Antroposen Sohbetler’de Utku Perktaş, arkeolog ve yazar Prof. Dr. İsmail Gezgin ile "Uygarlaşan İştah: Atalarımız Nasıl Besleniyordu? Karnını Doyuran Canlıdan Gözü Doymayan İnsana" adlı kitabından hareketle son 10 bin yıl içindeki beslenme alışkanlıklarımızdaki değişim üzerine konuşuyor.
İnsanlık tarihi boyunca beslenme alışkanlıklarımızın nasıl evrildiğini ve beslenmenin uygarlığın gelişimindeki rolünü ele aldığımız bu söyleşide, gastronominin sadece mutfaklarımızda değil, aynı zamanda tarih sahnesinde de önemli bir yer tuttuğunun altını çizmeye çalıştık. Ekmekten şaraba, antik sofralardan modern mutfaklara kadar uzanan bir lezzet haritası bugün artık tarım toplumlarının farklı bir yapıya evrildiğini gösteriyor. Peki insanlık nasıl beslendi, ne şekilde üretti ve tüketiminin arkasındaki kültürel değişimler nasıl toplumları şekillendirdi?
Satırbaşları…
- İklim değişimi ile buzul çağı sonrası yükselen su kültürü, eriyen buzulların deniz suyunun seviyesini arttırması, Karadeniz göl iken denize dönüşüyor... Bunlar da zaten hem uygarlığı, hem de insanın yaşam biçimini ve beslenme biçimini etkileyen önemli olaylardan.
- Aslında tarımsal kültüre belki de hala tam adapte olabildiğimizi söyleyebilmemiz çok mümkün değil.
- Tarım kültürünün yavaş yavaş sonlanmaya başladığını ve yeni bir dijital yaşama biçiminin ya da geçim kaynaklarının hayatımızı kendi kültürüyle, kendi yasalarıyla beraber kuracağını düşünüyorum.
Utku Perktaş: Merhabalar, iyi akşamlar herkese, Antroposen Sohbetler’e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün programda yemeğin tarihini konuşacağız. Tarih öncesi dönemden antik çağa ve günümüze insanın iştahı uygarlaşma mı acaba sorusu üzerinde durmaya çalışacağım. Çok kıymetli bir konuğum var; arkeolog ve yazar Prof. Dr. İsmail Gezgin. Kendisi bugün davetimi kabul etti ve programa geldi. Hocam hoş geldiniz, vakit ayırdınız, iyi ki geldiniz, eksik olmayın, çok teşekkür ederim size. Nasılsınız?
İsmail Gezgin: Çok teşekkür ederim. Ben iyim, umarım siz de iyisiniz.
U.P.: Sağolun hocam, ben de iyiyim, çok teşekkürler. Ben biraz bu programın hikayesinden bahsedeyim. Ben İsmail Hoca'nın kitaplarıyla ilgileniyordum ve bu kitaplardan bir tanesi de programın ismi gibi antroposeni konu alınca yani insan çağından bahsedince özellikle toplu yaşama geçmekle beraber acaba gıda algısı nasıl değişti diye düşündüm. Bununla ilgili bir takım okumalar yapmıştım esasında. İsmail Hoca'nın kitabı da içindeki yazılarla birlikte biraz ufkumu açan bir kitap oldu ve kendisiyle iletişim kurdum. Bugünkü perspektifi aslında Uygarlaşan İştah: Atalarımız Nasıl Besleniyordu? Karnını Doyuran Canlıdan Gözü Doymayan İnsana kitabından yola çıkarak insanın ya da toplumların yemek kültürlerinin nasıl değiştiği üzerine konuşmaya çalışacağız.
Hocam, uygunsanız ben ilk soruyla başlamak istiyorum programa. Kitaptan yola çıkarsak, içinde bulunduğumuz uygarlık özellikle toplu yaşama geçişle birlikte bir buğday ve ekmek uygarlığı mı? Aslında, bu soruyu kitabın tanıtımıyla alakalı kısma bakınca not etmiştim, oradan almıştım ve bununla başlayalım. Sonra biraz daha farklı sorularla açılmaya çalışacağız. Söz sizde hocam, buyurun, çok teşekkürler.
İ.G.: Evet, ben teşekkür ederim. Yani bu benim uzunca bir süredir kullandığım bir tanım. Aslında içinde bulunduğumuz uygarlığın bir tarım uygarlığı, ekmek uygarlığı olduğu noktası bir kırılma noktası. İnsanlık tarihi içinde de yani milyonlarca yıllık bir birikimi, deneyimi, yaşam biçimini terk edip tarımı, toprağı işlemeye başlayan insanların öyküsü aslında.
Tabii ki tarım deyince aklımıza ilk gelen şeylerden bir tanesi tahıl olacak; buğday, arpa, yulaf, çavdar... Dolayısıyla da onların besin sistemimize yansıması da ekmek biçiminde oluyor ve bu andan itibaren de zaten hayat bir ekmek kavgasına dönüşüyor, ekmek aslanın ağzında oluyor. Ama zihinsel olarak baktığımızda da aslında durum çok farklı değil. Yani bizim kafamızdaki kodlama biçimi, bu içinde yaşadığımız uygarlığın ya da kültürün kodlanmış biçimi de aslında bu bu şekilde gerçekleşmiş. Çünkü biraz kurcaladığımız zaman mesela insanın cennetten kovulma miti de o yasak olan meyvenin aslında elma değil de buğday olduğu kanaatine varıyorum. Ben kitapta da uzun uzun anlatmıştım bunu. Dolayısıyla oradan başlayan bir günahkarlık ya da bir yeni yaşam biçimi diyelim. Biliyorsunuz, İsa'nın son akşam yemeği de bedenini ekmek olarak sunmasıyla beraber kapanıyor diyelim ya da bütünleşiyor diyelim, bir kul orada kavuşuyor tekrar birbirine diyelim. Bu anlamda baktığımız zaman da gerçek hayat içerisinde niyetimiz ekmek merkezli olurken, aslında zihnimizin de birazcık ekmek merkezli kodlandığını, bu uygarlığın ekmeği merkezi kullandığını söylemek mümkün.
U.P.: Çok teşekkürler hocam. Ben burada bir ekleme yapayım; zannediyorum bir buçuk yıl önce falandı ve Priscilla Mary Işın ile konuşmuştum. Kendisinin Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi diye bir kitabı vardı, Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmıştı. O da sizin söylediğiniz gibi şunun altını çizmişti; aslında Adem'in elma değil de gıda, ekmek, buğday ile alakalı bir şey yediğini söylemişti, ilginç bilgiler vermişti. Ben buradan o programı da hatırlatmış olayım dinleyicilerimize.
Hocam şimdi evcilleştirme sonrası toplu yaşam ve farklı gıdalar hayatımıza giriyor. Ekmek, buğday ya da tahıl ürünleri bunların en başında geliyor. O zaman Mezopotamya'da kullanılan kaç farklı ekmek türü vardı?
İ.G.: Şu anda net sayıyı hatırlamıyorum doğrusu ama yüzlerce ekmek türü olduğunu söylemek mümkün. Yani biliyorsunuz zaten, yazılı belgeler ile Mezopotamya'da başlayan bir kültürel süreçtir, yazının ortaya çıkmasıyla yazılı belgelerde çok sayıda ekmek tarifi, ekmek tanımı ve sınıflandırması mevcut. Yani yüzlerce olduğunu söyleyebilirim çok rahatlıkla.
Buradan zaten biz kendi çocukluğumuzdan ya da şöyle bir 50 yıl öncesine gittiğimizde Anadolu'nun içerisinde de göreceğimiz gibi aslında ekmek besinin ana maddesi olarak onların da hayatında yani Mezopotamya kültürüne, hayatına oturduğunu söylemek mümkün. Yemek yemek kavramı Anadolu'da çok az kullanılan bir kavramdır. Mesela ekmek yemektir, ekmek yemek demektir, ‘gelin ekmek yiyelim’ derler. Oysa yenen sadece ekmek değildir ama uzun süren tarım kültürünün belki de getirisiyle öyle ağız alışkanlığıyla dile yansımış ve öyle devam etmiş. Mezopotamya'da da bunu görebiliyoruz. Hatta herkese göre her çeşit yaşam biçimine göre ya da inanca göre ekmeklerin de çeşitliliğinin ve içeriğinin farklılaştığını görebiliyoruz.
U.P.: Burada bu temel farkları soracaktım - acaba bu temel farklar neler ve bu farklar acaba yine günlük yaşamı etkileyebiliyor mu ya da günlük yaşamın hangi yönlerini etkilemiş olabilir? Çünkü bayağı baskın bir besin aracı oluyor ekmek.
İ.G.: Yani temel besin maddesi ekmek olunca ve tabii ki ekmekteki bu farklılıklar aslında sınıfın farklılıklarını da gösteriyor yani yaşam biçimindeki bazı nüansların da ekmeğe yansıdığını görebiliyoruz. Ekmek üzerinden aslında kültürü okumak mümkün.
Tabi biliyorsunuz, tarımsal kültüre geçişten kısa bir süre sonra sınıflı toplum yapısı ortaya çıkmaya başladı; ayrıcalıklı sınıflar, çalışan sınıflar, yöneten sınıflar, ruhban sınıfı, tüccarlar... Dolayısıyla bu sınıfsal tabakalanma aynı şekilde olduğu gibi ekmeğe de yansımış durumda. Herkes aslında her ekmeği yiyebilecek bir pozisyonda değildi, ona göre ekmek üretiliyordu diyelim; askerler için farklı bir ekmek türü yani en kolay, en ucuz ekmek türü üretilirken, saray ve etrafındaki insanlar için içeriği daha zengin, besleyici, lezzetli, biraz daha emek ve maliyet gerektiren ekmeklerin üretildiğini söylemek mümkün. Onun ötesinde dinsel içerikli ekmekler de var. Yani ekmek sadece bir nimete dönüştüğü için zaten başından itibaren tarım kültüründe ekmek kutsaldır biliyorsunuz. O yüzden Anadolu'da mesela yerde ekmek bulursak alıp bir kenara koymak gerekir hatta öpüp öyle koyun falan derler. Dolayısıyla ekmek nimettir o anlamda.
Aslında aydınlanmaya kadar ekmeğin dinsel kullanımı dünyanın bir kısmında hala devam eden bir şey. Ekmeğin tanrılar tarafından insana bahşedildiği, verildiği, rızkın oradan geldiği ifade edilir. Dolayısıyla o cömertliğin karşılığı olarak da ekmeğin ibadet amaçlı da kullanıldığını, tanrılara sunular da bulunulduğunu, mezarlara hediye olarak konulduğunu görebiliyoruz. Hem Mezopotamya'da, hem Mısır'da, hem de sonraki Antik Yunan ve Roma'da da benzer uygulamaları görebiliyoruz.
Dolayısıyla hem içerik olarak, hem kullanım olarak, hem de aslında şekilsel olarak da farklılıklar var. Yani sadece içerik gibi de bakmamak lazım, amaca uygun olarak ya da görselliğin önemli olduğu noktalarda diyelim, her hangi bir simgesel inanç göstergesi haline dönüştüğü noktada hamura uygun şekilde form verilerek ekmek yapıldığını söylemek de mümkün. Mesela kuş gibi ekmekler var, birtakım hayvanlar ya da eşyalar gibi ekmekleri yine görebilmek mümkün.
U.P.: Hocam çok teşekkürler, çok bilgilendirici oldu. Şimdi ben buradan yola çıkarak, M.Ö. 5. yüzyıla doğru gelmek istiyorum. Antik dünyada farklı coğrafyalarda yaşayan toplulukların yemek gelenekleri ve diyetlerinde nasıl bir değişiklik gösteriyordu? Yine kitaptan alıyorum bunu, Herodot ile ilgili bir bölümü okuduğumda not almışım ve Herodot'a gelecek olursak, Herodot'un söz ettiği bir takım farklılıklar var. Bunlar, toplumları belli ölçüde sınıflandırmaya, belki de ötekileştirmeye neden olan bir kriter olarak kullanılmış diye bahsediliyor. Bu tür şeyler söz konusu muydu ya da bunlar nasıl açıklanabilir? Ne söylersiniz bu konuda?
İ.G.: Evet, şimdi tabii ki ekmek ve yemek meselesi ayrıcı, belirleyici kimlik ögesini de dönüştürmüş, dönüşmüş durumda ve bugün de hala devam eden bir süreç bu. Antik çağdan itibaren var tabi ki; ekmek genel olarak tarımsal kültürün içerisinde yaşayan bütün kültürleri neredeyse benzer bir kültür dokusu içerisinde yaşamaya itmiştir ama tabii ki coğrafi ve kültürel iklimsel koşulların farklılıkları da yansıdığı için orada yine ufak tefek ayrımlar da vardır. Dolayısıyla aslında insanların kim olduklarını ya da hangi kültüre ait olduklarını, onların yemek yapma biçimleriyle, yeme biçimleriyle, tüketme biçimleriyle, hazırlama biçimleriyle farklılaştığını ve bunun da aslında bir göstergeye dönüştüğünü söylemek mümkün.
Herodot, biliyorsunuz M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ve ilk tarih kitabının yazarı olarak karşımıza çıkıyor. Bodrumlu, Halikarnas dostu bir hemşehrimiz ve kitabının önemli bir kısmında aslında etnolojik bilgilere yer veriyor. Kültürel farklılıklar, insanların gündelik hayatı nasıl yaşadıklarına dair çok ilginç anekdotlar anlatan bir yazar Herodot ve önemli kriterlerinden de bir tanesi. Zaten Herodot'un yazma biçimi de bunu gösteriyor ve Heredot aslında kendi kültürel kimliğini merkeze alarak gittiği, gördüğü ya da konu edindiği her kültürü onunla karşılaştırma, kıyaslama içerisine girerek bir takım açıklamalarda bulunuyor. O kriterlerden bir tanesi de yemek yeme davranışı. Gittiği her yerde neredeyse onların nasıl yemek yediğini, neler yediklerini detaylı bir biçimde aktarmaya çalışıyor ve onun Antik Yunan ya da Ege dünyasıyla kıyaslayarak da nasıl bir uygarlık düşüncesi içerisinde yerleştirileceğine de karar veriyor. Mesela Mısırlılar için diyor ki, ‘Bütün dünya tersine, bunlar başka bir tarafa gidiyor’. ‘Erkekler daha çok ev işleriyle uğraşırken, kadınlar daha çok dışarıya gidiyor ya da gizli yemek yiyorlardı. Bunlar dışarıdan görülmek istemiyorlar yemek yerken, oysa ki bu bizim dünyamızda tam tersidir. Alenen açıkta ihtiyaçlarını giderirlerken yemek yemelerini gizli yapmaları biraz tuhaftır’ gibi şeyler diyor. Buna benzer olarak Persler ile ilgili de mesela böyle şeyler söylüyor ve diyor ki, ‘Bunlar daha çok et yerlerdi’ diyerek biraz yadırgıyor ve bunu biraz görgüsüzlük olarak gösteriyor. Zaten biliyorsunuz, antik dünya tamamen şarap kültürü ağırlıklı, gündelik hayat içerisinde çok sık kullanılan bir içecek olarak şarap kültürü merkeze alınmış bir kültür. Dolayısıyla ‘Barbarlar şarabı - yani yabancılar - su katmadan içerlerdi’ diyor. Buradan baktığımızda aslında son derece bir karşılaştırma nesnesi olarak, belki de kendi kültür kimliğini öne çıkarmanın, bir sosyal karşılaştırma yapmanın bir yolu olarak yemek, üretim ve tüketim biçimlerini ele almış diyebilirim. İyi ki de öyle yapmış çünkü biz de onun sayesinde bir sürü bilgiye sahip oluyoruz. Tabii ki bazıları abartılmış şeyler ama yine de onun da bize taşıdığı bazı bilgiler olduğunu söylemek lazım.
U.P.: Hocam çok teşekkürler. Şimdi bir şey soracağım; yemeğin kimlik ve inançlarla bir ilişkisi var mı? Bu da benim not aldığım noktalardan bir tanesiydi. Özellikle tarihsel perspektifte neler söylenebilir? Gerçi aslında cevapladınız gibi bu soruyu biraz önce yani kimlikleri belirleyen bir nesne olarak yemeği kullanıyoruz dediniz, ama daha özel bir şey söylenebilir mi acaba?
İ.G.: Tabii tabii, söylenecek çok şey var bu konuda. Özellikle kutsal metinleri açtığımız zaman bu konuda çok ciddi veriler olduğunu görüyoruz. Mesela Tevrat üzerine epeyce bu konuyla ilgili bir araştırma yapmıştım ve bir Musevi yurttaşın yemesi gerekenler ve yememesi gerekenler üzerine çarşaf çarşaf listeler var yani şunu yiyebilirsiniz, bunu yiyemezsiniz şeklinde. Bu tabii bütün kültür ve inanç coğrafyası için geçerli. Aynı şekilde pagan dünyanın yaptığı, yediği, yemediği şeyler ya da yeme biçimleri; Müslüman dünyasının yine aynı şekilde bazı sınırlamaları ve özgürlük alanları var. Dolayısıyla bunlara baktığınız zaman aslında şarap içen - içmeyen, domuz eti yiyen - yemeyen, inek yiyen - yemeyen ya da şunu yiyen - bunu yemeyen şeklinde işin içerisinde tabii ki inanç meselesi de yok. Yani bir de Antik çağdan bu yana gelen vegan ya da vejetaryen beslenme biçimi de söz konusu. Orada da mesela Pisagor'un vejetaryen olduğunu hatta vegan olduğunu biliyoruz. Bunun gibi örnekler var.
Dolayısıyla bir şekilde aslında yemek, bizi ötekilerden ayıran bir şey olarak algılanmış ve hangi yeme davranışı içerisindeyseniz kimliğiniz de ona göre şekillenmiş hatta dünya görüşünüzde ona göre şekillenmiştir diyoruz. O yüzden belki de en fazla kimlik ögesi olarak gösterilebilecek - ister dinsel olsun, ister etnik olsun, isterse demin söylediğim gibi farklı beslenme biçimlerini gösteren ögelerden olsun - en fazla kullanılan şeylerden bir tanesi yemek yemek. Yemek yemek aynı kıyafet gibi en fazla kimlik göstergesi olarak kullanılmış ögelerden bir tanesi ve Antik çağda da bol miktarda kullanılmış bunlar. Dediğim gibi, kutsal metinlerde de çok sayıda örneğini bulabiliriz.
U.P.: Hocam şunu soracağım; Herodot kendi dönemi için bir kıtlık döneminden bahsediyor ve genellikle tarihe bakınca - bu kadar derin tarihe bakmadım ben ama - yakın tarihe baktığımız zaman mesela bir küçük buzul çağımız var. Küçük buzul çağın denk geldiği dönemde gerçekten kıtlığa bağlı olarak bir takım isyanların çıktığını görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’na bakacak olursanız, Celali İsyanlarının o dönemde bu küçük buzul çağı ile alakalı olduğunu söylerler ve bu iklim değişimiyle alakalı bir ilişki olduğu yazılıp çizilir. Hatta bir tez var bununla ilgili ama ben tabii daha geçmişi bilmiyorum. Mesela Herodot, kendi yazdıklarında bir kıtlık döneminden bahsediyor. Sizin kendi araştırmalarınızda hiç böyle bir çevresel kırılganlık ve yemek arasında bir ilişki gördünüz mü ya da kıtlık arasında ya da farklı üretimlerin bozulması anlamında bir ilişki var mı, hiç denk geldiniz mi?
İ.G.: Evet, çok örneği var aslında. Hemen aklıma gelen bir iki şeyi belirtelim. Birincisi; insanın Afrika'dan çıkış nedeni olarak gözle gösterilen şeylerden bir tanesi oradaki iklimsel değişimler. Besleyici olan coğrafi zemindeki yansımalar nedeniyle göçe teşvik ettiği ifade edilir ama onun ötesinde mesela Hitit belgelerinde çok büyük kıtlık dönemleri vardır. Esasında şöyle özetlemek mümkün olabilir diye düşünüyorum; tarımsal kültürün önemli özelliklerinden bir tanesidir, kıtlık ve kuraklık. Tabii ki dünyanın kendi döngüsü içerisinde zaman zaman kuraklıklar, kıtlıklar ve başka doğal afetler nedeniyle ya da doğal dönüşümler nedeniyle besin sıkıntılarına rastlanmış olabilir ama tarım kültürünün neredeyse kaderidir diyebiliriz kıtlık, kuraklık. Çünkü en ufak bir yağış değişikliği ya da bir iklimsel değişiklik, bir kuraklık ya da bir felaket olarak insana dönebilir. Bu kadar hassas bir denge içerisinde yürüyen bir şey tarım kültürü. Yani her şey aslında, bütün emekleriniz, bütün çabanız bir anda yağan bir yağmur ya da yağmayan bir yağmur nedeniyle ya da bir fırtına ya da bir dolu nedeniyle olduğu gibi yok olabilir. Kaldı ki sizin de söylediğiniz gibi, iklimlerde de radikal değişiklikler oluyor. Zaten biliyorsunuz, tarım kültürünün doğa üzerindeki tahribatının yükselmeye başladığı dönemle birlikte olduğunu biliyoruz yani tarım kültürünün bu ekolojik felaketlerin önemli sebeplerinden bir tanesi olduğunu, mesela ağaçsızlandırmanın bir temel sebebi olduğunu biliyoruz ve bunların da etkilerinin yine var olduğunu da biliyoruz.
Mesela yine söylenen şeylerden bir tanesi; M.Ö. ikinci bin yılın sonunda, Akdeniz'de çok büyük bir kavim göçü ya da deniz kavimleri olayı diye tanımlanan bir olay var. Akdeniz'in dört bir tarafından Akdeniz'e inmiş ve bir çapulcu, bir yağmalama eylemine karışmış çok büyük bir kitleden bahsedilir. Miken Krallığı, Yunanistan'da yıkılmıştır bunlar tarafından ve yine Anadolu'da da Hitit Krallığı yıkılmıştır. Mezopotamya'yı da yine bunlar perişan etmişlerdir. Yani aslında beş benzemez insanın bir araya geldiği, farklı kültürlerden insanların bir araya geldiği bu hareketin arkasında da bir iklim krizi veya bir kuraklık, kıtlık olduğu ve dolayısıyla insanların karnını doyurabilecek bir yerlere doğru hareket ettiklerini söylemek mümkün. Özellikle yazılı bir kültür olduğu için, belki de her şeyi yazan bir kültür olduğu için Hititlerde pek çok örneğini görebiliyoruz ve ben bu deniz kavimleri meselesiyle ilgili biraz okuduğumda şunu fark etmiştim; gerçekten M.Ö. 14., 13., 12. yüzyıllarda çok ciddi kuraklıklarla karşılaşıldığını söyleyebiliriz. Tabii bu arada nüfusun artışı ve tarımsal kültürün buna uygun olması önemli sebeplerden bir tanesi. İnsanın sadece insanı değil, aslında bütün canlıların yine diyetini değiştirmesi, yaşam biçimini değiştirmesi veya coğrafyasını değiştirmesinin en temel sebeplerinden biridir. Kaldı ki zaten biliyorsunuz, uygarlığın ortaya çıkışına zemin hazırlayan en önemli olaylardan bir tanesi de son buzul çağının sona ermesi.
U.P.: Evet.
İ.G.: Yani yükselen su kültürü, eriyen buzulların deniz suyunun seviyesini arttırması gibi pek çok şey yaşadık, Karadeniz göl iken denize dönüşüyor falan gibi şeyler yaşadık. Bunlar da zaten hem uygarlığı etkileyen, hem insanın yaşam biçimini etkileyen ve beslenme biçimini etkileyen önemli olaylardı.
U.P.: Burada şunun altını çizmek istiyorum Hocam; geçenlerde Peter Frankopan'ın Transformed Earth diye bir kitabı çıkmıştı yani Dönüşen Dünya. Orada Frankopan'ın ortaya koyduğu tez şuydu sizin de söylediğiniz gibi; tarımın icadının tamamıyla iklim değişimine bağlı bir süreç olduğundan, iklim o dönemde değişmese belki de tarımın icadı da mümkün olmayacaktı, belki toplu yaşama geçme gibi insanın bir ihtiyacı da olmayacaktı. Yani son buzul döneminin bitmesi, sonra da dediğiniz gibi suların yükselmesi ve o dönemin buna elverişli bir hale gelip insan toplumlarının da toplu yaşama geçip evcilleştirme ve tarımı icat etmesi üzerine bir tez ortaya koymuş kitapta Frankopan. Sanıyorum daha Türkçeye çevrilmemiş kitap, ben tamamını değil ama bir miktarını okuyabildim. Böyle bir tez vardı orada.
İ.G.: Önemli tezlerden bir tanesi, aslında uzun süredir tartışılan meselelerden bir tanesi bu ama arkeolojik veriler biraz bu konuda özellikle son yıllarda Anadolu'da yapılan kazılarda, Göbekli Tepe kültürü etrafında yapılan kazılarda farklı bir şeyi bize söyledi. Yani insanlar önce yerleşik hayata geçmişler, sonra da tarıma geçmişler gibi. Yani arada böyle bir 2 bin yıllık bir fark var. O biraz durumu değiştiriyor elbette. Yine tabii ki diyet en önemli noktalardan bir tanesi burada ama yerleşik hayata geçtikten sonra yani insanların aslında iklimin hareketine göre karınlarını da doyurabilecekleri yaylalar gibi gidip gelebildikleri bir yer yani küçük bir coğrafyada hareket ediyorlar aslında. Fakat yerleşik hayata geçtikten sonra tabii ki etrafa verdikleri, çevreye verdikleri tahribatın çok yüksek olması yani hep aynı yerde o ayaklanmaları yaşamaları nedeniyle ve doğanın kendisini belki de yenileyememesi ya da istenilen düzeyde yenilememesinden dolayı ve tabii ki o aradaki nüfus artışı gibi belki başka kriterleri de devreye sokmak lazım. Yani tarıma biraz daha yatkın hale getirmek ya da teşvik edici hale getirdiğini en azından okumak mümkün şu son verilerle. Ama tabii ki bir genelleme yaptığımızın da çok farkına varmalıyız çünkü bu küçücük birkaç kazı yerinden elde ettiğimiz veriler yani dünyanın başka taraflarında, başka kültür coğrafyalarında, başka gelişmeler ışığında olmuş olabilir, başka sebepler ışığında da olmuş olabilir.
Neticede ne olursa olsun, gerçekten insan en çok da diyetini değiştirmiştir ve bunun da zaten yapılan kazılarda karşılığını da görmüş yani zararlarını da görmüş. Bize uygarlık sürecinin olumlu bir şey olduğu anlatılmıştı. Ama gelinen noktada fark etti ki aslında o uygarlığa geçen yani tarımsal kültür ve yerleşik hayata geçen atalarımızın ciddi olarak sağlık sorunları olmuş. Çünkü diyet değişiyor, yaşam biçimi değişiyor. Tarım kültürü çok ağır bir kültür. Mesela eklem rahatsızlıkları başlamış, kemik rahatsızlıkları başlamış. Tüm bunlar yemekten kaynaklı ve yumuşak besin giderek pişmiş. Besin yemekten kaynaklı olarak çene yapısında, dişte, dişlerde ciddi tahribatlara neden olmuş. Aslında tarımsal kültüre belki de hala tam adapte olabildiğimizi söyleyebilmemiz çok mümkün değil. Şimdi gluten intoleransı yaşıyor büyük bir bölüm yani tarım kültürü olmamıza rağmen bizde bile var. Örneğin, süt ürünlerine karşı tolerans sorunu yaşayan, sindirim sistemi alışık olmayan önemli sayıda bir nüfus var. Çünkü insan çok hızlı bir şekilde, evrimsel süreç içerisinde kendisini değiştirip dönüştürebilen bir canlı değil. Dolayısıyla kabaca son 10 bin yıldır yediğimiz ekmek, buğday ürünleri, un, süt ürünleri yine aynı şekilde hayvanların evcilleştirilmesi ile beraber hayatımıza girdi ve hala tam bir adaptasyon geliştirebilmiş değiliz. Yani bunlar, bizim beslenme sistemimize rahatsızlık veren unsurlar olarak doktorların sık sık terk etme çağrısında bulundukları besinler.
U.P.: Çok teşekkür ederim, eksik olmayın. Programın sonuna geldik, zaman acayip hızlı geçiyor, farkına varmıyoruz ama son bir sorum daha var. Şimdi nüfus artışından bahsettik ve ben de bazen bunun altını çiziyorum ama son yaptığım gözlemlerde, seyahatlerde de hep şu ortaya çıktı; nüfus artışı var, bu yadsınamaz bir gerçek, 8 milyara ulaşmış bir dünya nüfusu var. Bir yandan da bu nüfusun yoğun olarak şehirlerde ve metropollerde yoğunlaştığı sanki ortaya çıkıyor. Kalabalıklaşan şehirlerimiz var hep. Bu sanayi devrimi sonrasında nüfusun bu kadar hızlı artması, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir artış. Yani beslenme alışkanlıklarımız da değişiyor. Dediğiniz gibi, insanın buna adapte olması da çok zor. Ama bu değişim yani geçmişe doğru baktığımız zaman bu değişim nereye doğru gidiyor? Sonuçta tarım yapacak alan da kalmayacak yakında, böyle giderse ormansızlaşma da had safhada. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında? Son olarak sözlerinizi alıp yavaş yavaş programı kapatalım.
İ.G.: Çok teşekkürler. Ben tarım kültürünün sona erdiğini düşünüyorum yani sona erdi. Biz sonlarındayız daha doğrusu, sona ermeye başladığını düşünüyorum çünkü niyetimizin, beslenmemizin, geçim kaynaklarımızın içerisinde giderek önemini azaltan bir süreç içerisindeyiz. Yaşama biçimimiz zaten tarım kültürünün yaşam biçimine artık sığmamaya başladı. Yani gündelik hayatı, gündelik devinimi bir kenara bırakın; cinsiyet rollerinden ataerkil yapıya kadar, iktidarla ilişkiye kadar pek çok şey artık değişmek durumunda kaldı, kalıyor. Bu da aslında tarım kültürünün giderek hayatımızda işgal ettiği yerin azalmasıyla ortaya çıkan bir şey.
Aslında bir şekilde her kentin arkasında tarım kültürüne, bir kırsal alana ihtiyacı var ki beslenebilsin, onun ihtiyaç duyduğu şeyler üretilebilsin ama bu alanlar kalmamaya başladı artık. Kırsalın da davranış olarak kentleşmesi yani şehirleşmiş olup olmaması önemli değil. Yani artık herkes aynı teknolojiyi kullanıyor, aynı yaşama biçiminde, aynı haberleşme ve dünyayı paylaşma sistemi içerisinde. O yüzden ben, tarım kültürünün yavaş yavaş sonlanmaya başladığını ve yeni bir dijital - artık ne diyeceğiz bilmiyorum - yaşama biçiminin ya da geçim kaynaklarının diyelim hayatımızı kendi kültürüyle, kendi yasalarıyla beraber kuracağını düşünüyorum. Yani bu aşamada tam bir geçiş aşamasındayız. Tarım kültürü 10 bin yılda sona ermiş gibi görünüyor.
U.P.: Hocam çok teşekkür ederim katıldığınız için, eksik olmayın. Bugün konuğum arkeolog ve yazar Prof. Dr. İsmail Gezgin idi. Kendisiyle Uygarlaşan İştah: Atalarımız Nasıl Besleniyordu? Karnını Doyuran Canlıdan Gözü Doymayan İnsana kitabı üzerinden gıdanın geçmişten bugüne kadar insan toplumlarındaki evrimini biraz konuşmaya çalıştık. Ben programı burada kapatıyorum, programın sonuna geldik. Önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetler’de tekrar buluşmak üzere hoşça kalın, iyi akşamlar diliyorum.
İ.G.: İyi akşamlar.