20 Ocak 2008Radikal Gazetesi
Kentler zaman içinde değişir. Yapılar ömürlerini doldurur, değersizleşir ve yıkılır. Bu kaçınılmaz bir olgudur. Kentler için önemli olan bu değişimin nasıl ve hangi yöntemlerle yapıldığıdır. Örneğin diktatörler için kent tarih boyunca farklı ilgi ve yaşama biçimlerinin yer aldığı değil, karmaşıklığından kaygı duyulması gereken bir olguydu. Sanki tek bir yapı gibi bir defada inşa edilebilecek, sihirli bir değnekle düzenlenebilecek bir nesneydi. Roma İmparatoru Neron tarih kitaplarının yazdığına göre bu işi kontrol edemediği kentin bir bölümünü yakarak, Mussolini kendi kafasına göre seçtiği bir yerleşim alanında aniden yıkım başlatarak yaptı. Diktatörler, ırkçılar ya evleri yakarak, yıkarak, beğenmedikleri insanları zorla göç ettirdiler ya da hukuk dışı yöntemlerle mülklere el koydular. Çünkü onların kafasındaki kent anlayışını sorgulamaya, çoğulculaştırmaya imkan yoktu. Kentlerde planlama deneyimi önce teknikçi yöntemlerle başladı. Sanayileşme öncesinden kalan mevcut düzen, imar, ulaşım, temizlik, güvenlik gibi alanları içeren fiziksel ve teknik müdahalelerle dönüştürüldü. Savaşlardan sonra konut ihtiyacını karşılamak için devletin devreye girmesi gerekti. 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde kamu alanını çoğulcu düşünceye, katılıma açamayan yönetimlerin çöktüğü görüldü. Sanayileşme sonrası dönemde planlama yöntemlerini dönüştüremeyen kentler, çevre kirlenmesi, informel yapılaşma, niteliksizleşme, suç, ulaşım, göç sorunlarıyla başbaşa kaldı. Bu başarısızlıkta siyasetçiler kadar, kapalı bir çember içinde yer alan ve muhafazakârlaşan planlama aygıtlarının da payının olduğu anlaşıldı.
Yaratıcı sınıf bağımlıysa Bugün bazı mimarlık kuramcıları, geçmişteki "total tasarım ütopyaları" ile günümüzdeki "gated communities" (kapılı cemaatler) mekânlarının türdeş olduğuna işaret ediyorlar. Ancak şu farkla: Bugün 19. yüzyılın imar yöntemleriyle kentlerde ortaya çıkan doku bütünlük arz etmek şöyle dursun, parçalı, yamalı bohçaya benziyor. Üstelik bu yamalar dikişi, teğeli, birbiriyle ilişkisi bile bulunmayan, yalnızca imkanları olanların içine sığındıkları kamusal alan izlenimi kazanmış kapalı mekânlar. Farklı otorite odakları oldukları için ütopyalar Haussman'ın Paris'te 19. yüzyılda yaptığı gibi altyapısını modernleştirerek kenti kendisine eklemleyemiyor ya da Auguste Perret'nin savaşın yok ettiği Le Havre'da yaptığı gibi yeniden yaratamıyor. Plancılar iktidar gücünü kendi amaçlarını temsil etmek kullanmaya çalıştıkça baskıcı ve kaotik bir kentleşme biçimi ortaya çıkıyor. Sermayeyi ve kamusal gücü arkalarına alarak aynı yöntemlerle kentlere müdahale edebileceklerini sanıyorlar. Sermayenin çıkarlarını temsil edecek biçimde kentlerin çeperlerindeki siteleri tasarlayan mimarların, metaforlarının sorgusuz sualsiz inşa edilmesinden dolayı egoları iyice şişiyor. Kendilerini tanrı gibi görmeye başlıyorlar. Venedik Mimarlık Bienali'nin açılışında N.Y. Times'a yazan Nicolai Ourousoff'un söylediği gibi, yaratıcı sınıfın bağımlı olduğu koşullarda haksızlıklar daha kolay gizleniyor. Mimarlık, şehircilik gibi simgesel uğraşlarla ilgili kişilerin sermaye ve siyasetin güdümünde çıkar grupları olarak hareket etmeleri sorunların görülmesini engelliyor. Çoğulculuğa açılmayan uzmanlıklar sayesinde sermaye kenti kolayca kendi amaçlarına göre yönlendiriyor. Ulaşım konusundaki yatırımları karayolu müteahhitleri, kültür mirasının korunması konusunu inşaat şirketleri, kentteki imar faaliyetlerini gayrımenkul yatırım şirketleri yönlendiriyor ve kamusal alanların özelleştirilmesi, siyasal temsil gücü olmayan semtlerde kentlilerin evlerinden atılması kaçınılmaz bir olgu olarak dayatılıyor. İstanbul'un tarihi merkezi için öngörülen "Osmanlı Mahalleleri" buna tipik bir örnek. Osmanlılık ideolojisi arkasına gizlenilerek karar vericilerin imtiyazlı piyasa aktörlerine dönüştüğü, kentsel dönüşüm adı altında kültürel mirasın hızla yok edildiği bir kentleşme modeli ortaya çıkıyor.
İnsan siloları Yaptırdığı konut sayısı ile övünen, boş arazilere kötü konutlar yapan, kamu gücünü özel amaçları için kullanan, düşük gelirliler için kiralık konut bile öngörmeyen TOKİ (Toplu Konut İdaresi) gibi imtiyazlı konut tekellerinin kente müdahalesi başka sorunu da beraberinde getiriyor. Dünyada Roma ile birlikte, kent olarak adlandırılabilecek iki yerleşim alanından biri olan İstanbul'da, TOKİ ve Kiptaş gibi kuruluşlar tarihsel yapı birikimini de yenilemeye koyulunca, iş daha da vahim bir boyut kazanıyor. Farklı düşünce getirenlere "kadın, eroin taciri" diyen bir kafayla bu işin çözülemeyeceğini, bu işi de yüzlerine gözlerine bulaştıracaklarını artık birilerinin söylemesi lazım. Geçmişi olmayan kentlerde bile savaş sonrasında TOKİ ve Kiptaş'ın yaptırdığı türden "insan siloları" olarak adlandırılabilecek ucube binalar, kentlerin çoğulcu yaşantısına imkan tanımadıkları, kente mimari bir değer katmadıkları için yıkılırken, İstanbul'da bu tür uygulamalar yapılmaya kalkışılması saygın bilim insanlarını, uzmanlarını ve UNESCO'yu bile ayağa kaldırıyor. Bu yöntemle kente biçim vermek isteyenlerin nelere yol açacağı ortada. Yoksul insanları suça itecekler, haksızlıkları sadaka dağıtarak örtemeyecekleri için kamplaşmayı artıracaklar. İstanbul güvensiz, renksiz, yaşanamaz, kapatılmış mekânlardan oluşan bir yer haline gelecek. Yöneticiler çıkar dağıtarak, uzmanları bağımlı hale getirmeye çalışarak, kendilerine bağımlı olmayanları suçlu ilan etmeye çalışacaklar. Yönetimlerin insanları kendi istedikleri yaşam biçimine sokma, zorla ve baskıyla özel alana müdahale hakları yok. Yapılanlar bırakın UNESCO normlarını, TC kanunlarıyla da çelişiyor. Karar organlarında, yenileme alanı ilan eden, proje onaylayan kamu organlarında yatırımcılar, proje müellifleri var. Bütün taraflar, eleştirenler de dahil, planlamanın ne anlama geldiğini, nasıl hazırlanması gerektiğini özellikle halktan gizliyorlar. Bugüne kadar, siyasal temsil gücü bulunmayan insanlar, azınlıklar, çatışmacı, dışlayıcı, ırkçı uygulamalara karşı kendi becerileriyle zor da olsa hayata tutunmayı başardılar. Yaşanan sorunların sorumlusu onlar değil. Tam tersine ırkçılığı, ayrımcılığı destekleyenler. Yönetimler bugün kentleri yalnızca çıkar amaçlı güdülerle hareket edenlere değil, yaratıcılığa ve katılımcılığa açmak zorundalar.