Covid-19 pandemisi ve çevre sağlığı: Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz’la söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Önce Sağlık’ta Ayşegül Tözeren ve Selim Badur’un konuğu Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz’du. 

Önce Sağlık: 19 Şubat 2021
 

Önce Sağlık: 19 Şubat 2021

podcast servisi: iTunes / RSS

(19 Şubat 2021 tarihinde Açık Radyo’da Önce Sağlık programında yayınlanmıştır.)

Selim Badur: İyi günler sevgili Açık Radyo dinleyicileri, ben Selim Badur.

Ayşegül Tözeren: Ben Ayşegül Tözeren.

SB: 19 Şubat 2021 bir cuma günü 95.0 Açık Radyo’da yeni bir Önce Sağlık programında birlikteyiz. Konuğumuzu Ayşegül tanıtıyor.

AT: Konuğumuz Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz’la konuşacağız. Cavit hocamızın anabilim dalı halk sağlığı, çevre sağlığında da yan dal eğitimini sürdürdü. Aslında bence biz 1 yıldır çevre sağlığı konuşuyoruz hiç durmadan diye düşünüyorum. Yani ne konuşursak konuşalım aslında bir şekilde çevre sağlığı konuşuyoruz. Biz de tam uzmanıyla bu konuyu konuşalım diye düşündük. 

SB: Hocam gerçekten bize vakit ayırdınız, sağ olun, üstelik Ayşegül’ün dediği gibi 1 yıldır herkes çevre sağlığı, işte olup bitenleri konuşuyor ama işin ilginci sizin yazılarınıza baktığımızda pandemi başlamadan önce siz neredeyse öngörmüştünüz bütün olup bitenleri. Bu da çok ilginç, yani bilimsel verilerden hareketle böyle bir riskin, böyle bir tehlikenin gelebileceğinden bahsetmiştiniz. Gerçekten haklı çıktınız bütün yazdıklarınızda. Sizi kutlamak haddime düşmez ama en azından teşekkür etmek isterim bir okur olarak.  

Cavit Işık Yavuz: Estağfurullah, ben teşekkür ederim Selim hocam sağ olun!

SB: Sağ olun!

AT:Evet bu benim de çok dikkatimi çekti, biz de Selim Hoca sayesinde erken fark edenlerdendik, biz de pandemiyle ilgili programımızı 31 Ocak tarihinde yaptık. Yani Türkiye’de çok bu gündem yapılmazken 31 Ocak itibariyle bizim gündemimiz artık pandemiydi. Ben de halk sağlığında mezuniyet sonrası eğitimini sürdürmüş bir kişi olarak hep şöyle baktım hayata, bazen tarihin sizi doğrulaması önemlidir. İşte o dönemlerde kimlerle halk sağlığında veya başka birimlerde pandemiyi konuşmuşuz ve kimler “ya bundan bir şey çıkmaz!” demiş pandemiden. Onların ben artık her türlü görüşlerine bir şüpheyle bakmaya başladım, yani büyük bir öngörüsüzlüktü çünkü. Öngörüleri sağlam olanlarıysa bundan sonra saygıyla ve dikkatle dinlemeye devam ettim. Hemen onu soralım hocam, iklim krizi sağlıkla ilgili ocak ayında bir dosya yapıyorsunuz, o dosyayı yaparken bu kadar çok bunların konuşulacağını, mevzu olacağını hissediyor muydunuz? Bir de hekim sezgisi vardır çünkü. 

CIY: Çok teşekkür ederim, büyük bir keyif benim için, öncelikle davetiniz için çok çok teşekkür ederim. Programın dinleyicisi olarak da katılımcı olmanın ayrı bir keyfi var. Bunu da ifade edeyim. Öyle bir dönem yaşıyoruz ki aslında 21. yüzyıla girerken biz bir krizler çağına girmiştik. Niye böyle söylüyorum? Her şeyden önce iklim krizi, iklim krizi lafını yeni kullanıyoruz ama iklim değişikliğinin buraya evrileceği 3 aşağı 5 yukarı zaten belli olmuştu gidişat itibariyle. Beraberinde çok erken dönemde bildiğiniz gibi 2008 yılında büyük bir finansal kriz yaşandı dünyada. Hatta kapitalizmin üçüncü büyük krizi diye adlandırıldı. O arada kaynadı gitti ama 2009 yılında aslında bir pandemi yaşadık biz, domuz gribi pandemisini yaşadık. 2000’li yılların başından itibaren başta DSÖ olmak üzere sağlık çevreleri pandemilerin giderek artan tehdidine dikkat çekerek, ülkelerin hazırlık planları yapmasını, hazırlık sürecini oturtmasını ve özellikle de veteriner halk sağlığını vurguluyorlardı. Gözden kaçan noktalardan bir tanesi de bu örnek, işte veteriner halk sağlığı dediğimiz kavramın anıldığını, bunun önemsendiğini ve hazırlık meselesine yedirildiğini görmüyoruz. Bırakın onu, ülkemizde veterinerlik alanında çalışan meslektaşlarımız sağlık çalışanı sayılmıyorlar. Böyle bir süreçten geldik ve 2009 pandemisini yaşadı dünya, domuz gribi pandemisini yaşadı. Özellikle grip virüslerine karşı pandemi hazırlık planları 2005’li yıllardan itibaren bütün ülkelerde hazırlandı, DSÖ buna yol göstermeye çalıştı ve aslında 2009 pandemisinin ayrıntılarına ve sürecine baktığımız zaman zaten bundan sonra da bu sürecin yaygın olarak gelişeceğini, ortaya çıkacağını ve beraberindeki etkilerle birlikte sıklaşacağını öngörebiliyorduk. Belki koronavirüs grubundan gelmesi yeni bir yenilik ya da şaşkınlık yarattı. Aslına bakarsanız orada da şaşıracak bence bir şey yok, Selim hocam buradayken bu konulara girmek haddime düşmez ama 

SB: Estağfurullah!

CIY: Koronavirüsler, 1930’lu yıllardan itibaren hayvan çiftliklerinde, hayvan üretim tesislerinde zaten hayvanlarda görülen bir virüs grubuydu. Baktığımız zaman 6 büyük salgın yapmış şu ana kadar yani Covid-19 da dahil olmak üzere. Bunun 3’ü 1930’lu, 40’lı, 50’li yıllarda hayvanlarda ishalli salgınlar şeklinde gelişmiş. Aslında en dikkat çekici olan insan bulaşının 2003 yılında SARS salgınıyla olduğunu gördük. 10 yıl sonra MERS çıktı. O dönemde DSÖ’nün uzman toplantılarında bazı uzmanların cümleleri var, şöyle diyorlar “bu koronavirüs grubu bir gün dünyayı vuracak” ve şöylesi değerlendirmeler yapılıyor, eğer o dönemde bir aşı geliştirmiş olsaydı belki de Covid-19’da %30-40 oranında işe yarayacaktı. Evet düşük oranlar ama aşıya başlangıcımız en azından daha ileri bir noktada olabilirdi. Dolayısıyla biz o sayıyı Toplum ve Hekim dergisinde ‘iklim krizi ve sağlık’ dosyasını hazırlarken böyle bir art alan üzerinden de hazırlamıştık ve derginin önceki yıllarda yayınlanan çeşitli makalelerinde de farklı düzeylerde de olsa bunlar tartışılmıştı. Bunlar uzun yıllardır dünyadaki zoonotik yani hayvanlardan insanlara geçen hastalıkların artışı ki burada şöyle bir rakam verelim, zaten mevcut infeksiyon hastalıklarının %60-70’i zoonotik hastalıklar ve her yıl yeni tespit edilen 5 hastalıktan 3’ü de zoonotik kökenli. Şimdi “bunun ne önemi var?” diyeceksiniz. Pandemiler için önemli çünkü hayvandan insana geçen virüslerin insandan insana bulaşır hale gelmesi ve yaygınlaşmasıyla pandemiler ortaya çıkıyor. Bu açıdan da bu artış çünkü bir yandan da şöyle düşünün ne diyoruz biz sağlık profiline baktığımızda? “Bulaşıcı olmayan hastalıklar arttı, artık kronik hastalık dönemindeyiz” diyoruz. Hatta bunu şöyle tarif ediyorlar, gecikmiş dejeneratif hastalıklar çağı diye tanımlayanlar var. Palyatif bakım dışında yapabildiğimiz bir şey yok. Ancak pandemiler bize gösterdi ki küreselleşen sağlık tehlikeleri çağındayız artık. Bu dönem uzun sürecek gibi görünüyor, beraberinde iklim kriziyle, ekolojik tahribatla, belki fırsat ve vakit kalırsa konuşuruz, endüstriyel hayvancılığın yaygınlaşmasıyla birlikte pandemilerin yaygınlaşmasını sağlayan çok fazla sayıda riskle karşı karşıyayız. Uluslararası finans kuruluşları bile buna dikkat çekiyorlar, örneğin IMF küresel düzeyde en büyük sağlık tehlikeleri arasında ilk sırada pandemiden önce pandemi tehdidini sayıyordu. Dolayısıyla bir krizler çağındayız ve bu krizler çağında açlık kriziyle, iklim kriziyle, ekonomik krizlerle birlikte bunun yanına artık pandemi krizlerini de eklemenin zamanıdır diye düşünüyorum.

SB: Evet bu tanımlamalarınız çok çok doğru, çok da güzel özetlediniz. Aslında mesela iklim krizi ve salgınları belki bir kademe daha üstten baktığımız zaman bütün saydığınız bu sanayileşmiş 

CIY: Endüstrileşmiş hayvancılık ya da fabrika çiftlikler diye adlandırılıyor. 

SB: Bu doğanın ve ekolojinin hoyratça kullanılması iklim krizi de o maddelerden bir tanesi. Belki bunların hepsinin üzerinde bu küreselleşen neoliberal politikaların uzantıları ve alt başlıkları gibi geliyor bana bilmem katılır mısınız? Belki programın son bölümünde bundan acaba şu yaşadığımız süreçten insanlık bir ders çıkardı mı sorusunu da ele alırız ama sanıyorum Ayşegül’ün o aşamaya gelene kadar size başka soruları olacak.

AT: Aslında bu konularda ilgili çok da program yaptığımız için, çok da düşündüğümüz için çok cümle kurabiliriz. Bu ufacık virüs DSÖ başkanının, genel direktörünün deyimiyle görkemli insanlığı aşağıladı. “Bu aşağılama, bu ders verme devam edecek mi?” diye soracağım ama siz endüstriyel hayvancılık vurgusu yaptınız, benim de çok okuma yaptığım bir konu endüstriyel hayvancılık, Selim hocayla ayrıldığımız konular var çözümleriyle ilgili. Endüstriyel hayvancılığa neden bu kadar çok vurgu yapıyoruz siz biraz açıklar mısınız? Endüstriyel hayvancılıkla ilgili aslında başka başka çözümler öneriliyor. Mesela gıda mühendisleri daha çok agroekolojiyi, ekolojik tarımı öneriyorlar fabrika çiftlikleri yerine daha küçük boyutlu. Başkaları vegan beslenme biçimine geçişi öneriyorlar. Bununla ilgili niye bu kadar önem veriyoruz? Sizce çözüm yolları var mı? 

CIY: Zor sorular hazırlamışsınız, öncelikle onu söyleyeyim gerçekten! Birkaç program konusu olabilecek konular bunlar. Bunlardan söz edip özellikle Selim hocamın neoliberalizm vurgusu aklıma eskiden yazmış olduğum bir yazıyı getirdi. 2009 yılı sonrasında, pandemi sonrasında Toplum ve Hekim’de yayınlanmıştı o yazım ve başlığı şuydu ‘Neoliberalizm ve Domuz Gribi’ ve bir sempozyumda ben bunu sundum ve dinleyiciler önce konuyu duyunca “Ne âlâkası var domuz gribinin neoliberalizmle?” dediler. Hâlbuki çok yakından alakası var. Niye alakası var? Domuz gribine yol açan influenza virüsünün aslında kökeni Amerika’daki domuz çiftliklerine kadar gidiyor. 1990’lı yıllarda Amerika’da domuz çiftliklerinde tespit edilen virüs türleriyle çok yakın benzerliği olduğu görülüyor ama ilişkisi şurada, Amerika kurduğu domuz çiftliklerinin çapını büyüterek Meksika’ya taşıyor çünkü Meksika’da hem ucuz emek gücü hem de ‘gevşek’ çevre yasaları var. Dolayısıyla yüzbinlerce domuzun bir arada bulunduğu büyük mega çiftlikler Meksika’da kurulmaya başlanıyor. Bizim için endüstriyel hayvancılığın pandemilerdeki kritik rolü şu, özellikle yaban hayvanları arasında dolaşan virüs gruplarının insan bulaşında evcil hayvanlar ya da fabrika hayvanları bir köprü görevi görüyor. Hayvancılık bir köprü görevi görüyor. Yani bu etkenler yabanıl hayattan, evcil hayvanlara ya da hayvancılık gruplarına, testlerine bulaşarak oradan insanlara geçip insandan insana bulaşır hale geliyor. Bu anlamda bir doğrudan temas da artıyor yabanıl şeylerle o da ayrı bir mesele, çünkü onların yaşam alanlarını biz gidiyoruz, yok ediyoruz, onlara yaşam alanı bırakmıyoruz. Ancak burada fabrika çiftlik dediğimiz yani çok sayıda hayvan bir arada yetiştirildiği büyük mega hayvancılık tesisleri pandemi virüs dolaşımını hızlandırdığı ve yoğunlaştırdığı için bir risk doğuruyor. Dolayısıyla mesela domuz gribinin Meksika’dan dünyaya yayılmasının altında bu politikaların, yani serbest ticaret anlaşmalarının, NAFTA vb. gibi serbestleştirilen daha çevre yasaları, çevre koruma şeyleri gevşek olan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere teknolojilerin kaydırılması, tesislerin kaydırılması ile çok yakından ilgisi ve alakası var. Bu anlamda özellikle küresel ticaretin ve hareketliliğinde artması bize yeni riskler getiriyor. Amerikan Hastalığı Kontrol Merkezi diyor ki “artık bir köyden bir etkenin çıkıp bütün dünyaya yayılması 36 saat içerisinde mümkün” hatta bu konuda çalışan ekologların yazdıklarından ben de öğrendim, ‘vahşi altılı’ diye bir altılı sayıyorlar. Hani bu vahşi altılı “pandemilerin kökeninde önemli ve tabii dünyanın da tahribatında çok önemli bir altılı” diyorlar. Bunlar uluslararası ticaret, küreselleşme, iklim krizi, türlerin kaybı, yabancı türlerin istilası ve habitatların parçalanması” buna ‘vahşi altılı’ diyorlar, bunlar biyolojik çeşitlilik kaybına yol açan üçüne de ‘şeytan üçlüsü’ diyorlar. Dolayısıyla biz öyle bir dönemdeyiz ki şu anda, gerçekten bir yandan yaşam tehdit altında, canlı yaşamı tehdit altında ama onun ötesinde şu ana kadar deneyimlemediğimiz, parça parça ortaya koyduğumuz ama bütün olarak da ortaya koymanın çok zor olduğu bir süreç yaşıyoruz. Mesela iklim krizinde de biz şu ana kadar mevcut ısınma düzeyinden sonra neler olacağını bilmiyoruz, şu ana kadar böyle bir deneyim yaşamış değiliz. Dolayısıyla bazı şeyleri yeni yeni öğrenerek, yeni yeni ortaya koyarak gidiyoruz. Belki bu pandemi sonrasında şu ana kadar hiç bilmediğimiz şeyler de ortaya çıkacak ve yeni yeni risklerle karşılaşacağız. Hiç aşina olmadığımız bir pandemi bir virüs ailesinden geldi, bu nereye evrilecek? Bu anlamda bilemiyoruz, bu nedenle de işte bu gıda üretimi, işte veteriner halk sağlığı ve tek sağlık yaklaşımı eskisine göre çok daha kritik bir önem kazanıyor. ‘Bu fabrika çiftlikleri konusunda ne yapılabilir, ne yapabiliriz?’ üzerine düşünmemiz, hızla düşünmemiz ve önlem almamız gerekiyor. İşin ilginç yanı, dünyada pandemi öncesinde 821 milyon insan beslenme kriziyle karşıyaydı ve bunların 120 milyonu ağır açlıkla karşı karşıyaydı ve yapılan tahminler pandeminin yaklaşık 300 milyona yakın bu rakamı arttıracağı. Öte yandan da dünyada büyük bir et tüketimi talebi artışı var, bir protein ihtiyacı talebi artışı var. Hatta ve hatta hani bırakın hayvan çiftliklerini yabanıl hayvan eti tüketmeye başladı insanlar. O etlerin işte o avlanarak insanlara sunulduğu böyle bir hani kapitalizm yarattığı çelişkilerin çok daha keskinleştiği bir dönem içerisindeyiz. O yüzden gıda üretimine hem zaten iklim krizi nedeniyle eğilmek durumundayız ama pandemiler nedeniyle de özellikle et üretimi konusunda çözümler üretmeye ihtiyaç var. ‘Çözümünüz nedir?’ sorusu apayrı bir tartışma konusu bence, onun için çok uzun süreler oturup tartışmamız iyi olur. 

SB: Peki bundan sonraki bölümde isterseniz bu tartışmaya da gireriz. Özellikle parantez açmışken hayvanların kullanımıyla ilgili şu pagolinler, yarasalar kısmına da belki biraz değinmek mümkün. 

SB: Konuğumuz Hacettepe Üniversitesi’nden Doç.Dr. Cavit Işık Yavuz, sağ olsunlar bize vakit ayırdılar ve katıldılar programımıza. Gerçekten çok önemli, aslında ‘neden çıktı bu pandemi?’ sorusunu ya da bundan sonrakiler ne zaman çıkacak? Belki de öyle desem hani ‘karamsar oldu’ diyecek Ayşegül yine bana ama bunun nedenlerini konuşuyoruz. Sağ olun hocam, evet Ayşegül söz sende.

AT: Evet çok birazcık üst düzey bir tartışma yaptık, dünyamıza geri dönelim diye düşünüyorum. Biraz uzaydan dönelim bizim turkuaz tablolarımıza! Bir ara çok konuşuyorduk turkuaz tabloları, vakaların seyrini ama son dönemde hep aşı konuşmaya başladık ama o turkuaz tablolar da var hâlâ. Hâlâ vaka çıkıyor hâlâ vefat eden bireyler var, her birey için çok üzülüyoruz, sağlık çalışanları vefatları devam ediyor. Bu turkuaz tablolarda iş nasıl gidiyor? Vaka sayıları ve tabii vaka sayıları ve seyir görece bir şey, test sayılarımız nasıl gidiyor? Çünkü aşı olurken nasıl maske ve mesafeden ödün vermememiz gerekiyorsa aşı yaparken de kamu testten ödün vermemesi gerekiyor. Nasıl gidiyor, iyi gidiyor muyuz Cavit hocam?

 Şöyle söyleyelim, tabii bu veri meselesi pandeminin birinci yılına yaklaştığımız dönemde Türkiye’de hâlâ farklı yönleriyle tartışılıyor. Biz farklı dönemlerde verilerle ilgili farkı tartışmalar yürütür halde bulduk kendimizi. Bildiğiniz gibi 29 Temmuz’a birdenbire bir değişiklik oldu, neden olduğunu, nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde 25 Kasım’a kadar sürdü, 25 Kasım’da da hasta rakamları yanında toplam vakaları da görmeye başladık. Bir baktık ki günlük hastalar o döneme kadar 6000’lerde iken toplam vaka sayılarımız 25-28 binler ve 30 binlere çıktı. Seyri değerlendirmek açısından büyük sıkıntı çünkü 29 Temmuz - 24 Kasım arasında benim hesaplarıma göre 800 bine yakın açıklanmamış vaka var toplam sayılara bakıp bir toplama-çıkarma yaptığımızda. 25 Kasım’dan sonraki trende ama toplam vaka sayılarına göre değerlendirebiliyoruz. Şöyle söyleyelim, günlük dalgalanmalar, bir gün test sayısı az, bir gün test sayısı çok yanıltıcı oluyor. Biz pandeminin epidemiyolojik değerlendirmesini yaparken haftalık, 2 haftalık trendlere bakıyoruz. Bu anlamda da şöyle bir rakam verebilirim, 7 günlük ortalamalara baktığımızda yani 1 hafta görülen toplam vaka sayısını o gün 7’ye bölerek günlük ortalama kaç vaka oluyor diye baktığımızda gerçekten 25-28 binlerden bu kısıtlamaların da tabii ki olumlu etkisiyle bu rakamların düştüğünü gördük. Ancak 6 binlere kadar düştü, ondan sonra yalnız bir yükseliş başladı. İşin ilginç yanı şu, test sayımızda bu süreç içerisinde test ortalamalarımız da düştü. Ben haftalık olarak takip ediyorum bu rakamları, bakıyorum ne oluyor ne bitiyor diye. Size birkaç rakam vermeye çalışayım bununla ilişkili olarak, 8-14 Şubat haftasında yani geçtiğimiz hafta günlük ortalama vaka sayımız, 7 günlük ortalamamız 7.818 olmuş. Yani yükselmişiz, 6 binlerden 8 bine doğru gelmişiz. Test sayımız ise önceki haftalarda 160 binlerdeydi, 8-14 Şubat haftası 128 bine düşmüş. Ölüm sayılarımızda bir azalma var, 100’ün altına indi ölüm ortalamamız, günlük ortalamamız 96 civarında. 100’ün altına inmesi olumlu ama hâlâ daha günde 80-100 kişiyi kaybediyoruz. 1-15 Şubat arasında 1562 kişi öldü Türkiye’de. Yani azaldı diye sevindiğimiz seviye de bu. Buraya baktığımızda test sayıları düşüyorken vaka sayılarımızın arttığını görüyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz diye de düşünüyoruz. Bakanlık aslında buna ilişkin bir yorum yapsa, Bilim Kurulu üyeleri yorum yapsa biraz daha net bazı şeyler ortaya çıkacak. Çünkü şöyle bir durum var, belirti gösteren hasta sayısı da düşüyor, yani o tabloya baktığınızda günlük hasta diye o tabloda olanlar 650 civarında, toplam vakalardaki oranı %10’un altına indi. O zaman da biz az test yapmamıza rağmen belirtisizler arasından daha çok vaka yakalıyoruz demektir. Ya test yaptığımız gruplar değişti, daha uygun gruplara test yapıp yakalıyoruz, bu olumlu bir şey olabilir ya da vaka temaslı oranında mı bir değişiklik var. Acaba mesela mutant virüsün etkisiyle mi böyle oluyor? Bununla ilgili bir açıklamaya ihtiyaç var, yani Sağlık Bakanlığı bazı şeyleri biraz daha net açıklarsa biraz daha bu konuda veriye dayalı yorum yapabileceğiz. Şu anda çünkü açıklanan test sayılarında da bildiğiniz gibi mükerrer testler var, kişi izolasyona alınıyor, 7. gün ya da 10. gün tekrar test yaptırılıyor. Bunların içinde bu var mı yok mu bunu da bilmiyoruz çünkü test ayrıntıları 1 yıldır hiç açıklanmıyor. Taramalarda mı daha fazla buluyoruz, vakaların temas ettiği kişilerle onları test yapıp daha mı fazla buluyoruz? Bunu bilmiyoruz ama çok bariz bir şekilde son birkaç haftadır test sayılarımız azalmasına rağmen vaka sayılarımızda bir artış var. Geldik 7-8 bin bandına oturmuş durumdayız. Bu test meselesi bence mutasyonla ilgili, mutant varyantlarla ilgili yeni bir belirsizlik dönemine girdiğimiz dönemde çok önemli. O yüzden bu testler niye azalıyor? Bir yandan da mesela sahadaki meslektaşlarımızdan şunları duyuyoruz, ben birkaç uzman arkadaşımızla konuştum diyorlar ki “vaka temaslı azaldı” yani “biz onlarla şey yapmıyoruz ama mutant virüslerin takibi için ekipler daha çok uğraşıyor ve başkalarına test yapma, test sayısını attırma konusunda yetişemiyorlar” diyorlar çünkü mutant virüs tespit edilen kişileri belli aralıklarla tekrar test ediyorlar evlerine gidip. Bunun test sayısında azalmasında bir etkisi olabileceğini söylüyorlar. Özetle, turkuaz tablodaki durumumuz bariz bir şekilde test sayısının düştüğü bariz bir şekilde de ortalamalara göre vaka sayısının arttığı bir dönem gösteriyor bize.

SB: Tabloyu çok anlaşılır bir şekilde çok güzel özetlediniz, sağ olun hocam. Ayşegül benim de sorularım var ama önce seninkileri bitirelim istersen?

AT: Sosyal medya takibi yapıyorum ben, hemen oradan bir selam ileteyim, sevgi ileteyim, Sinan Hoca, Sinan Adıyaman, TTB’nin bir önceki dönem başkanı dinlemeye çalışıyor. Vaka sırasında diyor ki “Ayşegül muhakkak arşiv linkini bana gönder” “tamam hocam!” diyorum, “sevgilerimi de ilet,” diyor ama aklı bizde.

CIY: Çok teşekkürler Sinan başkanım. Ben aynı zamana TTB Covid-19 izleme grubu üyesiyim, kendisiyle birlikte bu 1 yıl boyunca çok önemli çalışmalarda bulunduk. O süreci çok iyi yöneten bir başkan olarak bence TTB tarihinde çok önemli bir yeri olacak Sinan başkanın. 

SB: Siz böyle ediyorsunuz ama sizi Bilim Kurulu üyesi yapmadılar, Bilim Kurulu’na almadılar! Ne yazık ki sevindirici mi diyeyim ne diyeyim, nasıl tanımlayacağımı bilemedim, ne dediyse TTB birebir doğru çıktı. Yani bu da ilginç bir şey, gerçekten ne dediyseniz hepsinde haklı çıktınız, bütün yaklaşımlar bilimseldi ve doğruydu.

CIY: Evet. Aslında TTB’nin uğraştığı her alanda yapmaya çalıştığı şey de bu, bilimsel doğruları, hekimlik değerlerini esas alarak bir duruş ve bilgi kaynağı olmaya çalışmak. Burada da aslında farklı bir şey yapmadı ve gerek TTB’ye yönelik bu tip tehditkâr söylemler yanında bildiğiniz gibi İzleme Kurulu üyelerimizden Prof. Dr. Kayahan Pala bir soruşturma geçirdi. Yani kendi görüşlerini paylaştığı ve halkı dediğiniz gibi paniğe sevk etmek iddiasıyla az daha yargılanacaktı. Neyse ki üniversite yönetimi soruşturma sonucunda herhangi bir muhakemeye gerek olmadığı kararını aldı. Bu süreçler de aslında pandemi yönteminin bizim üzerinde durmamız ve gözden geçirmemiz gereken yanları. Bundan sonraki pandemilerde çünkü bu tip durumlara ilişkin ya da pandemi yönetiminde bu dışlayıcı karalayıcı tutumlara ilişkin tarihe not düşmek açısından da bunların önemli olduğunu düşünüyorum.

SB: Yavuz hocam çok doğru bir tespit, bir müzik arasından sonra isterseniz bu yaşadığımız bir yıllık sürenin hem Türkiye’ye hem de dünyaya ne öğrettiğini, bundan ders çıkartıldı mı acaba ona bakalım. Çünkü Türkiye’deki süreç tanımladığınız gibi şeffaf değildi ve bir sıralamaya göre şu anda unuttum ama bulabilirim hangi kuruluş olduğunu çünkü o bilgiyi Korona Günleri programında da biz tartışmıştık. Bu Covid-19 sürecinde şeffaflık sıralamasında yapılmıştı ve Türkiye 100 ülke arasında 97. idi. Yani ummadığınız gibi ekonomik olarak bizden çok daha geride gibi görünen ülkelerin bile şeffaflık yönetmeleri çok daha ön sıralardaydı. Gerçekten bu kasıtlı olarak mı yapılıyor? Buna birikimleri mi yetmiyor yöneticilerin? Nedenini bilemiyorum ama bu şeffaflık konusunda gerçekten pek başarılı olduğumuz söylenemez. Peki siz biraz erken ayrılacaksınız biliyorum toplantınız var ama gelin bir parça daha dinleyelim. Bu da bir öğretmen tarafından seslendiriliyor, çocuklarına uzayı tanıtmak için Ay Dede’yi tanıtacak. Ferhat Öztürk seslendirecek ‘Ayın Evreleri Şarkısı Aya’. Ben teknik masadaki sevgili F eryal’in programcı arkadaşımız ve programcı arkadaşım sevgili Ayşegül’ün neden tepki verdiklerini anlamadım. Çünkü yakın bir gelecekte ülkemizin altına imza atacağı yeni bir başarının temelini oluşturacak şarkılar çalmaya ve bulmaya çalıştım ama takdir edilmedim! Cavit hocam sizin anlayışınıza sığınıp son bölümde biraz da hani bütün bu yaşadıklarımızdan sonra geleceği nasıl görüyorsunuz? İsterseniz ona bakalım. Hem Türkiye yani “bundan sonra daha şeffaf, daha bilimsel yönetilir bundan sonraki olası pandemileri” dediniz. Acaba öyle bir ders çıkartıldı mı sizce? Sadece Türkiye için değil dünya için de aynı soruyu sorayım. 

CIY: Çıkartılanlar var, çıkartılmayanlar var diye düşünüyorum. Aslında teorik olarak bütün ülkeler pandemilere hazırdı, bir hazırlık planları vardı. Bizim de vardı ve Türkiye’de 2019 Aralık ayında influenza pandemi planını güncellemişti aslında. Yani bu açıdan bakarsanız biz pandemiye hazırlık planımızı güncellemiş bir vaziyette yakalandık ama tabii o planı ne kadar içselleştirmiştik, o bir yazılı doküman olunca yetiyor mu yetmiyor mu? Bunu içselleştirmek bırakın pandemiyi yani deprem meselesine bakalım. Biz depremi bu ülkede 3-5 yılda bir gündemimize getirip “a çok iyi hazırlanmamız lazım” deyip ondan sonra da unutuyoruz ve önümüzde beklenen Marmara depremi gibi bu ülkenin her şeyini baştan sona değiştirecek bir mesele var. Dolayısıyla bu hazırlık planı da aslına bakarsanız hazırlık planının ayrıntılarına baktığınızda ben bütünüyle uygulanmadığını düşünüyorum. Hani birçok ortada belirtilen işleyişin uygulamada hayata geçmediğini görüyorum. Hani bu meslek örgütlerinin katılımı meselesini de aslında planda lojistik destek boyutunda olduğunu görüyoruz. Yani bunun da aslında yapılmaması zaten yapılsa bile ancak lojistik destek anlamında bir anlayışla oraya konmuş. Bunları değiştirmemiz gerekiyor her şeyden önce, bunun yanında Amerika’da artık ismine çok aşina olduğumuz Dr. Fauci’nin bir lafı var bu hazırlık planlarıyla ilgili “elimizde çok iyi bir hazırlık planı vardı, savaş başlayıp bombalar geldiğinde hiçbir işe yaramadığını anladık”. Dolayısıyla planlar gerçek anlamda uygulamaya geçtiğinde ortaya çıkıyor, ancak görünen o ki bundan sonraki dönemde eğer ülkeler veteriner, halk sağlığı alt yapılarını güçlendirmezse ki bunun için de ya yıllık bazı uluslararası kuruluşlar 3-4 milyar dolarlık bir yatırım gerektiğini ifade ediyorlar. Bizim bundan sonraki pandemilerle baş etme şansımız çok olanaklı değil gibi görünüyor. Benim yine gördüğüm pandemi süresince ne Türkiye’de birinci basamak sağlık hizmetlerinin, veteriner halk sağlığı, koruyucu hekimlik ve diğer halk sağlığı disiplinlerini içine alacak bir yaklaşım ve bakışın olmadığını görüyoruz. Hastane merkezli, hastane odaklı pandemi yönetiminde bile uzun süre bu şekilde devam eden bir anlayış olduğunu görüyoruz. Sağlık bakanlığının TBMM’de yaptığı bir sunum var yaz aylarında, o sunumda paylaştığı verilere göre filyasyon diye adlandırdıkları aslında temaslı takibi olan uygulamalar 15 Nisan’da başlamış biliyor musunuz? 15 Nisan’a kadar Türkiye’de, yani aradan geçen 1 aylık süre içerisinde pandeminin başlangıcından itibaren biz yaygın bir temaslı takibi yapmamışız. Halbuki plana baktığınızda bırakın pandemide ilk vakanın görülmesi, dünyanın herhangi bir yerinde pandemi riski olduğunda teyakkuza geçiyor Sağlık Bakanlığı plana göre ki hazırlık süresinde bildiğim kadarıyla Selim hocanın da önemli katkıları olduğu pandemi planına, birçok hocamızın katkıları oldu. Dolayısıyla bu dersler konusunda ‘ne işledi ne işlemedi?’ bunları masaya yatırıp değerlendirmemiz gerekiyor. Biz gördük ki 1 yıl içerisinde İçişleri Bakanlığı Sağlık Bakanlığı’ndan çok daha önemli bir rol oynadı. Genelgeler bir sürü sağlıkla ilgili şeyler İçişleri Bakanlığı’ndan çıktı ve illere gitti. Oysaki hazırlık planında ulusal koordinasyon kurulu diye bir yapı var ve başında koordinatör olarak Sağlık Bakanlığı var.

SB: Tabii.

CIY: Dolayısıyla bizim bu yapıları bu işleyişi gözden geçirmemiz, hazırlık planlarını daha iyi uygulayan ve bunu geliştiren bir perspektifte devam etmemiz gerekiyor. Yine aynı şekilde test meselesi, uzun süre pandeminin başından itibaren Türkiye’de tek merkezde test yapıldı, Ankara’da. Yani Antalya’da yurt dışına gidip gelen kişilerin örnekleri alınıp Ankara’ya taşındı. Testin yaygınlaştırılması 1 aya yakın bir süreyi buldu, o da önce 3 il, 5 il, vs. derken sonra gördük ki şu anda son rakama bakmadım ama 400’ün üzerinde yetkili test merkezi var, bunun %50’den fazlası özel sektörün. Bir de burada böyle bir yine neoliberal bakışın etkisiyle oluştuğunu düşündüğüm bir manzara var gerçekten. O yüzden bundan sonraki pandemilerde örneğin test kapasitesi, testin yapılabilirliği, yaygınlaşması temaslı takibi yöntemleri, kendimize, ülkemize özgü yöntemlerle ilerlememiz gerekiyor. Bizim şu anda ana bilim dalımızdaki asistanların büyük bir kısmı filyasyon ekiplerinde görevlendirildiler, Eylül’den bu yana orada çalışıyorlar. Çünkü yetmiyor, insan gücü yetmiyor, salgın yayıldıkça yani siz ne kadar çok ekip kurarsanız kurun yetişemezsiniz zaten. Bu kısıtlama önlemleri, bunların hangi kriterlere göre alındığı, hangi kriterlere göre gevşetildiği, hepsi tartışma konusu. Bunlarla ilgili bize yol gösteren yazılı, bilimsel çerçevede belli kriterlerin bulunduğu, Bilim Kurulu’nun yol gösterdiği, hani adına Bilim Kurul dediler ama ulusal danışma kurulu aslında planda, bunların çok somut şeyler üzerinden ilerlemediğin görüyoruz. Yine Selim hocanın bahsettiği toplum katılımı, bu sürecin en önemli eksiği bence sadece meslek örgütlerinin değil toplumun kendisinin de kararlara katılmadığını ve böyle bir ihtiyaç da hissedilmediğini görüyoruz. Bunlardan ders çıkartmazsak bundan sonraki pandemilerde de aynı keşmekeşi yaşayacağız. 

SB: Dünya açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani özellikle planların uygulanması belki batı ülkelerinde daha sistematik, daha düzenli yürüyebilir ama doğaya, ekolojiye yaklaşım, bu neoliberal politikalar, bu açılardan herhangi bir değişiklik bekliyor musunuz? 

CIY: Biraz bekliyorum açıkçası, o da şu nedenle. 2008 krizi kapitalizmin üçüncü büyük krizi olarak adlandırılıyordu ama bir finans kapital kriziydi. Ancak 2019 Covid-19 pandemisi tedarik zincirlerinde çok ciddi sıkıntılar yarattı özellikle Çin merkezli çıktığı için. Dolayısıyla o 10 yıl önceki borç krizinin üzerine bir tedarik krizi diyebileceğimiz bir şey geldi. Bundan sonrası için ülkeler bu küreselleşme ve neoliberal politikaların getirdiği bu tedarik zincirlerinin küresel ölçekte yayılması meselesini pandemi gözüyle değerlendireceklerdir. Bu anlamda da bu tedarik meselesinin ülke çaplı ya da yakın coğrafya çaplı yürütülebileceği biz ekonomik sistemler görebiliriz. Bu anlamda da ben Covid pandemisinin orta ve uzun dönemli ekonomik sistemlerin de önemli etkiler doğuracağını düşünüyorum. Ülkeler şunu gördüler, uluslararası hareketin bu kadar artması pandeminin yayılım riskini çok arttırıyor. 

SB: Evet.

CIY: Öte yandan da kışkırtılmış bir turizm, kışkırtılmış bir tüketim ve bunlarla birlikte beraberinde ekolojik tahribatı, çevre kirliliğini, çevre sorunlarını onlar için de hani sürdürülemez noktaya gelebilen bir unsur olabilir. Ayrıca iş dönüp dolaşıp ekonomiye geliyor, pandemilerin ekonomik maliyetlerinin de sosyal ve diğer maliyetlerle birlikte kaldırılamaz bir noktaya gelmesi ülkeleri önlem almaya sürdürecektir. Bununla ilgili hiç şu anda belki de tahayyül edemediğimiz değişimler yaşanabilir ve değişimler görebiliriz ama bunları bundan sonraki pandemiler için hazırlık anlamında ülkeleri daha refleksif ve katı hale getirebileceğini ve belli anlamlarda bir kapanma sağlayabileceğini düşünüyorum. Öte yandan da kapitalizmin bu kışkırttığı alanlarda çok hız kesmeyecek gibi de görünüyor.

SB: Evet.

CIY: Hatta pandemi biter bitmez biz kuvvetle muhtemel çok yüksek bir turizm faaliyeti, bu hareket faaliyeti göreceğiz. İnsanlar sanki acısını çıkarmak istermiş gibi dünya çapında bir şeye girişebilecekler gibi geliyor bana, gündelik hayatımızda da olmak üzere. Bunun da kısa dönemde etkileri olabilir.

SB: Bu son söyledikleriniz beni de kaygılandıran gerçekten gereksiz ve biraz yapay olarak şişirilmiş, özendirilmiş, itelenmiş bir turizm ve seyahat olgusu, geri adım atıp biraz daha bilinçli, biraz daha aklıselim bir şekilde mi yürür yoksa patlak mı verir, artar mı? O konuda benim de kaygım var, ben de çok iyimser değilim açıkçası. Hocamızın biraz erken ayrılacağını belirtmiştim bir toplantısı için. Ayşegül senin son bir sorun varsa alalım.

AT: Evet aşıyı soracağım son olarak ama bir yorum da yapmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam hem hekim hem sosyolog olan Yunanlı bir bilim insanı pandemi sonrası hedonist bir çağa girileceğini ve gerçekten de insanların gezeceğini, tozacağını, tüketeceğini öngörüyor. Bakalım komşumuz haklı çıkacak mı? Hemen Cavit hocaya son olarak aşıyı sormamız lazım, halk sağlıkçı çünkü, biz halk sağılığının A-B-C’sinde böyle afişleri konu ederiz, doktorların odalarına afişler asılır, billboard’larda ilan tahtalarında aşıyı destekleyen afişler olur, hatta denir ki daha doğuda bir yerdeyse “daha esmer bireyleri koyun o billboard’a, daha batıdaysa daha sarışın, kendileriyle özdeşleştirsinler ama billboard’larda göremiyoruz bunu. Aile hekimleriyle görüştüğümüzde “odanızda afişler var mı?” diyoruz, böyle bir şey yok. Biraz da bu halk sağlığının A-B-C’si aslında, bunlar yok ama halkın da aşı tereddüdü az, bu çok sevindirici. Aşılama hakkında ne düşünüyorsunuz? Aile hekimleri büyük yük kaldırıyorlar, onlara çok müteşekkiriz, gerçekten sağlık ocağı geleneğini yaşatıyorlar şu anda. 5 dakikada bir aşı yapıyorlar ama aşı çadırları mesela kurulabilir miydi? Yurt dışında toplu aşılamaları duyuyoruz, bu aşılama konusunda neler diyorsunuz? Ne düşünüyorsunuz? Hemen bir soralım size. 

CIY: Aşı bu konuda bu hastalıkla mücadelede elimizdeki tek özel, bu virüse özel geliştirilmiş mücadele aracı, o yüzden çok önemli bir araç ama aşılama sürecini yani aşıyı ve aşılama sürecini birbirinden ayrı değerlendirmek belki gerekebilir. Dünyadaki büyük bir eşitsizlik her şeyden önce açığa çıkmış oldu. Bence aşı meselesi Covid sonrasında üzerinde aşı politikaları, aşı üretimi ve bunun paylaşımının ve dağıtımının ne kadar önemli olduğu bence uzun uzun tartışmamız gereken bir konu. Bildiğiniz gibi dün BM Genel Sekreteri bir açıklama yaptı, aşının %75’ine 10 ülkenin sahip olduğunu, ben ona ‘el koyma’ diyorum, yani 10 ülke aşının %75’ini el koydu. 130 ülke tek bir doz bile aşı alamamış durumda. Bu dünya ölçeğinde çok korkunç bir şey, yani aşıya bir ilaç gözüyle de bakmamalıyız, bir otomobil markası gözüyle de bakmamalıyız. Aşı hayat kurtaran bir olguysa, bir gelişim ise insanlığın da bir gelişim noktasındaki bir araç çünkü bizim için. Yani buna ulaşamayan insanlar hayati tehlike altında demektir özellikle belli risk grupları açısından. Ülkemiz açısından değerlendirdiğimizde ben şöyle görüyorum, yapılan açıklamalara baktığımızda Türkiye şöyle bir strateji izlemiş gibi görünüyor; bir ülke aşısıyla bağlantı yapmış ve onunla Mart-Nisan aylarına kadar süreci yönetmeyi sonra da yerli aşıyla bu süreci tamamlamayı öngörmüş gibi görünüyor. Sayın bakanın ağustos ayından bu yana yaptığı açıklamalarda bu öne çıkıyor. Bu süreç içerisinde o kadar çok kafa karıştırıcı şey oldu ki, bir baktık sayın bakan dedi ki “şu aşı daha iyidir, biz aslında o yüzden bunu alıyoruz, şu, şu aşılar konusunda bir şey diyemiyoruz” bir ara dedi ki “aşı getirteceğiz, şu aşıyı da getirteceğiz, eczanelerde satılacak” insanların kafası karıştı. Hep topluma bir beklenti verip bunun karşılanmadığını gördük “bu ay sonunda şu milyon doz geliyor” dendi, Türkiye 14 Ocak’ta aşılamaya başlayabildi, Aralık’ta biz milyonlarca doza sahip olmuş ve başlıyorduk. Bu arada tabii bu kadar bilgi akışının da hızlandığı bir noktada otomobil markası seçer gibi biz aşılara bakmaya başladık. Yani “şu şirketin aşısı, aman şusu daha iyiymiş, onu mu yaptırsak” ama gelin görün, gördük ki bırakın ‘o aşıyı bu aşıyı mı yaptırsam?’ı aşı bulamıyoruz. Yani şu anda Türkiye’nin biraz önce rakamlar baktım ben, nüfusumuzun %1,2’sinin 2 doz aşısını tamamlamış durumdayız bugün 19 Şubat. 83 milyon nüfusun, hadi 18 yaş altını dışarıda bırakalım beki bu biraz daha yüksek olabilir, şu anda birinci aşamada aşılamamız gereken en az 9 milyon kişi var, onların %11’inin aşısı iki dozunu tamamlamış durumdayız. Bu konuda özellikle aşının gerçekten de anlam ve önemi konusunda çok bir çaba göremiyoruz Sağlık Bakanlığı’nda. Bunun birçok sebebi olabilir çünkü Sağlık Bakanlığı şu anda bütün kaynağını, bütün enerjisini salgını baskılamaya aktarmış durumda. Takati kalmıyor belki bu aşı meselesinde ama daha önce aşının zorunlu olması olmaması tartışmalarından da gördük ki Sağlık Bakanlığı bu konuda çok hevesli görünmüyor zaten. Yani o “rutin işimi yapayım, dileyen yaptırsın dileyen yaptırmasın, eskisi gibi ‘dağı-tepeyi dolaşacağım, ben herkesi aşılayacağım’ ruhu da pek kalmadı. Burada ben Türkiye’deki sağlık sisteminin de neo liberal dönüşümünün etkili olduğunu düşünüyorum. Birinci basamak bu açıdan çok önemli, hani “çadır kuralım mı, ayrı merkezi kuralım mı, kurmayalım mı?” meselesinde ben çok gerek olmadığını düşünüyorum. Çünkü birinci basamak zaten bizim yaşadığımız yere en yakın, bize en kolay hizmet getirip sunabilecek merkezler. Ancak burada sıkıntı şu, pandemi kötü yönetildiği için aşı sürecinin de özellikle bu hafta pazartesi günü çok kötü yönetildiğini bir kere daha görmüş olduk. 5’er dakika arayla hafta sonu aile hekimlerine randevu açarak bu iş yapılmaz. Onlarla birlikte masaya oturursunuz, onları katarak planlarsınız, çünkü Türkiye’de fiziksel şartlar buna her şeyden önce uygun değil. Yer bulamadığı için apartmanların giriş katındaki daireleri kullanan aile hekimlikleri var ve onlar kendileri gidip bunları kendi kafalarına göre bulup kullanmıyorlar. Bir mekân buluyorlar, kiralıyorlar, sağlık müdürlüğü “tamam burada çalışabilirsin” diyor, ondan sonra çalışıyor. Bu aslında yeni bir risk doğuruyor, özellikle 65 yaş üstü, yani risk grubunu aile hekimlerinde kalabalık içine sokarak biz yeni bir risk de almış olduk. Dolayısıyla bu kısmın çok iyi yönetilmediğini, yani aşının teminiyle ilgili ne sorunlar bilmiyoruz ama ciddi sıkıntılar olduğu aşikâr ve bunların bir an önce aşılıp bizim hızla aşı oranımızı yükseltmemiz gerektiğini görüyoruz. 

SB: Peki hocam çok teşekkürler. Ayşegül var mı bir sorun, hocamın ayrılması lazım galiba?

AT: Evet, çok teşekkür ederiz, dileriz başka programlarda yine konuşuruz bu konuları diye düşünüyorum. 

CIY: Ben çok teşekkür ederim. 

SB: Gerçekten sağ olun, vakit ayırdınız bize ve çok keyifli bir söyleşi oldu, çok önemli bilgileri bize aktardınız, çok çok teşekkürler efendim. Biz size veda edelim, bizim Ayşegül’le 5 dakika daha konuşacağız, sanıyoruz sizin bir toplantınız var. Tekrar tekrar teşekkürler hocam, sağ olun! 

CIY: Ben çok teşekkür ederim, bir halk sağlıkçı olarak bu programı yaptığınız için ayrıca özel olarak teşekkür etmek isterim. Katılmaktan çok büyük bir keyif aldım, iyi yayınlar diliyorum!

SB: Çok teşekkürler efendim, sağ olun!

AT: Çok mersi. 

SB: Sevgiler! Evet çok keyifli bir söyleşi oldu sayın Dr. Cavit Işık Yavuz’la, çok önemli noktalara parmak bastı, olayın pek sanıldığı gibi öyle iç açıcı olmadığını, kötü yönetilen bir süreç pandemi süreci ve hem ülkemizde hem dünyada da küreselleşmeyle birlikte bu neoliberal politikaların ve bu iklim krizinin nasıl bu pandemiyi körüklediğini, yol açtığını gördük. Evet Ayşegül senin söyleyeceklerin var mı bu konuyla ilgili?

AT: Hocam benim size sorum var.

SB: Dinliyorum efendim buyurun!

AT: Hocam Brezilya varyantı ya da mutant olarak mı tanımlarsınız bilmiyorum, her yerde bizim doktor gruplarımızda konuşuluyor. Bu Brezilya konusunda o küçük 2 milyonluk kentte yaklaşık %70 oranında enfekte birey varken yani aslında hani bizim klasik bilgimizle çok anlamlı değil ama… 

SB: Toplumsal bağışıklık

AT: Toplumsal bağışıklama sağlanmışken tekrar enfekte bireylerin olması biraz hani canımızı sıkıyor, hele ikinci dozumuzu olup biraz daha hani içimiz huzurlu olurken. Siz özellikle Brezilya varyantı konusunda ne düşünüyorsunuz?

SB: Ayşegül teşekkür ederim, aslında bu konuda verilmesi gereken en doğru yanıt bekleyip göreceğiz. Şu anda daha hakem denetiminden geçmemiş ama dergilere başvurmuş yayınları okuyabiliyoruz. Bunlar ister İngiliz ister Güney Afrika, ister Brezilya varyantlarının hastalığı geçiren kişilerdeki antikorlarıyla nasıl etkileştiğini ya da aşılanan kişilerde oluşan antikorlardan nasıl etkilendiğini göstermeye çalışan çalışmalar. Özellikle Brezilya’da Manau’da olan konu gerçekten bir toplumsal bağışıklığın söz konusu olabileceği oranda söz konusuydu orada ama buna rağmen reenfeksiyonlar ya da geçiren kişide antikor olduğu halde yeniden enfeksiyonlar görülmeye başladı. Bu tabii önemli bir konu, bunun irdelenmesi lazım, yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Güney Afrika’dan dün bir yazı çıktı covid geçiren ama 2 ay sonra tekrar bu kez varyantla enfekte olan ve hastalanan bireyin öyküsünü anlatan bir vaka bildirimi vardı. Kısacası ‘biz hastalığı geçirdikten sonra oluşan antikorlar korur mu korumaz mı?’yı bir kenara bırakıp acil ve pratikteki soru “acaba bizim uyguladığımız aşılar bizi bu varyantlara karşı da koruyor mu korumuyor mu? En pratik en kısa yoldan soru bu. Bazı aşılar örneğin messenger RNA yöntemiyle hazırlanan aşılar “biz varyantlara kadar karşı da etkiliyiz” sonucunu veren çalışmaları yayınladılar. Özellikle vektör aşısı Astra Zeneca Oxord Üniversitesi aşısının Güney Afrika ve Brezilya varyantlarına etkisiz olduğu, etkisinin %20’lere düştüğü bildirildi ve bu nedenle Güney Afrika Cumhuriyeti kendi ülkesinde yaygın olan varyanta karşı alması gereken, anlaşma yaptığı Astra Zeneca aşısını almaktan vazgeçti, durdurdu. Buna karşılık dün sana da iletmiştim, bir bilgi çıktı ve o bilgi Brezilya’nın kullandığı, Türkiye’nin de kullandığı bu inaktif aşının varyantlara karşı etkili olduğunu gösteren bir bilgiydi. Bu tabii sevindirici, önemli bir bilgi ama dediğim gibi yaşayıp göreceğiz. 

AT: Teşekkür ederim hocam.

SB: Rica ederim efendim, ne demek! İyi hafta sonları efendim. Hoşça kalın, sevgiler. 

AT: İyi hafta sonları!