Hakikaten terör örgütü üyesi olduğu bilinen ve kanıtlanan birinin cezasının işkenceyle ölüm olup olmadığını tartışmak büyük bir lüks bu memlekette… Sıra gelmiyor. Ama işte söylenecek yeni bir söz de yok, susulacak bir utanç da…
(Gökçer Tahincioğlu'nun bu yazısı T24'ün internet sitesinden alınmıştır.)
Ölümünün 14. yılında anılacak olan Hrant Dink'in, herkesin gözü önünde, göz göre göre öldürülmesine ilişkin davada, sona yaklaşılıyor. Ve sona yaklaşıldıkça vahim ifadeler de veriliyor sanıklar tarafından.
Kimi Trabzon'daki "hassas" gençlerin, bir terör örgütü olarak görülerek araştırılmadığını söylüyor, kimi istihbaratlar gelmesine rağmen harekete geçilmemesini, ciddi biçimde uyarılmamakla açıklıyor.
Ancak 14 yıllık adalet mücadelesinin özeti, bir Türkiye gerçeğini çıkartıyor karşımıza…
Bir ucu Rahip Santoro cinayetine, diğer ucu Trabzon'da Mc Donalds'ın bombalanmasına kadar uzanan, Hrant Dink'e yönelik suikast planını bağıra çağıra yapan organizasyon, 15 Temmuz darbe girişimi olana ve cinayetle FETÖ arasında bağ kurulana kadar "terör örgütü" sayılmadı ve cinayette FETÖ dışında herhangi bir terörist yapının bulunma ihtimali tamamen dışlandı…
Tıpkı Malatya Zirve Yayınevi baskını gerçekleştiren grubun, "terör örgütü" sayılmaması, tıpkı Danıştay saldırısını gerçekleştirenlerin, Ergenekon ihtimali dışlanınca, örgütten görülmemesi gibi…
Buna karşılık, görüşünüz soldan yana ise ve biraz olsun haksızlıklar karşısında sesiniz çıkıyorsa, terörist olmanız çok kolay memlekette.
Sivil alanda siyaset yapmayı seçmiş ve diğer tüm seçenekleri reddetmiş olsanız da teröristsiniz, şiddetle hiçbir bağınızın bulunmadığı, açık seçik ortada olsa da… Bir basın açıklaması yaptığınızda da terörist oluyorsunuz, bir tweet attığınızda da…
* * *
Dünyanın her yerinde, sorunları çözmek isteyen ülkeler, sivil alanda mücadele eden, demokratik mücadeleyi esas alan aktörlerle masaya otururlar.
Ve çözümün mümkün olmadığı aşamalarda, aynı aktörlerin terörizmle suçlanması, kadim bir devlet geleneğidir.
Hak savunuculuğu ve insan hakları mücadelesi de başını buradan uzatır. Şiddet bağı olmayan kişilerin terörizmle suçlanmasına karşı mücadele eder, sivil alandaki aktörlerin nefeslerini daha kolay alabilmeleri için zorluklara göğüs gerer.
Ama çok az yerde terörist olmak bu memleketteki kadar kolaydır!
* * *
Arjantin'de, cunta yönetiminin işkence ile kaybettiği çocuklarını geri isteyen Plaza Del Mayo annelerinin 1977'de başlattıkları mücadele sürüyor hâlâ.
Defalarca terörist ilan edilen, içlerinden bazıları faili meçhul cinayetlerle öldürülen anneler, nesilden nesile aktardıkları mücadele geleneğiyle, sorumluların büyük bölümünün açığa çıkartılmasını ve cezalandırılmasını sağladı.
Sadece yürüyerek, sadece sorumluların bulunmasını isteyerek… Kendileri ve çocukları ile ilgili terörist suçlamalarına göğüs gerip, inadına en barışçıl yöntemlerde ısrarcı olarak...
Cunta yönetiminin, "Perşembe delileri" adını koyduğu kadınların bazıları, o dönemde "kahraman" ilan edilen katiller tarafından öldürüldü. Bu kez o kadınlar için büyüdü mücadele.
Öldürülen kadınlardan Azucena'nın ölümü kayıtlara "intihar" olarak geçmişti. Ancak işkenceyle öldürüldüğü, 1983'te mezarının açılmasıyla anlaşıldı. Kayıp kemikleri, 20 yıl sonra, 2003'te bulundu. Külleri, Plaza Del Mayo'ya döküldü.
* * *
Arjantin'deki annelerin, yakın arkadaşları, Türkiye'deki Cumartesi Anneleri de alışık, terörizmle suçlanmaya.
Cumartesi Anneleri geleneği ise 1995'te, Gazi Mahallesi'ndeki katliam ve bu katliama gösterilen tepkiden hemen sonra başladı.
Bugünlerde, yeniden katillerini bulması gereken devletin, "terörizmle" suçladığı Hasan Ocak, işkenceyle öldürülen Süleyman Yeter'le birlikte, Gazi Mahallesi'ndeki cenazeleri getiren kalabalıkta yer alıyordu. Kalabalıkta, aykırı bir ses de vardı:
"Karakolu taşlayalım, ülkü ocaklarına saldıralım..."
Bu kişiyi hemen kenara çektiler.
Üzerinden Nizam-ı Alem Ocakları'na ait bir kimlik çıktı.
Kitlenin adamı linç edebileceğini düşünen Hasan ile Süleyman, sessizce aralarında yürümesini söylediler.
Gazi Mahallesi'ne geldiklerinde, adamı, baştan beri halka duyarlı davranan rütbeli askere teslim ettiler.
Onlar adamı teslim ederken, birileri de Hasan ile Süleyman'ın isimlerinin üzerine kalın bir çizgi çektiler.
* * *
Hasan Ocak, 21 Mart 1995'te, balık almak için işten çıktı. Eve yetişecekti. Evine hiç gidemedi. Devlet, hakkında verilen bir karar, ceza olmasa da mimlemişti Ocak'ı, biliniyordu.
Ailesi, nerede olduğunu sordu her yerde.
Gözaltından çıkan biri, resmini gördüğünde ağladı Ocak'ın günler sonra. Gözaltında gördüğünü ve işkencede öldürüldüğünü anlattı. Annesi, DGM Savcısı'na, oğlunun 15 gündür kayıp olduğunu bağırarak söylediğinde, 1 ay hapse mahkûm edilip, cezaevine konuldu.
Kaybolmasından tam 58 gün sonra, 15 Mayıs'ta, acemi bir memur, sürekli Adli Tıp'tan Ocak'ı soran ailesinin önüne üç ayrı dosya koyuverdi.
Biri Hasan Ocak'tı.
Tanınmaması için parçalanmış kesik kesik yüzü, boynunda boğulduğu ip izi ama Hasan'dı.
Kayıtlara göre aslında öldürüldüğü tarih 26 Mart'tı.
Bağcıkları alınmış, kimliğine el konulmuş halde, şarampole yuvarlanmış otomobilde Hasan'ı bulup kayıtlarını tutan da jandarmaydı.
Savcılık emriyle kimsesizler mezarlığına gömülen, cenazesi teslim alındı.
O dosyalardan çıkanlardan biri Rıdvan Karakoç'tu. En son 20 Şubat'ta haber alınmıştı. Rıdvan Karakoç, Hasan Ocak'ın ailesi Adli Tıp'ta o fotoğrafları bulana kadar bulunamadı.
Ocak'ın ağabeyi kardeşini bulduğu fotoğraflara bakınca akıbeti anlaşıldı.
26 Mart'ta öldürülmüş, Hasan Ocak'la aynı yere atılmıştı.
Parmak uçları mürekkepli, ayakkabıları bağcıksız, tırnakları mor, koltukaltları yırtık ama Rıdvan'dı.
Ocak'la birlikte, "fişlenen" Süleyman Yeter, 4 yıl sonra 1999'da gözaltına alınmıştı tanık anlatımlarına göre. Ancak, gözaltı listesinde ismi yoktu. Birlikte gözaltına alınan arkadaşları, "O'nun adı da tutanağa geçmezse biz de imza atmayız" dediler. Hep birlikte götürüldüler emniyete. Yeter, geri gelemedi. İşkenceyle öldürüldüğü kesinleşti.
* * *
Ailesinin Ocak'la ilgili mücadelesi yıllar boyu devam etti. Ölümünün soruşturulmasını, aydınlatılmasını istediler.
AİHM, anne Emine Ocak'a, eksik soruşturma nedeniyle tazminat ödenmesine karar verdi. Devletin bu cinayeti işlediği iddialarının kanıtlanamadığını, kim tarafından öldürüldüğünün bulunamadığını karar altına aldı. Zaten, hiçbir şey kanıtlanamamıştı. Neden yok olduğu, nasıl öldüğü…
Zira nedense devlet, göstermelik dosya dışında, soruşturmuyordu ölümünü.
* * *
Ocak'ın katilleri aranırken Galatasaray Meydanı'na çıkan aileler, bir geleneğin başlamasını sağladı. Çocukları kaybedilen aileler, burada toplandı. Cemil Kırbayır gibi, bazılarının işkenceyle öldürüldüğü kanıtlandı ancak o cinayetler de cezasız kaldı.
* * *
2018'de, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Cumartesi Anneleri'nin Galatasaray'da toplanmalarına neden izin verilmediğini anlatırken, "Galatasaray Lisesi önünde toplanıyorlar. Peki bu işin aslı nedir? 1995 yılında, resmi raporlarla ve örgüt içi itiraflarla belgelenmiş, aşırı sol TKP/ML örgütü tarafından gerçekleştirilmiş bir örgüt içi infazın suçunu devlete yıkmaya çalışan bir eylem. Kayıp falan değil, gözaltına alınmış değil, örgüt infaz etmiş, bir kenara bırakmış. Bu olay üzerinden bir mağduriyet hikayesi üretildi ve yıllardır annelik üzerinden bir istismar ortaya konuluyor. Bugün de terör örgütü ve bölge sorumlusunun bahane edildiği bir anlayış söz konusudur. Dikkat edin, son günlerde renkli listelerde aradığımız teröristleri, bölge sorumlularını etkisiz hale getirdikçe bu tepkiyle karşılaşıyoruz. Bu bir tesadüf değildir. Bunu kabul etmek de mümkün değildir" dedi.
"Hasan Ocak, TKP/ML Terör Örgütü üyesi değil miydi? Örgüt tarafından infaz edilmedi mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde bu konuda dava açılmadı mı?" diye sordu.
Yanıtı, o dönemde Ocak ailesi verdi. Ne örgüt üyeliğinin olduğunu ne de örgüt tarafından infaz edildiğine yönelik bir kaydın bulunmadığını aktardı ailesi.
Ve devamla sordular:
"Elde kanıt varsa neden soruşturma dosyasına konulmadı? Neden soruşturma dosyası zaman aşımına sokuldu? Neden sonraki suç duyuruları takipsizlikle sonuçlandırılıp, dosya kapatıldı? Neden Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Başbakan olduğu dönemde makamında ağırladığı Cumartesi Anneleri'ne o dönem 'terörist' yaftası vurulmadı. O dönem verilen sözler ne oldu?"
Diğer soruların yanıtları bir yana, bakana aktarılan bu kadar kesin bir bilgi varsa AİHM'de mahkûmiyete yol açan dosyaya konulması da soruşturma dosyasına konularak, dosyanın kapatılması da kolay olmalıydı. Hayır, tam 25 yıldır, hiçbir dosyaya, Soylu'nun işaret ettiği o "kesin kanıtlar" konulmadı.
Ancak buna rağmen, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu üzerinden yürütülen "terörist" tartışmasında yine Ocak'ın ismi kullanılıyor. Yeniden Ocak üzerinden kayıpları için adalet isteyen Toplumsal Bellek Platformu ve Cumartesi Anneleri suçlanıyor.
Sorulara yanıt vermek yerine, bağırıp çağrılıyor yine. Zira 500 kanaldan, gazeteden aynı anda birilerine "terörist" dediğinizde, birileri de "terörist" diye kabul edebiliyor insanları.
Bu bir siyaset biçimi değil aslında.
Zaten "terörist" sözcüğünden başka, bir sıfat ve sözcük de yok meydanda.
* * *
Hakikaten terör örgütü üyesi olduğu bilinen ve kanıtlanan birinin cezasının işkenceyle ölüm olup olmadığını tartışmak büyük bir lüks bu memlekette…
Sıra gelmiyor.
Ama işte söylenecek yeni bir söz de yok, susulacak bir utanç da.
Ama vazgeçmeyecekler.
Anneleri, çocukları, torunları, öldürülen yakınları için adalet istiyorlar ve isteyecekler her koşulda.