam etti. 1600’lerde, İngiltere’deki Çitleme (Enclosure[1]) hareketleriyle hiç kimseye ait olmayan ortak topraklar özel arazilere döndü. Bugün artık herhangi bir kimseye ait olmayan bir santimetre kare toprak dahi yok. Sahibi olan [her] şey satılabilir. Bu sürecin korkunç örneklerinden biri, Filistin’deki arazilerin siyonistlerce satın alınmasıdır. Bir başka örnek: İngilizler, Afrika’daki yerli halkları arazi kadastro sistemini geliştirmeye zorladılar. Böylece denetim kendilerinde kalıyor ve koloninin zaferi [garanti] oluyordu. Şimdi tarihsel bir evredeyiz. Bilim kurgu kitapları ne zamandır denetimin makinelere geçtiğini anlatıyor. Buradan sadece kendi mülkünün tek oturulabilir mekân olarak tanınmasına geçiliyor. Yani, her şey mülkiyete konu olmalı. Her sokak, her bahçe. Bir toprak üzerinde imtiyaz sahibi olabilirsin ama, bu ancak özel bir mekânı kiralayarak mümkün olabilir. Böyle bir dünyada, mantıklı biçimde devlet sona ermeli, kamu arazileri yok oluyor, Glovo, Google, Amazon’un vergileri devletin kasasına girmiyor, güç tekeli ulus devletin elinden çıkıyor, yargının anayasayla bağı kopuyor, ulusal para birimi kalmadığı için devlet para basmıyor, kamusal olan kayboluyor. Bu noktada, topyekûn denetim için tüketicinin günde 24 saat boyunca bağlantıda kalması ve fiziksellikten korkuyor olması gerekli. Bu bakımdan iyi bir yerdeyiz; insanların büyük bölümü gönüllü olarak evlerinde. Bu anlamda 5G kaçınılmaz hale geliyor. 2 milyar deri altı aygıt ve tüm o akıllı ev donanımını yönetmeyi mümkün kılan teknoloji. Dolayısıyla 5G ile yaşamakta olduğumuz şey şu: Büyük şirketler yaşadığımız yerlerimizi satın alıyor: Land grabbing (büyük ölçekli ve haksız arazi kapma).

 

PS: Açıktır ki, bu hikâyede virüsün kendisinin bir rolü yok. Sorun bizatihi virüs değil. Ufkunda bizler ve bedenimiz olan, ölüm korkusu olan o yegâne zayıflığımıza saldıran o ürküntü var.”

FeZe sonra bir dilekle bitiriyor: “Bize çocukluktan beri "halk kazanamaz' dediler ve pek tabii bizi eylemsiz kalmaya ikna etmek için de bu hâlâ söyleniyor. Çocuklarınız ve bir tutam haysiyetiniz varsa, şimdi göçebe olma zamanı. PC’leri pencereden fırlatıp atma zamanı. Tümünü ve aynı günde. Destansı bir isyan eylemi.”

 

30 Nisan

Trump yönetimi, eyaletler tam virüs saldırısı altındayken finansmanı kesiyor. New York ve Kaliforniya valilerine kendi başınızın çaresine bakın diyor. Bir yanda Michigan’da silahlı Trumpçı gruplar valilik binasına girerken, [öbür yanda ÇN] valileri kapanmadan vazgeçirip ne pahasına olursa olsun ekonomik faaliyetlere geri döndürmeye yönelik bir tür zorlama. Kapanma karşıtı göstericilerden birinin elinde çalışmanın özgürlük getirdiğine dair bir pankart var. Pankarttaki yazı Almanca ve tam tamına şöyle: “Arbeit macht frei”.

 

 

1 Mayıs

Economist, bu çok eski gazeteyi belirleyen kaba gerçekçilik içinde, kaygılanıyor: Serbest piyasa tehlikede. “FED’in hazine bonosu alımları açığı finanse etmek için para basmaya benziyor. Merkez bankası şirketlere ve tüketicilere kredi akışına destek programları açıkladı. FED, sadece mali sisteme değil, reel ekonomiye de borç veren nihai kurum gibi hareket ediyor… Amerika’nın Ulusal Ekonomi Konseyi direktörü Larry Kudlow, Trump yönetiminin aldığı mali teşvik kararlarını daha on yıl öncesindeki Wall Street kurtarmalarıyla karşılaştırarak [bunu] Birleşik Devletler tarihindeki en büyük yardım programı olarak adlandırıyor. Amerika’da vatandaşlara 1.200 dolarlık çek verilecek.” (Üstünde Trump’ın imzasıyla. Kibrin tepe noktası.)

Economist şöyle devam ediyor: “Savaş yaşanmamış olsa, Avrupa’da 50’li yıllarla 70’li yıllar arasında elektrikten ulaştırmaya tüm hizmetlerin bürokratların denetiminde olduğu model hayal edilemezdi. Bu modelde devlet neredeyse her şeyi denetlerken vatandaşlar hem savaş alanında hem de evde müthiş fedakârlıklar yapıyordu.”

Felaketler (savaşlar, pandemiler) devlet aygıtının güçlenmesini kolaylaştırır diyen Economist, devletin özellikle zengin okurlarına vergiler getirmesinden korkuyor. Hükümetin, işletmeleri, istihdamı ve çalışanların gelirlerini korumasını öngören yeni fikir güçlenebilir. Gitgide artan sayıda ülke, ilaçtan tuvalet kâğıdına varana kadar sağlık malzemelerinin üretiminde kendine yeterli olmaya çalışacak, bu da küreselleşmede yeni bir gerileme ortaya çıkaracak. Devletin rolü kesin biçimde değişebilir. Oyunun kuralları yüzyıllar boyunca bir yönde değişti, ama şimdi ufukta radikal bir değişim kendini belli ediyor.

Economist’in talebe verilen destek ve sağlık gibi sektörlere yapılan kamu müdahaleleriyle ortaya çıkmakta olduğunu düşündüğü devlet sosyalizmi, küresel neoliberalizmin bu güvenilir dergisini ürkütüyor. Anlaşılabilir. Ancak, devlet müdahaleciliği tek başına durumu kurtarabilir mi, bitap halde, mesafelenmiş hareket etmekten çekinen kolektif bedene enerjisini geri kazandırmaya yeter mi? Bana öyle görünmüyor.

Paranın gücü silikleşti.

Fazla uzun süren tekno-finansal ivme, fazla uzun süren prekarite insan türünün zihin enerjilerinin tükenişini hazırladı. Şimdi dünya sürekli bir zayıflık içine girmiş gözüküyor.

Baudrillard, 1976’da, sermayenin yasalarından sadece ölümün kaçabileceğini sezmişti. Sınırsız genişleyen sahneden uzunca bir süre kaldırılan ölüm [şimdi] ufukta belirmekte. Dijital ve neoliberal çağda finansın soyutluğu toplumu mat etti. Sonra, yayılan bir maddenin somutluğu olan biyo-info-psikovirüs sermayenin soyutluğunu mat etti.

Şimdi yeni bir oyun başlıyor.

Bergman’ın filmindeki, Haçlı Seferi’nden dönen şövalye Antonius Block’un fırtınalı bir denizen kumsalında kendisini bekleyen ölümle karşılaşması gibi. Kuzey ülkelerinde veba ve umutsuzluk ortalığı kasıp kavururken Antonius, ölüme meydan okuyarak onu satranca davet eder ve ölüm de ertelemeye razı olur. Böylelikle yüzyılımızın ufkunda yokoluşun renkleri belirirken bir satranç oyunu başlayabilir: Ona Samuel Beckett’in bir oyununun, Nagg ile Neil’in çöp bidonunda oldukları, kör Hamm’in ise yürüyemediği oyunun [Oyunun Sonu- End Game] adını vereceğiz.

Bu yeni oyunu kazanmak için bana göre iki ya da belki üç çok basit hamle gerekecek: Kolektif olarak üretilen zenginliğin yeniden dağıtılması, herkesin tutumlu bir hayat sürmesine yetecek kadar gelirin güvence altına alınması, özel mülkiyetin kaldırılması, her şeyin araştırma, eğitim, sağlık ve kamu taşımacılığına yatırılması. Basit değil mi? Lakin bizim, demek istediğim insan türünün bunu yapmaya muktedir olduğunu sanmıyorum. Basitçe, insan türü durumun gerektirdiği düzeyde değil, elden gelebilecek pek bir şey yok. Blade Runner’daki yaratık Pris’in dediği gibi: “Biz aptalız, öleceğiz.” Bunu bir dram haline getirmeye gerek yok.

Biyo-virüs, gözle görünmeyen maddenin tekno-sermayenin döngüsünde bir anda ortaya çıkıvermesi.

Ne protesto çığlıkları, ne banka vitrinlerine fırlatılan molotof kokteylleri, Yunan vatandaşlarının çoğunluğunun verdiği oy toplumsal hayata finansal saldırıyı durdurmayı başardı ne de bu zenginliğin çılgınca bir gidiş içinde küçücük bir azınlığın elinde toplanmasının yarattığı çok büyük tehlikenin farkına varan iktisatçı ve gazetecilerin akılcı görüşleri bir işe yaradı.

Şimdi biyo-virüs intikam alıyor ama onu yönetmenin, onu kamu yararına çevirmenin bir yolu yok. Dolayısıyla, info-virüse dönüşüp infosfere geçerek zihni korku, kuşku ve mesafeyle ağzına kadar dolduruyor. Psiko-virüs olarak, fobik olma eğilimi taşıyan bir üstderi patolojisi olarak, erotik arzunun felce uğraması olarak ve böylelikle genelleşmiş bir depresyon olarak ve nihayet pasif agresif psikoz olarak kalıcı hal alıp günlük hayatta ve ekseni şaşmış jeopolitik dinamikte kendini gösterme riskini taşıyor.

Salgının [bu] biyo-info-psiko çevrimi finansal müdahale araçlarını etkisiz hale getirdi ve siyasal iradeyi bir sağlık programının askeri olarak icrasına indirgedi.

 

3 Mayıs

Angelo’dan aldığım mesaj şöyle bitiyor: “Yeryüzünün tümüyle insanlaştığını, bize artık hiçbir sürpriz yapmayacağını sanarken şimdi virüsün, eskinin “leones”i gibi olduğu (içinde aslanların yaşadığı) bir “terra incognita”[2]ya giriyoruz. Yani, bir tür iç sıkıntısıyla günlüğünü takip ediyorum. Ufku gün be gün gözleyerek damıttığın kehanetlerinin göründüklerinden daha az karanlık ve daha az ümitsiz olmasına dair umutlarım tükenmiş vaziyette”

New York Times’da Nathalie Kitroeff, Meksika’daki Amerikan Büyükelçi'sinin, ülkenin kuzeyindeki fabrikaların salgına rağmen, Trump’ın sürekli duvar tehdidi altındaki yetkililer tarafından kararlaştırılan kapanma önlemlerine rağmen, Yankee otomobil motorlarını teslim etmek üzere yeniden çalışması için baskı yapıyor.

Christopher Landau, büyükelçinin adı bu, Meksika, Kuzey Amerika’dan gelecek talepleri karşılamayacak olursa, bu fabrikaların yürümesini sağlayan siparişleri kaybedeceğini söyledi. Batı’nın önderi olarak gördüğümüz, son kırk yılda silahların ve finansın dayatmasıyla getirilen refomların ilham aldığı ülkenin büyükelçisi. Bu ülkenin geçirmekte olduğu felaketlerden sağ çıkmayacağı umudunu beslemek meşru bir şey olmalı. Sefalet, işsizlik, durgunluk, psikotik şiddet, iç savaş yakında onu paramparça edecek ve öyle de olmakta. Ne var ki, psikotik Amerikan imparatorluğu her halde ordusunun elinde bulunan yıkıcı gücü kullanacak ya da kullanmaya çalışacak.

Şu anda, yeryüzündeki insan uygarlığının yokolmasının koronavirüsten değil, bundan olması en büyük ihtimal. Beş yüzyıl sonra bunu görmek zor değil: Amerika dünyanın geleceği oldu ve şimdi Amerika, dünyanın içinde kaybolması mukadder olan uçurum.

Paris’de eve kapanan Alex’in yazdığı mesaj şöyle: “Koronavirüs, yeryüzünün, bize, insan türünün ve gezegenin muhtemel oluşumunu yeniden sorduğu maddî hayalgücünün aldığı biçim. Hayalgücünün sembolik olarak yeniden kombinasyonunun soyut biçimleriyle sadece insana ait olduğunu düşünen var idiyse büyük hata içindeydi. Küçük bir (organik? inorganik? hangisi olduğu önemsiz) maddi mutasyon gezegendeki her türlü hayat biçimini mahvetmekte olan büyük sembolik kombinasyonları yıkıyor. Her türlü sanal yeniden kombinasyon genel olarak, önce yıkıp sonra yeni imkânlara alan açtığından, yıkıyor ve yeniden hayal ediyor. Kaosmoz…”

Psychiatry Online sitesinde Luigi d’Elia, toplum çözülmesin isteniyorsa, karşılıklılık ilkesinin borç ilkesinin yerini almakta olduğu tezini savunuyor –bunu demiyor ama bana zımnen diyor gibi geliyor– : Tüm borçlar ödenemez durumda, şimdi bunu kabullenme zamanı, ekonomiden borç kavramını kaldırıp onun yerine karşılıklılığı getirme zamanı.

Etiyopya başbakanı, New York Times’da çıkan “Yoksul Ulusların Borcu Neden Silinmeli” başlıklı yazıda mutlak bir açıklıkla anlatıyor. “Karşılıklılık, karşılıklı bağımlılık ve karşılıklı bağlantı halinde olmak demek. Sadece pandemi türünden bir şey her şeyi birbirine bağlayan ipi gözlenilir kılıyor. Yeni (piyasa karşıtı) rasyonelliğin evrim planı, oyunun kurallarını gözden geçirerek onlar üzerine (tam da klasik yararcı anlamda) işbirliği yapmanın “uygun” hale gelmesi demek. Bunların arasında ilk düşmesi gereken borcun tiranlığı.”

Borcumu ödeyemediğim anda, benim yıkımım senin yıkımın olur. Salgın bunu gösterdi. Almanlar bu kavramı anlamakta zorlansalar da yakında kabullenmek durumunda kalacaklar.

İnsan etkinliklerinin içinde olup bittiği çerçeveyi radikal biçimde değiştirmeyi başaramazsak, borç, ücret, tüketim modelinin içinden çıkmayı başaramazsak iki kuşak içinde yokoluş garanti diyebilirim. Bu size biraz iddialı bir önerme gibi mi geliyor? Bana da, giderek komünizmle yokoluş arasında üçüncü bir yol göremiyorum.

Hem sonra, yokoluş hayalinin kendisinde ve kendisi için, o kadar da kötü bir şey olmadığını söyleyebilirim. Yeryüzü kibirli ve doymak bilmeyen misafirinden kurtulmuş olur, bitti gitti.

Gelgelelim, her şey iki kere iki dört gibi olup bitmeyecek- gece uyuyacağız, sabahına yokuz. Yokoluş birkaç yıl önce başladı ve yüzyıl boyunca sürecek: Giderek yayılan çöllerde yer değiştirip duran insan kitleleri, su kaynaklarının denetimini ele geçirmek için verilen topyekûn imha savaşları, tüm toprakları kavuran yangınlar ve doğal olarak gitgide sıklaşan viral salgınlar.

Anlamış olmamız gerekir: Bu andan itibaren kapitalizm bir dehşet okyanusundan başka bir şey değil.

 

4 Mayıs

Öğleden sonra bisikletlerin lastiklerini şişirip kent merkezinde tur attık.

Otomobiller görülüyor, ama az. Şosetli kızlar ve oğlanlar elektrikli kaykaylara binmişler. Hepsi maskeli. Neredeyse hepsi.

Yeniden açılma günü. Ooo. Nereye gitmek üzere? Confindustria homurdanıp duruyor, patronlar için milyonlarca insanın hastalığa ve ölüme gark olması normal bir şey, yeter ki rekabet gücü azalmasın.

Dijital kimlik teması üzerine yazdığı doktora tezini savunmaya hazırlanan Alejandra şöyle diyor: “Sosyal mesafenin normalleşmesiyle öpüşememek okşanamamak düşüncesi, bu önleme perspektifi beni paniğe sevk ediyor." Tezini ne zaman, nasıl savunacak? Muhtemelen Eylül’de, mesafeli.

SON KIYAMET

                                                                                                                                                    Etcetera, Buenos Aires

5 Mayıs

Trump, adının, kulağa bayağı gelen bu gülünç tek heceli kelimenin, tüm zamanların medya panoramasında mutlak birinciliği aldığına inanıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, küresel ölçekte bir kamusal alanın ortaya çıkışından beri adının en fazla zikredilen (kelime) olduğunu daha önce bir yerlerde söylemiştim. “Koronavirüs” kelimesinin birinciliği elinden almasından beri [ona] öfkeli olduğunu sanıyorum.

Elli yıl geriden gelen taşralılığıyla Corriere della Sera, hâlâ varmışlar gibi, Fransız entelektüellerine bağlanıyor. Houellebacq’in bugün [gazetede] çıkan kısa metninde şöyle deniyor: "Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ türünden açıklamalara yarım saniye dahi inanmıyorum. Aksine, her şey tam tamına aynı olacak. Hatta bu salgının olup bitişi de dikkat çekici biçimde normal.”

Kesinlikle her şey aynı olacak diyor Houellebecq. Ne mutlu ona.

Ben bir tür eksen kayması görüyorum. Toplumsal hayat formel çerçevesinin dışına çıktı. Tıpkı tüm depolar dolu olduğu için, okyanuslarda dolanıp durmakta olan petrol gibi. Arz ve talep de mal akışıyla aynı eksen üzerinde değil.

Bir zamanlar tüm eksenleri zincirleme birarada tutan para, koca deliği kapama telaşı içinde oraya buraya desteler halinde saçılsa da cazibesini ve enerjileri harekete geçirme kapasitesini yitirdi.

 O mor kâbusun lanetli toprağından duyulmamış bir fırtına çıkıyor.

Çoğalan maddi somutluk eksenleri aşındırıyor; ama eksenden sapmanın nedenini açıklamaya yarayan şeyin, enformasyona aktarılan oradan da insan ruhuna göçen biyolojik etmen, virüs olduğunu düşünmek yüzeysellik olur.

Eksenler uzun süredir gıcırdıyordu. Gevşiyorlardı.

Ama alternatif yok gibiydi. Gerçekten de, bir alternatifin ortaya çıkmakta gecikeceği şimdilik doğrulanmış gibi, asla tutarlı bir biçim almaması da ihtimal harici değil. Ancak, tüm bina artık ayakta duramıyor.

Infosferin en özel ve en hoş listesi olan Neurogreen’de Rattus’un Rizomatica’sının[3] çıktığı haber veriliyor. Espri dolu, hemen koşup bakacağım. Siz de gidip bakın.

 

6 Mayıs 

Eski dostum Leonardo, beni mesafelenmeyle açılan (ya da kapanan) psikopatoloji ve psikoterapi perspektifleri üzerine düzenlenen bir panele katılmaya davet etti. Bir Zoom buluşması için her zamanki prosedürleri yerine getirerek kendimi Latin Amerika ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde bulunan on kadar psikoloğun ortak sofrasında buldum. Tartışma tutkulu, uyarıcı ve kimi zaman endişe verici. Bunlar kuramsal konuşmalar değil, ama oto-analiz parçaları, her gün hastalarla, çokça da sanal ortamda, karşılaşılanların yaşanmışlıklarının fenomenolojisi.

Bu anlatılanlardan çıkan temel soru bana göre şu: Salgın ve kapanma ne kadar sürecek ve gelişme evreleri nasıl olacak?

İlk olarak ötekiyle temas konusunda bir tür fobik duyarlılık oluşması beklenebilir. Mesafelenme, ötekinin teniyle yakınlaşma tedirginliği - tüm bunlar bilinçli irade düzleminde değil, bilinçdışı üzerinde etkili. 

Bir anda bilinçdışının üçüncü devresine, yani psikanalizin üçüncü devresine girmekte olduğumuzun farkına vardım.

Bir zamanlar demir yüklü sanayinin ve monogamik ailenin peyzajına, itkilerin geri tepilmesine ve arzunun bastırılmasına bağlı patoloji, nevroz hakimdi. Freud’çu psikanaliz dönemi.

Sonra, skizo (şizo) figürünün panoramaya hakim olmasıyla şizoanaliz, sınırların kaldırılmasını getirdi.

Semiyo-sermaye (anlam sermayesi) alanında ise bilinçdışı gevşer, bastırmanın yerine hiper-ifade genel bir gereklilik halini alır. Just do it. Bilinçdışının patlayarak ağlar halinde yayılması narsist, panik ve nihayet depresif psikotik patolojilerin yayılması sonucunu verdi.

Sonra, psikosfere musallat olan biyo-virüsün etkisiyle, internet [döneminde] onlarca yıl süren gönüllü bağlantıdan, mesafelenmenin zorunlu bağlantısına geçiyoruz. Zoom, Instagram ve Google ten temasından, soluğu paylaşmaktan vazgeçmek koşuluyla toplumsal [ilişkiler] ve enformasyon akışını sürdürmemize izin veriyor. 5G teknolojisi, hayatın bağlantı tarafından emilmesini mümkün kılacak.

Geçmiş gönüllü bağlantı alanında hiper heyecanın yanı sıra bir de duyarlılık kaybı yaşandı, sürekli olmayan ve bedensiz arzu uğruna zevk ertelendi. Hiper ifade psikozunda arzu kendine karşı harekete geçiyor, çılgına dönmüş hayalgücü gerçeklik düzlemiyle karşılaşamıyordu.

Ama şimdi, zorunlu bağlantı ve bedenlerin mesafelenmesi alanına girerken öteki bedene karşı fobik bir hassasiyet ortaya çıkmaya başlayabilir. Yakınlaşmaktan korkma, temas dehşeti. Yahut şimdilik öngörülemeyen bir ters yüz oluşla aşırı bağlantı yükünün reddi ile sanal büyü bozulabilir mi?

Travmanın işleyişi bir anda olmaz, zaman içinde değişim geçirir: Öncelikle dudak dudağa gelme tedirginliğiyle birlikte fobik bir hassasiyet görülecek. Freudçu psikozun hakimiyetinden sonra, semiyo-kapitalizmin psikozunun hakimiyeti, ondan sonra da ötekine dair hayalin felç olduğu otizmin hakimiyetine girdiğimizi öngörebilir miyiz?

Bunlar şimdi cevap veremeyeceğim, daha ziyade kaygı uyandırıcı sorular.

Kafam karışık mı? Pek tabii, biraz karışığım, eğer elinizden geliyorsa affedin.

 

7 Mayıs 

Trump, yapılabilecek her şeyi yaptık, artık yeter, çalışmaya geri dönelim diyor.

Gerçekte, ülke salgının durdurulamaz yayılma evresinde. Washington Üniversitesi Ağustos ayına kadar 134.000 kişinin ölebileceğini öngörüyor. Şu sıra, günde resmi olarak iki-üç bin arası insan ölüyor. Bu ritmin Haziran başına kadar artmaya devam etmesi bekleniyor. Ama Trump birkaç hikâye anlatıyor, "işe girişelim" ve make America great again gibi. Ülkede günde otuz bin enfeksiyon vakası görülüyor ve pek çok eyalette sayılar artıyor. Ama Trump’ın acelesi var.

Batı’nın rehber ülkesinde her beş çocuktan biri açlık çekiyor. Korkunç bir durgunluk olarak görülen 2008’in başındakine göre üç kat fazla. O sırada bankaların kurtarılması gerekiyordu, kurtardılar ve toplumun ayakta kalma koşullarını yok ettiler.

 

8 Mayıs 

Çoğunluğu Afrikalı altmış bin göçmen çölü geçtikten sonra, Marco Minniti’nin[4] bastırmasıyla inşa edilen Libya konsantrasyon kamplarında tutulup şiddete maruz kaldıktan sonra, Sicilya Kanalı’nda boğulma riskini atlattıktan sonra, İtalya’nın güneyine vardılar ve kendilerine tarlalarda iş buldular. Saatte 3- 4 Euro’ya günde 10- 12 saat güneşin alnında. Geçen yaz biri, İtalyanlar’ın spagettinin içine koydukları, kursaklarında kalasıca boktan domatesleri toplarken Puglia güneşinin altında öldü.

Şimdi ortaya şu sorun geliyor: Şeftali ve domatesleri kimse toplamak istemiyor.

Bu durumda tarım işletmeleri o altmış binin en kısa sürede harekete geçirilmesini istedi ve o iyi (kadın) Tarım Bakanı, durumlarının yasallaştırılmasını ya da kendilerine en azından altı aylık oturma izni verilmesini önerdi. Bunu şöyle anlayalım, gidip tarantella[5] oynasınlar diye değil, köle gibi çalıştırılsınlar diye.

Karar dün parlamentodan çıktı ve parlamentoda adı bokumun beş yıldızı olan ve (tanrı beni affetsin) yedi yıl önce oy verdiğim, içinde nazimsi cahillerin bulunduğu bir parti var. Beş yıldız bokları zencilerin durumunun yasallığa kavuşturulması düşüncesinden çok korktular, af dehşetine kapıldılar. Köleler seslerini kessin ve çalışsın, bok ahlâkçıların ahlâkı bu.

Şimdi rahat edebilirler: Parlamento iznin verilmesine karar verdi, ama sadece üç aylığına. Günde on saat çalışmalarına yetecek kadar bir süre, binlercesi sıcaktan enfarktüsten gidecek, saatte 2 Euro alacaklar, belki 3. Beş yıldız bokları memnun olacak: O arada bu reziller ülkesi kesin biçimde sefaletin ta dibine inecek. Belki hepsi hepsi birkaç ay sonra.

 

8 Mayıs

Financial Times’da ilginç bir yazı, olabildiğince. Can we both tackle climate change and build a COVID-19 recovery? (“Iklim Değişikliğiyle Başa Çıkarken Aynı Zamanda COVID-19’dan Kurtulmayı Başarabilir miyiz?”) başlığıyla şu soruyu ortaya koyuyor: Kapanmanın ekonomik etkileriyle hesabı görürken [bir yandan] küresel ısınmayı azaltmak için fosil yakıt tüketimini azaltabilir miyiz?

Birleşmiş Milletler Sekretaryası’ndan Christina Figueres’in iyi niyetli yazısında şunlar söyleniyor: “Soru, pandemi ve iklim değişikliğiyle aynı anda başa çıkıp çıkamayacağımız değil, gerçek soru bunu yapmama gibi bir şansımızın olup olmadığı”. İyi niyetli Figueres, çekingen biçimde sürdürülebilir büyümeden [kalkınmadan?] söz ediyor: Pandeminin tenceresinden iklim değişikliğinin koruna geçemeyiz… Toparlanma programları küresel ekonomiyi sürdürülebilir gelişme ve daha fazla dayanıklılığa doğru yönlendirmeli.”

“Sürdürülebilir” kelimesinin tekrarlanan kullanımı bu akıl yürütmenin kırılganlığını birazcık açığa çıkarıyor. Sürdürülebilir toparlanma, sürdürülebilir büyüme. Ama nasıl yapılacak?

Ultramuhafazakâr American Enterprise Institute için çalışan hain Benjamin Zycher’ın cevabı, insanların mahkûm olduğu kadere karşı ilgisizliği bir yana, üzülerek daha inandırıcı, daha somut.

“Konvansiyonel olmayan enerjinin maliyeti rekabetçi değil, başka bir deyişle, sırf bunu sağlamak için neden vergi teşviklerine ve pazar garantilerine başvurulsun? Rüzgârın ve güneşin güvenilmezliği, hava akımlarının ve güneş ışınlarının enerji içeriklerinin yoğun olmayışı, rüzgâr ve güneşin elektrik enerjisine dönüştürülmesindeki sınırlılıklar, Avrupa’da ve Birleşik Devletler’de yenilenebilir enerjilerin pazar paylarının artmasının fiyatların yükselmesiyle sonuçlanmasının nedenleri… İklim politikasına öncelik verilmesi, özellikle kapanmanın yol açtığı korkunç şok sonrasında, pek çok insanın içinde bulunduğu koşulların düzelmesini engelleyecek. Dahası ülkelerin zenginliği azaldığında, çevre korumaya daha az kaynak ayırabilecekler. Büyümeden yana olanların gezegenden nefret ettikleri doğru değil. Çevrecilerin insanlıktan nefret ettikleri ise doğru…”

Doğal olarak, American Enterprise Institute’un geçmişteki birçok başka [marifetleri] bir yana, George Bush’un savaşlarını desteklediğini ve Exxon Corporation vesaire gibi hayır kurumlarının finansmanıyla yaşadığını iyi biliyorum.

Buna rağmen, bu namussuzun görüşleri meleksi Figueres’den daha inandırıcı. Sorun, kapitalizmin kendini usulca toparlaması için yeşil ekonomi vaazı eren tüm o puslu nosyonlar gibi “sürdürülebilir gelişme” sözcüklerinin bir oksimoron olması.

Kaynakları çıkarıp çevreyi dağıtıp altüst etmeden ekonomik büyümenin imkânı artık yok, küresel hasılayı artırmanın imkânı artık yok. Nokta. Büyüme, sermaye birikimi, rekabet, hasıla artışı ise, büyüme insan türünün uzun dönemde hayatta kalışıyla uyumsuz demektir.

Öte yandan Roma Kulübü[6], büyümenin sınırları üzerine o ünlü raporunda açıkça belirtmişti: “Bitmiş bir gezegen bitimsiz bir ekonomik gelişmeyi destekleyemez.”

Basit değil mi? 

İnsanların hayatta kalabilmesi için sonsuz büyüme değil, teknik zekâ ve özgür etkinliklerle üretebildiklerimizin eşitlikçi biçimde dağıtılması gerekli. Ne yoksulluk ne de feragat anlamına gelmeyen, dikkatin birikimin alanından tatminin alanına kaydığı bir tutumluluk kültürü gerekli.

Şimdi bitti. Şimdi sadece insan türünün tükenişini, (ya da en iyi varsayımla) insan uygarlığı olarak bildiğimiz şeylerin tükenişini hızlandırarak varlığını sürdürebilir.

Genitorialità ai tempi di COVID-19 (COVID-19 Zamanında Ebeveynlik) başlıklı bir araştırma, kapanmanın sonucunda bir doğum patlaması beklenmediğini haber veriyor.

Rahat bir nefes alalım.

Geleceğe dair ekonomik endişeler ve yakınlaşmanın verdiği bir tür rahatsızlık, çiftlere [bu işi] ertelemelerini tavsiye ediyor. “Pandemiden önce çocuk programlayanların %37’si bundan vazgeçti.” Hani şöyle der gibi: Her kötülük zararlı değildir.

Nüfus bilimcilere göre, yüzyılın sonunda yeryüzündeki insan sayısı dokuz ilâ onbir milyar olacak. Böyle bir sayıyla satranç partisini oraklı oyuncunun kazanacağından kuşku yok.

Yine de araştırma, virüsün akılların hiç olmazsa biraz başa alınmasına yol açtığı umudunu veriyor.

 

9 Mayıs 

Yarı açık pencereden içeri neşeli bir güneş sızıyor, aklıma o uçsuz bucaksız San Augustinillo plajı geliverdi. O denizde yüzülmüyordu dahi, o kadar tehlikeliydi ki, yakınlardaki bir girenin çoğu kez bir daha kıyıya çıkamadığı plajın adı La Playa del muerto (Ölü Plaji ) idi. Pasifik Okyanusu’yla oynamaya gelmez. Punta Placer’de (Keyif Burnu) tahtadan bir kulübe kiralamıştık ve akşamları Nerone’ye yemeğe gidiyorduk ve dönüşte karanlıkta plaj boyunca yürürken ben “lupita lupita amor della mia vita” (dişi kurt hayatımın aşkısın?) diyordum.

Belki artık bitti. Belki de bitmedi.