"Ada’nın kendisi yaşayan bir organizma ve kendisinin iyileştirici bir gücü var"

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı, Beyin Sinir Cerrahı ve aynı zamanda Heybeliadalı olan Prof. Dr. Türker Kılıç ile Adaların hayata verdiği pozitif etki üzerine konuşuyorlar.

""
Prof. Dr. Türker Kılıç'la bağlantısallık, yaşamdaşlık ve Adalılık üzerine
 

Prof. Dr. Türker Kılıç'la bağlantısallık, yaşamdaşlık ve Adalılık üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

Derya Tolgay: Herkese merhaba. Bir Dünya Mirası Adalar programı daha başladı, ben Derya Tolgay.

Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.

D.T.: Bugün çok kıymetli bir konuğumuz var; Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı, Beyin Sinir Cerrahı Prof. Dr. Türker Kılıç hocamız kıymetli vaktini bize ayırdı. Hocam, hoş geldiniz.

N.S.: Hoş geldiniz, çok teşekkürler.

Türker Kılıç: Ben çok teşekkür ederim. Hoş bulduk Derya Hanım, Nevin Hanım. Sağ olun davet için.

D.T.: Epey uzun zamandır program yapmak istiyorduk ve o kadar güzel bir zamana denk geldi ki - tam da Heybeliada Sanatoryumu'nun 100. yılı.



Önce sizi tanıtmak isteriz - ben özet geçmeye çalışacağım; Beyin cerahisi profesörüsünüz. Hacettepe, Marmara ve Harvard Üniversiteleri’nde eğitim aldınız. Bilim doktorasını ise anatomi alanında tamamladınız. 2015 yılında Avrupa Bilim ve Sanat Akademisi'ne seçildiniz ve 2012 yılından beri Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurucu Dekanı olarak eğitim ve araştırma çalışmalarını sürdürmektesiniz. Harvard Tıp Fakültesi, Yale, Milano Politeknik ve John Hopkins Üniversiteleri olmak üzere, ondan fazla üniversitede konuk öğretim üyesi olarak ders verdiniz. Bilimsel araştırmalarınız Avrupa Nöroşirürji Derneği Birliği tarafından birçok kez ödüllendirildi. Çok değerli araştırma ödülleri olan Nöroonkoloji Genç Araştırmacı Ödülü ve ABD Dışı Bilimsel Çalışma Ödülü kazandınız ki daha birçok ödül var saymıyorum ama Albert Einstein, Bertrand Russell ve Robert Oppenheimer tarafından kurulan ve Birleşmiş Milletler himayesindeki dünyanın en seçkin bilim akademisi olan Dünya Sanat ve Bilim Akademisi’ne (WAAS) üye olarak seçildiniz. 62 yıllık tarihi olan bu akademiye, ülkemizin tüm bilim adamlarından seçilen sekizince bilim insanı ve ilk beyin cerrahısınız. Ayrıca Şubat 2021 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan çok kıymetli bir kitabınız yayınlandı; Yeni Bilim: Bağlantısallık Yeni Kültür: YaşamdaşlıkKendinizi tekne ile denizde olmaya ve bilinç, zihin konusunda düşünmeye meraklı biri olarak tanımlıyorsunuz. Yaptığınız ameliyatlar 30 bini aşmış durumda. Tüm bu çalışmalarınızı nasıl daha iyi ve güzel bir dünya yaratabiliriz şeklinde sentezliyor ve bizlere bilim ve felsefenin ışığında çok anlaşılır, net bir dille aktarıyorsunuz. Özellikle bu konularla ilgili bir X hesabınız var. Bunu da meraklılarına duyuralım istedik ki sizinle ilgili merak ettiğimiz çok soru var.

N.S.: İsterseniz oradan başlayalım; nasıl seçtiniz, ne kadar zamandır Heybeliada'da yaşıyorsunuz ve memnun musunuz?

T.K.: Evet, çok memnunum - özellikle Heybeliada'yı çok seviyorum, duygusal bir ilişkimizin olduğuna inanıyorum, ayrı bir organizmaymış gibi algılıyorum Ada’yı. Biz, 2002-2003 yıllarında, yazları Ada’da geçirmeye karar verdik. Beyin cerrahisinde, hele ki o dönemlerde çok sıklıkla, hemen hemen her akşam bir acil olduğundan Ada’da yaşamanın öyle bir zorluğu vardı ama diğer yandan motorlu taşıtın olmaması, herkesin birbirini tanıyor olması vb. gibi özellikleri nedeniyle, Ada çocuk yetiştirmek için şahane bir yer. Çocukluğumun Bursa’sını, Muradiye’yi hatırlatıyor bana. Ben sonradan olma Adalıyım - önce yaz dönemi için Ada’da bulunmaya başladık - neticede sonradan olma da olsa 2002 yılından bu yana Adalıyız. Burada kaldığımız süre, zaman içinde giderek arttı ve 2016’dan sonra tamamen burada yaşar hale geldik. 

Heybeliada’yı nasıl seçtiğimizi size anlatayım; O dönemde küçük bir kotramız vardı. Ada’da yazları geçirmeye karar verdiğimizde denizden Adaları izlerken en güzel adanın Heybeliada olduğuna karar verdik ve ‘en iyisi biz bu Ada’da yazları geçirelim’ derken buranın büyüsü bizi sarıp sarmaladı. Kısa süre sonra da kendimizi gerçekten Adalı hissetmeye başladık. Şimdi benim her iki çocuğuma nereli olduklarını sorulduğunda ‘Heybeliadalıyız’ diyorlar yani ‘Adalıyız’ ya da ‘İstanbullu’ falan değil.   

Her Ada’nın kendine ait bir alt kültürü var; sabahları işe gitmek ayrı bir merasim - ben sabah yedi vapuruna biniyorum. Öyle uzaktan süzülerek gelen o vapur sanki benim günlük yaşama ışınlama cihazım. Benim polikliniğim daha vapurda başlıyor, bazen hastalarım benimle görüşmek için en uygun zamanı vapurda bulmuş oluyorlar. Dolayısıyla hem Adalılarla  etkileşimimiz, hem de onun bizi bu şekilde sarıp sarmalaması zaman içerisinde bizi de Adalı yaptı. 

Fotoğraf: Türker Kılıç

D.T.: Harika bir fotoğrafçısınız, çok güzel fotoğraflar çekiyorsunuz - Instagram’dan güneşin doğuşu veya batışı fotoğraflarını görüyoruz - mesai saatlerinizin gidiş gelişi belli ki. Peki, bir doktor olarak sağlıklı bir yaşam için Adalar’dan neler öğrenebiliriz? 

T.K.: Adalar insanın zihninin gerçekleşmesi açısından bir ekosistem sunuyor. Mesela, yürüyüş yapma imkanınız var ve yürüyüşle insan beyninin frekans hızı çok yakın. O yüzden düşünmenin en iyi yöntemlerinden biri yürümek ve Ada buna çok iyi imkan sağlıyor. Diğer yandan burasının bir sosyal eşitlik hali var yani buraya geldiğiniz zaman İstanbul'daki kimliğinizden uzaklaşıyorsunuz, artık ‘Adalı Türker Kılıç’ haline geliyorsunız - sosyal kimliğinizden farklı bir kimlik. Ayrıca Ada’nın insanları eşitleştirici bir hali var. Eğer bir yerden bir yere gitmek istiyorsanız, herkes gibi siz de aynı koşullarda o ulaşımı yapıyorsunuz - yürümek esas olan iş. 
Ada’nın doğası gereği her zaman herkes bir diğerine ihtiyaç duyma bilincindedir. Bu yüzden de burada yaşayanların birbiriyle bağlı olma zorunluluğu vardır. Yani bunu zaten isterler ama, diğer yandan da bu bir gerekliliktir. Geçen seneki depremden sonra herkes ‘Adalarda bir deprem olsa’nın senaryosunu yaşadı ve böyle bir durumda insanların birbirine ne kadar çok ihtiyacının olabileceği gerçekliği bir kez daha oluştu. Tabii bütün bunlar ister istemez bir dayanışmanın gerekliliğini de ortaya koyuyor. Bu da buradaki kültürü daha eşitleyici, daha sosyal bir hale getiriyor. Dolayısıyla Ada’da yaşamanın bazı zorlukları esasında burada yaşamanın güzellikleri haline dönüşebiliyor.  

Tabii ki doğanın içerisinde, denizin içerisinde olma duygusu çok önemli. Her an bir teknenin içindeymişsiniz hissiyatı benim gibi deniz düşkünleri için bulunmaz bir şey. İstanbul'u İstanbul yapan poyrazı her yerden alabiliyor ve her zaman hissedebiliyorsunuz. Aynı şekilde lodosu da öyle... Ada’nın çevresine bir tur yaptığınız zaman her durumda o rüzgarla, doğayla, dalganın sesiyle iç içe olabilmek mümkün. Bütün bunların hepsi bana göre bir büyülü ortam yaratıyor; hem doğanın içindesiniz ki bu düşünebilmenize imkan sağlıyor, hem de insanlar zorunlu olarak birbirlerine karşı güzeller çünkü başka çare yok. Ben pazar sabahları alışverişe çıkar, bir esnafla söyleşi yapmayı seviyorum. Dolayısıyla hoş bir şey.  

Diğer yandan da Ada’nın kendine ait bu kültürünü yönlendirebiliyorsunuz; ben, Ada’daki kültürü kendi üniversitem ya da kendi fakültemden daha kolay yönlendirebildiğimi fark ettim çünkü insanlar bunu bu şekilde kabulleniyorlar ve destek oluyorlar, yani bir sarıp sarmalama hali var. 

N.S.: Mesela nasıl oluyor hocam, bir örnek verebilir misiniz? 

T.K.: Ada'da Levent Bey var, kendisi şahane bir lokmacıdır, çok bilge birisidir. Geçen sene Kasım ayında onun bazı sağlık işleri oldu ve bu yüzden o dönemde biraz fazla birlikte olduk. Bana dedi ki, ‘Size teşekkür etmek istiyorum, ne yapayım?’ Tam o sırada Spinoza'nın 347. ölüm yıl dönümüydü ve ben de dedim ki, “İstersen Spinoza için bir lokma dökelim’. 

N.S.: Demek o işin arkasındaki sizdiniz.   

D.T.: Evet, bugün programda açıklanıyor. Bakın kimmiş, herkes merak ediyordu. 

N.S.: Haber oldu çünkü bu. 

T.K.: Levent Bey, ‘Peki hocam’ dedi ve, ‘Tamam, yapalım tabii ki ama bir fotoğraf falan gönderin’ diye de ekledi. Asistanımdan rica ettim, ameliyat esnasındaki bir fotoğrafının altına ‘İyi ki yaşadın Spinoza’ diye yazdı sağ olsun  ve Levent Bey de onu tezgahın üzerine yapıştırdı. Bu ufacık şey ki o gün Ada’nın akşamını zenginleştirdi. 

D.T.: Bütün Türkiye'yi zenginleştirdi, inanın. Şimdi bu yayında söyleyelim, bu haberi tekrar bulup paylaşacağız. 

T.K.: Kendiliğinden oluveren bir şey olduğu için gerçekten bu samimiyet herkesi de etkiledi ve birden bire bu viral oldu. X’de o akşamın en önemli trendtopic’i haline geldi. Bazı yurtdışı televizyonları Levent'i aradılar, onlara röportajlar falan verdi. 



D.T.: Sanatoryumun 100. yılı bu yıl. Bir doktor olarak Sanatoryumun devamı, dönüşümü, ona sahip çıkılması vb. ile ilgili ne düşünüyorsunuz? 

T.K.: Sanatoryumu birkaç defa farklı farklı sebeplerle gezdim. Bizim Adamızda aile hekimi olarak çalışan Sosın Hanım, son dönemde bu konuda çok uğraşıyor. Sanatoryum, ülkemizin ilk pandemi hastanesi. Korona döneminde bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu gördük. Tarihsel zenginlik olması dışında, diğer yandan da bir tıbbi zenginlik . Tabii ki süreç içerisinde buranın bir verem hastanesi olmasının ötesinde başka fonksiyonlarla kullanılır hale gelmesi normaldir. Elbette bir dönüşüm yaşanabilir. 

Büyükada da dahil olmak üzere Adalar’da etkin bir sağlık kurumu yok. Bu yüzden böyle bir sağlık kurumunun tarihsel niteliğine uygun olarak illa pandemi hastanesi olarak görevini sürdürmesi gerekmez ama bir sağlık kurumu olarak dönüşümünün yapılması Ada’yı hem kültürel olarak zenginleştirir, hem de sağlık açısından çok eksik olan bir hizmete kavuşturur. Şu anda hastalananların, ilk bulunan deniz taşıtıyla apar topar nasıl anakaraya taşındığını hepimiz biliyoruz. Böyle olduğu için de zaten Adalılarla sağlıkçıların, benim gibi sağlıkçıların etkileşimi biraz daha fazla. Ama sanatoryumun korunması lazım. 

Benim Adalar'da bir üniversite olması gibi bir idealim var. Bu, Adalar Üniversitesi’nin hastanesi muhtemelen anakarada olur ama temel bilimler için Sanatoryum kullanılabilir. Bu yüzden de Sanatoryumu çok önemli gördüm. Bütün bu binaları sanki bir şey yarın kurulacakmış gibi gezmişliğim, ‘acaba şurası mesela Biyolojik Bilimler Enstitüsü binası olsa nasıl olur’ gibi düşünmüşlüğüm var ya da biliyorsunuz, Adalar’da edebiyatçılar, şairler var. Buraya bir edebiyat fakültesi yakışmaz mı mesela? Yani bir Adalar Üniversitesi olduğunu ve Sanatoryumun da bunun için dönüştürüldüğünü hayal edelim, ne kadar şahane olur. Böylece hem kültürel açıdan varlığı şu anki kültüre büyük bir katkı olarak devam eder, hem de sağlık hizmeti açısından da önemli bir rol oynayabilir.  
Tabii bu arada kuşku yaratan bazı şüpheli şeyler de oluyor biliyorsunuzdur.

D.T.: Yangınlar değil mi hocam?

T.K.: Üç, dört hafta önce Sanatoryumun içerisinde bir yangın başladı, neyse ki kısa sürede söndürüldü. Ondan neredeyse bir hafta sonra yine Çam Limanı'na bakan Bayraktepe'de bir başka yangın zamanında fark edildi ve söndürüldü. Yanılmıyorsam, 2020 ve2021'de, bizim de söndürmek için gerçekten büyük çaba sarfettiğimiz iki ayrı büyük yangın çıktı. Bunlara, daha doğrusu o dönemdeki her iki yangına da hazırlıksız yakalanıldı. Herkes elinden geleni yaptı ama insanlar organize değildi, yangınla en fazla ilgilenmesi gereken kurumların hazırlıksız olduğunu gördük. Ben, şu an bir yangın çıksa, bunu hallederiz diye bir güven hissetmiyorum. 

D.T.: Bir bilgi ekleyebilir miyim izninizle? Son yedi senede Heybeliada'nın aynı bölgesinde, tam beş kez yangın çıktı ki Sanatoryum yangınını ayırıyorum. Bir veya iki kez sabotajcısı yakalandı yani o bölge kasıtlı olabilme ihtimallerinin çok kuvvetli olduğu yangınlara maruz kalıyor? 

T.K.: Çam Limanı çok kıymetli, İstanbul'un Marmaris’i, cennetten bir köşe ve Adalıların kalbinin attığı yer, herkes orada olmayı çok seviyor. Sanırım orası için bir oyun oynanıyor ama bunu şu anda ispatlayamıyoruz. Bu yüzden hazırlıklı olmak lazım. 



N.S.: Sizin bahsettiğiniz bu yaşam ve sağlık meselesini Adalar’daki yaşam ölçeğine indirgeyelim. Bu mikro düzen içinde; hayvanlarla, yaprağından ormanına, bitkilerle bir dünya kurabilmek ve bunu sürdürebilmek mümkün mü? Bunun için sizin deyiminizle yaşamdaşlık ne gerektiriyor?  

T.K.: Şimdi, birincisi yaşamdaşlık olarak tanımlamaya çalıştığım; bu bilimsel yöntemin, yeni bir kültür düzenini yaratma ihtimali söz konusu. Bunu Adalar’da hissetmek, onu ortaya koymak daha kolay çünkü, hem daha az parametre var, hem de daha çok doğanın içindesiniz. Burası insanlar arasındaki hiyerarşik yapının eridiği bir yer.   

Dışarıdan gelenlerin çoğu bunu farketmeyebilir ama burada yaşayanlar için öyle değil. Biz, beyin nasıl zihin yaratıyor sorusana yaklaşık 10-15 yıldır yanıt arıyoruz. Bunun sonucunda elde ettiğimiz matematiksel bir yöntem var. Bu matematiksel yöntem, sadece beynin nasıl zihin oluşturduğunu anlamada bize yardım etmiyor; aynı zamanda yaşam nedir sorusuna da yeni ve şimdiye kadar verilenden daha farklı bir matematiksel yanıt verebilmemizi de sağlıyor. Bu yanıt, bizim şu anki yaratabildiğimiz en üst düzey kültürü üreten Bacon-Descartes-Newton bilimsel yöntemini de kuşatan, bize yeni bir nasıl daha iyi ve güzel bir dünya yaratabiliriz sorusuna yanıt verebilmemizi sağlama potansiyeli taşıyor. Biz, beyin nedir ve beyin nasıl düşünce üretiyor sorusuna 2010-15 yıllarında yanıt bulmaya çalışırken, bu enformasyon ve enformasyon matematiği kavramları gelişti. Böylelikle beyindeki nöronların yani et olan o yapının nasıl düşünce ürettiğini, zihin dediğimiz beynin kültürünü nasıl yarattığını anlamaya başladık. Nöronlar arasında bu etkileşim modellemesiyle sadece beynin nasıl düşünce ürettiğini anlamıyoruz; aynı zamanda insanlar arasındaki etkileşimin de nasıl bir uygarlık ve yaşam modellemesi oluşturabileceğine dair matematiksel veriler elde etmeye başladık. Bu modelleme, 2020'den sonra Nobel'ler almaya başladı. Bu düşünce biçiminin temeli esasında nörobilim. Karmaşıktan basite ve basitten karmaşığa bir yöntemle birbirini tamamlayan bir şekilde ve yapay zekayla informasyon matematiği gelişti. Böylece önceden sorduğumuz bazı kadim sorulara artık farklı yanıtlar verebilir hale geldik.  

Neticede bu birliği yani bu enformasyon sisteminin yarattığı bu tekliği, Ada’da hissetmek çok daha kolay çünkü Ada en azından başı sonu belli bir model ve bu model içerisinde sizin bu tekliği hissetme kolaylığınız var. O yüzden bir alt yaşam modellemesi olarak Ada’nın varlığı bu tekliği kavramak için çok güzel bir çalışma modeli, zihinsel çalışma modeli de oluşturuyor. Bir süre sonra farketmeye başlıyorsunuz ki vapur dediğiniz şey ile deniz dediğiniz şey birbirinden çok farklı şey değil ya da martı ile kedi birbirinden çok farklı şey değil. Anlıyorsunuz ki siz, ben olarak bu sistemden çok farklı bir şey değiliz ve esasında tek bir yapı var; o da yaşamın kendisi. Dolayısıyla bizim şu anda içinde bulunduğumuz antroposentrik insan merkezli kültürümüz bizi aşan bir şey. İnsan merkezi bu modelin en önemli ögesi ya da ödüllendirme biçimi, sistemin ya da insanın kendi kendini ödüllendirme biçimine sahip olmak üzerinden yürüyor. 

Halbuki beyin yani nöronlar böyle çalışmıyorlar. Mesela, Spinoza bu enformasyon değişimine yani bağlantısallığa karşılaşmalar’ adını veriyor - bunu keşfetmiş, bunun önemini fark etmiş. Ama şu anda farklı olan şey şu; bu yeni bilim parçalara değil de, bu parçaların birbiriyle yaptığı etkileşime yoğunlaşıyor. Şu anda var olan Bacon-Descartes-Newton biliminde esas olan parçalardır ve bütünü parçalar oluşturur. Halbuki, biz beyinden anlamaya başladık ki herhangi bir bütünün esas özelliği parçalarda değil, o parçaların birbiriyle yaptığı etkileşimde yani enformasyonda. O yüzden Ada, işte bu enformasyonun saf olarak hissedilmesinin kolay olduğu yer. O yüzden Adalar’ın bu açıdan çok çok büyük bir avantajı var. Az önce sözüne ettiğim Ada’ya geldiğim zaman ben sistemi bir bütün olarak, tek bir yaşam modellemesi olarak daha kolay algılayabiliyorum. Çünkü Ada’nın büyüsünün geldiği yer, işte bu yaşamdaşlığın daha kolay hissedilebiliyor olması.  

Dünyanın uzaydan çekilmiş mavi fotoğrafını düşünün. Ben her sabah Ada’dan uzaklaşırken ve onu vapurdan seyrederken aklıma hep dünyanın o mavi fotoğrafı geliyor. O fotoğrafa uzaydan bakıldığında, sanki vapurla benim uzaklaşırken ki Ada’nın görüntüsü gibi; biri yeşil cennet, biri mavi cennet. Ada’da olmak o bütünlük hissiyatının oluşması açısından önemli bir şey. 

N.S.: Sizin bir lafınız var, yanlış söylersem düzeltin ne olur.; ‘Toplumların ürettiği zeka kültürdür’ diyorsunuz. Ada’da böyle bir kültür birikimi var; burada yaşayan herkes bir şey bırakmış. Adaların bugün yaşanacak ve yapılacak olan hasar aslında bir öncekini törpüleyen bir şeye dönüyor. Buna azmanbüsleri sokabilirsiniz, çıkan yangınları sokabilirsiniz. Bunlar hep çözmemiz gereken meseleler - adım adım, farkındalıkla belki de, bilmiyorum. 

T.K.: Şimdi Adaların getirdiği iflah olmaz bir iyimserlik var. Ben de eskiye göre, belki bu nedenle, belki de yaşın da etkisiyle daha iyimser bakıyorum. Evet, Sanatoryumda problem var, yangın meselesi var ama insanlar her yangında organize olmadan ve hatta beceriksizce de olsa ellerinden geleni yapmaya her seferinde daha çok değiniyorlar. En son bu hayvan meselesi -  herkes o kadar hassas ki... Şu anda hepimiz Heybeliada denilen bir organizmayı oluşturuyoruz. Bu organizmanın içerisindeki hücrelerden bazıları da köpeklerimiz, kedilerimiz ama insanlar bunu görüyorlar, yaşıyorlar. Beş, 10, 15 yıl insanlık için küçük süreler. O nedenle hiç karamsarlığa kapılmayalım çünkü zaten sistemin kendisini onaran bir yanı var. 2021-22'de yanan ağaçların yerine yenilerini ektik. O yürüyüş yolunda, haftadan haftaya büyüdüklerini farkediyorum. Olup bitene üzülmek lazım ama iyimserliği de kaybetmemek lazım çünkü Ada’nın kendisi yaşayan bir organizma ve kendisinin iyileştirici bir gücü var. 

N.S.: Çok güzel, böyle iyimser bir mesajla bitirelim o zaman, çok teşekkürler.  

T.K.: Ben çok teşekkür ederim. Sizi tanıdığıma çok sevindim. 

D.T.: Adalar sizinle güzel, ‘Adalar hepimizin’. 

N.S.: ‘Adalar hepimizin’. 

T.K.: Yaşam da hepimizin. Çok teşekkürler, sevgilerimle.